Salı, Mayıs 14, 2024

Mitler, dinler ve bilimler

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.

İnsanlığın bilişsel tarihi boyunca mitler, dinler ve modern bilimler arasında kopuşlar kadar devamlılıklar da eşzamanlı olarak vardır. Önemli olan aradaki geçirgen sınırların farkındalığı ve bilişsel çelişkilerin post-modern toplumda nasıl yönetildiğidir.

Geçtiğimiz hafta, dünya “Şeytan Ayetleri”ni yazdığından beri muhtelif tehditler ve koruma altındaki Salman Rushdie’nin vahşi biçimde sahnede bıçaklanmasıyla sallandı.

Türkiye’de ise Zeytinli Rock Festivali’nin yasaklanması ile aylar öncesinden sahnedeki gruplarla birlikte sallanmayı planlamış 30 bine yakın gencin hevesi kursağında bıçaklandı.

Bugün de yine faiz indirimiyle piyasalar sallandı. Kim bilir hangi köşede kimlerin umutları veya kendileri bıçaklandı.

Rejim bürokrasisini “içerden” şikayetlerle veya talimatlarla harekete geçirenlerin kendi bağnaz veya inatçı ideolojik görüşlerini kültürden ekonomiye kadar her toplumsal alanda tavizkâr biçimde dayatmaları giderek artmaya, hatta beklenir olmaya başladı.

Ülkenin geleceği hakkında bazı şahıs-devlet kararları ve önemli veriler hala karanlıkta kalırken, komplo kuramları da yerlerini doğrudan ve doğruluğu sorgulan(a)madan hakikat-ötesi şehir efsanelerine bırakmaya başladı.

Kendini “seküler” sayanlar, tanımlayanlar veya tanımlananlar farkında olsunlar olmasınlar, niyet etsinler etmesinler, artık ayırt etmeksizin dinbaz veya dindar düşmanlığı yapmaya başladı.

Dini uzun zamandır siyasi malzeme edenler de zaten iyice zırvalamaya başladı.

Memlekette mehdiler, dini misyonlu cengaverler ve sembol vandalları, vb. çoğalmaya başladı.

SEMBOLİZASYON VE ANLAMLANDIRMA

Şimdi bir an için Türkiye’den ve günümüzden biraz uzaklaşalım. Koca insanlık tarihine bir makro retro(per)spektifle ve kabaca şöyle bir bakalım.

Türümüzü diğerlerinden ayıran en önemli özelliğin sembolizasyon ve anlamlandırma yetisi olduğunu düşünüyoruz.

Bilişsel-zihinsel açıdan tarih boyunca bugüne kadar bazı dönemsel sıçramalarla gel(iş)miş olduğumuz fikri yaygın kabul görür.

İlk insanlar arasında sosyal ve ahlaki düzenin ilginç inanç sistemleriyle sağlandığını muhtelif arkeolojik ve antropolojik çalışmalardan biliyoruz. Mitleri totem ve tabular, sihir veya büyüler ve muhtelif arkaik yasalar izler. Sonra bunların yerini daha organize inanç sistemleri, çok tanrılı ve daha sonra da tek tanrılı dinler alır.

Muhtelif kültür tarihçileri Aydınlanma’nın özgün çıkış merkezi olarak Avrupa’yı kabul etmeyip, diledikleri bir coğrafyayı işaret edebilirler. Her halükarda, Aydınlanma ile temsil edilen özetle, Ortaçağ karanlığından çıkılıp, dinî inanç ve anlam sistemlerinin yerlerini insanın “us”una bırakmış olmasıdır. Kant’ın (Aydınlanma Nedir?) güzel tanımıyla, insanın kendi aklını bir başkasının rehberliğine gereksinim duymaksızın kullanamama halinden kurtulmasıdır.

Nitekim modern felsefe ve bilimler de bu Kartezyen temel üzerine inşa edildiler. Nesnel ve evrensel dünyanın pozitivist nesnel ve evrenselci yöntemlerle açıklanabileceği önkabulü ile tabii.

Bu ışık hızına imrenmiş, düz çizgisel, dar çerçeveli, hiyerarşik ve ilerlemeci tarih özetinde son dönem halen içinde bulunduğumuz postmodern çağdır. Dileyen bugün bunun önüne dilediği kadar “post-” veya “geç-” öntakılarını da koyabilir.

Fakat, bazı önde gelen aydın/entelektüeller başta olmak kaydıyla, pek çok insanın yaptığı hataya da asla düşmemeli: Yani, “maddi tarihsel koşullar” anlamındaki postmodernite ile, ona damgasını henüz vuramamış “düşünce biçemi” olarak postmodernizmi birbirine karıştırmamalı. Hele toplumsal analizlerde bunları birbirlerinin yerine gelişigüzel kullanmamalı.

Postmodernizm bir “şemsiye” veya “battaniye” terim olarak, özellikle son 40 yılda çeşitli akademik disiplin ve yaşam alanlarından, farklı sebeplerle, açılardan ve zamanlarda yükselmiş muhtelif eleştirileri altında topladı. Öncelikle de modernist bilim anlayışının nesnellik, temsiliyet, evrenselcilik, mutlakçılık ve açıklama gibi temel önkabullerinin olanaksızlığına işaret etti.  Onların yerine öznellik, anlama ve diğer Kartezyen ikicilliklerin karşıt uçları önplana çıkarıldı.

Fakat Türkiye’de, muhafazakâr akademide bile ne tıpkı mitolojik ve dinsel anlatılardaki gibi ilkel biçimde zıtlaştırılan klişelerden ve boş retorik argümanlardan vaz geçilebildi, ne de onların ötesindeki ciddi eleştiriler önyargısız ve doğru dürüst tartışılıp hazmedilebildi.

Seküler bilim ve bilim-dışı (ör., mit ve din) anlatıların ilişkileri de yeterince mesafeli ve özdüşünümsel ele alınmadı. Doğru anlaşılmadı ve iyi kavranamadı. Hala da öyle! Zira tüm bilim dallarındaki aydın ve entelektüellerin çoğu koyu biçimde Oryantalize olmuş, miyobik uzmanlaşmış veya ideolojik konumlanmış durumda!

Hal böyle olunca, bilim felsefesiyle ilgili ve toplum kuramsal meseleler, kavramsal sorunlar gündelik yaşam pratiklerine sağlam politikalarla, “dil” başta olmak üzere, geçerli teknolojilerle tercüme edilemedi. Geniş toplumda nasıl idrak edilebilsin?

Özellikle dini araçsallaştıran popülist siyasetçiler ve halkın zaaflarını sömüren vasat medya karşısında başta “irtica korkusu” olmak üzere, çeşitli ideolojik, siyasi ve bilimsel meşruiyet gibi kaygılar ağır bastı. Tepkisel savunuculuk giderek artarak “bilimden çok bilimcilik” yapmak fetişist ve fanatik derecelere vardı.

Zaman içinde kronikleşmiş krizler ve gerilimler serinkanlılıkla değerlendirilip yapısal-sistemik biçimlerde çözülemedi. Zaten entelekti hep aşağılanmış veya dışlanmış “cahil halk”a anlatılmadı. Siyasetçiler de elbette bu durumlardan nemalandı ve kutuplaşma körüklendi.

Böylece dinbazlar ve bilimbazlar arasında “kutup savaşları”, “bilim muharebeleri”, “mezhep çatışmaları”, “tarikat rekabetleri”, vb. süregeldi. Bu hengamede de, yani kamusal/özel alanların ve gerçek/sanal ortamların bomboş eleştirel, yapıcı ve yaratıcı düşünsel meydanlarında, hızla türlü “cambazlar”, “sihirbazlar” ve “hokkabazlar” türedi.

Bu da, ülkedeki esas cahil, yetersiz ve kötü siyasetin “dindar-seküler”, “yerli-yabancı”, “milliyetçi-emperyalist”, “tekçi-çoğulcu” gibi çatışmacı söylemleri ve gerilimleri bil(mey)erek yeniden-üreterek iktidar ve statüko mücadelesi demektir elbette.

Öyleyse bugün toplumdaki kolektif içgörüsüzlüğün, vasatlığın ve psikolojik toplumsal sorunların had safhada artmış olmasına her gün yeniden hayret etmemeli.

SİMGESEL ANLATILAR

Biz ana mevzumuza, insanlığın bilişsel evrimi, sembolizasyon ve evreni anlamlandırma serüvenine dönelim yine. Esas diyeceğim odur ki, mitler, dinler ve bilimler arasında tam bir kopuş olduğu da tam bir modern(ist) efsane ve seküler bilimci ideolojidir.

Çünkü, gerek insanlığın, gerekse tek bir insanın ontolojik gelişimsel tarihi boyunca, mitik düşünme biçimleri hiç bir yere yok olmadılar (henüz)! Dahası, tüm kültürlerde, tüm insani olguların temelinde yer alırlar.

Kısacası mitsel, dini veya başka irrasyonel düşünceler, batıl itikatlar gibi kolay  kaybolmazlar. Her bireyin veya toplumun “bilişsel çelişki” yaşayıp yaşamadığı veya onu nasıl yönettiğidir önemli olan. Başka bir deyişle de, insanların kişisel egolarının ve laik modern devletlerin bu sığ çatışmalardan ne kadar uzak veya huzurlu kalabildiğidir anlamlı olan.

Nitekim ünlü yapısalcı Lévi-Strauss bu konuyu antropolojik ve retorik açılardan inceledi. Tabii o da kuramında mitleri simgesel biçimleri yönünden çalışmış olan neo-Kantçı Cassirer’den esinlendi.

Cassirer ise dinî ve bilimsel söylemler arasındaki epistemolojik – ki anlamayı da ona dahil etti – farkların psikolojik yönlerini ele aldı. Fakat sonuçta her iki düşünür de, her iki söylem arasındaki farklılıkları vurgulamakla birlikte, yukarıdaki “süreklilik” tezini doğruladılar.

Öte yandan, mit denince benim aklıma ilk gelen isim ve favorim Giambattista Vico’yu anmadan olmaz. Zira Yeni Bilim’i (Scienze Nuova /The New Science) daha 18. yüzyılın başında yazdı. Özetle, mitleri ilkel insanların gerçek tarihsel olaylardan yola çıkarak yarattıkları görüşündeydi. Ne kadar ham olurlarsa olsunlar, dünyadan bihaber, birbirlerinden izole gruplar halinde yaşamalarına, yani her türlü “dışsal motivasyon” yokluğuna rağmen proaktif ve “şiirsel yaratıcılıklarını” övdü.

İlk insanların mitolojik sembollerinin alegori ve metaforlarla iç içe geçip yeniden biçimlenerek günümüze kadar geldiğini savundu. Hem Kartezyen dünyayı çok daha “barbar”, yıkıcı ve sürdürülemez buldu. Hem de mitleri düzeltmek üzere yorumlayan Descartes “uslu” akademi dünyasını “bilimadamlarının kibiri” diyerek eleştirdi.

Yine Vico’nun öncülük ettiği içgörülerden biri de şu oldu: Mısır’lıların ilk teolojisi ile de örneklediği gibi, bunlardan “utanan” sonraki nesiller araya yeni mistik yorumlar serpiştirdiler. Adeta kendi tarihlerini yepyeni bir dile çevirdiler. Böylece yarı mistik, yarı masalsı bir tarih anlatısı dokudular.

Daha çağdaş bilim ve siyaset felsefecisi Popper da keza, pek çok bilimsel icadın kökeninde mitsel düşünce olduğunu yadsımaz. Elbette o, söylemler arasındaki keskin ayrımı ve “görgül yanlışlama” ilkesini de sürekli olarak hatırlatmadan edemez.

Bugün dünya geneli veya tabii Türkiye için esas önemli soru bence aradaki bu (“esnek”) söylemsel sınırların 5N-1K (neyin, ne amaçla, ne zaman, nerede, nasıl ve kimler tarafından) çekilebileceği ve aşılabilmesi.

Yazımı tam (üzerine neredeyse tüm kariyerimi inşa ettiğim!) bu noktada sonlandırıyorken karşıma Twitter’da “başörtülü veya dini semboller taşıyan psikolog olur/olmaz” tartışması çıktı! Gerçi bir iki tweet de yazmadım değil. Fakat konu bu yazının ana meselesiyle göbekten ilintili olduğundan, izninizle minik bir ekleme de burada yapayım.

Zira psikolojizasyon aynı zamanda mitler, dinler ve bilimler arasında bir nevi bağlaç işlevi de görür. Genel ve epistemolojik olarak “rasyonel bilim” ve “irrasyonel bilim-dışı” düşünce ve söylemler arasında bir tipolojisinden bile söz edilebilir. Örneğin; binişiklik, tamamlayıcılık, ilişkisellik, geçirgenlik, indirgemecilik, terminolojik çeviri, ideal özdeşlik gibi.

Fakat şimdi akademik veya popüler kültürdeki ayrıntılarına girmeksizin, iki tanınmış örnek fikir vermek açısından yeterli olur sanırım: Bizde dindarların da pek sevdiği Jung arketipler ve kolektif bilinçaltı gibi kavramlarıyla “terminolojik çeviri” tipinin örneğini verir. Barbour’un diyalog modeli ise daha çok “ne özdeşlik, ne de zıtlık” olarak birbirinden yeterince ayrışmış iki söylemin “ilişkiselliğine”  tipik bir örnektir.

Ancak zaten uzunca zamandır hep ötelemekte olduğum bu çok yüklü psikolojizasyon konusunu (yeni bir Netflix dizisinden önce!) ayrıca ele alıp, tartışmalı.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI