Cuma, Nisan 26, 2024

Muaviye bir cins isimdir, Ali’den ve tarihten kaçanların ismi!

Ebu Zer’in haram mal ve parayla zenginleşenlere karşı duruşunun sesi nasıl kısıldı, Hazret-i Muhammed’in soyu hangi mücbir sebepler gerekçe gösterilip oklandı ve vaka-yı Kerbela’ya keenlemyekün kisvesi giydirilip pantomim icra edildi?

Sufiler, mertliğin Ali’den siyasetin Muaviye’den kaldığına inanırlar. Şüphesiz bu itikat, İslam’ı ‘devlet dini’ sandıklamasıyla sunan müesses nizama karşı bir reddiye. Kaldı ki sof giyen adamların muhalefeti, isminin kökeni nereden geldiği flu olan tasavvufun çıkış noktasıdır aslında. Derunî hayat tarzının örgütlenmiş hâli addedilen tarikatlar için en muayyen tavır; şeyh efendilerin şecerelerini bir şekilde Hazret-i Ali’ye çıkarmalarında, yollarını bir sebeple Haydar-ı Kerrar’la buluşturmalarında yatar.

Şunu baştan kaydedeyim: Bu yazıyı; İslam tarihinin en kara/nlık zamanlarını kronolojik olarak aktarmak için kaleme almıyorum. Ben bu kısacık (konutlukta/deprem kargaşasında) alanda, meselenin image’ıyla alakalı birkaç cümle kurmak, koordinatları hesaplamak istiyorum o kadar. Meraklısı, yani yaşanan hadiselerin abecesini öğrenmek isteyenler hem Sünni hem Şii kaynaklara müracaat edebilir, dedikten sonra devam edelim.

MUAVİYE’DEN ALİ’YE YUGOSLAV FAULÜ

Malum ‘ev halkı’ anlamına gelen Ehl-i Beyt (âli aba?) terkibi Hz. Peygamber’in aile fertleri için kullanılan, eşini, çocuklarını, torunlarını ve yakın akrabalarını kapsayan bir tabir. İşte bu evin direği hükmündeki İmam Ali ile Hazret-i Aişe arasında, üçüncü halife Hazret-i Osman’ın öldürülmesi sonrası yaşanan psikolojik atmosfer içinde 656 yılında Cemel Vakası cereyan eder. Bu, ‘İslâm akaidinde iman-küfür sınırı, irade hürriyeti, kader gibi önemli problemlerin tartışma konusu hâline getirilmesine tesir etmiş’ ilk iç savaş sayılır.

Bir sene sonra, yani 657’de Ali ile iktidarı devralmak adına kulisler yapıp, dolaplar çeviren Muaviye ile karşı karşıya gelir. Sıffin Savaşı olarak bilinen bu harp, Müslümanların birbirlerine kılıç çekip öldürmeleri tereddüdünün etrafa yayılması sonucunda durdurulur. Kuran’ın yaptırım gücü hususunda mutabakata varmak için ortaya atılan Hakem Olayı, ihtilafı çözmek yerine işi daha karmaşık hâle getirir.

Konjonktürü lehine değerlendirmek isteyen Muaviye, fırsattan istifade ederek, tabir yerindeyse Yugoslav faulü yaparak, manevra alanı açar ve kendisini Suriye’de halife ilan eder. İşte o gün İslam toplumu ikiye bölünür, cebren ve hileyle iktidara sahip olanlarla keşküllerindeki kintsugi’lerle başka bir yolculuğa çıkan dervişler ayrışır.

EBU SÜFYAN-MUAVİYE-YEZİD TRİUMVİRA’SI

10 (Muharrem) Ekim 680 tarihinde kayıtlara Kerbela Vakası olarak geçen, Muaviye’nin oğlu Yezid tarafından tertiplenen ve Hazreti Muhammed’in torunu Hazreti Hüseyin ile beraberindeki yetmiş kadar muharibin katledilmesi, İslam coğrafyasındaki travmayı sabitlemiş olur. Nesilden nesle geçen Ebu Süfyan-Muaviye-Yezid triumvira’sının kararları; Müslüman devletlerin zaman zaman benimsedikleri bir formül, reayanın otoriteye ses etmemesi adına örülen bir istinat duvarı, bireyi değil devleti kutsayan bir baskı unsuru olacaktır, not düşelim.

İSLAM YAYILIRKEN İNSAN KISITLANIYOR

Muaviye; Hazret-i Peygamber’in ağzından uydurduğu hadislerle, sarayının sözcülüğünü yapan tarihçilerle geçmişe müdahale ederek; kendi adına bir gelecek yaratmış, pek muhtemel kafasındaki krallığı tesis etmiş, İslam âlemi onun zamanında gerçekten geniş topraklara uzanmış, Müslümanlar dünya siyasetinde etkin aktör olmuştur. Peki bu söz sahibi olma hâli, onurlu bir mücadelenin neticesinde mi vuku bulmuştur? Maalesef hayır. Muaviye, bu kudretini ‘ihsanlarının fazlalığı dolayısıyla hayrete düşenlere bir savaşın bundan çok daha fazlasına mal olacağını, paranın iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın iş gördüğü yerde kırbaca, kırbacın iş gördüğü yerde kılıca ihtiyaç duymadığını’ söyleyerek uygulamaya koymuştur.

Bu yaşananları tasavvuf erbabının vizöründen seyrettiğimizde Şeyh Bedreddin’in sarf ettiği şu sözleri tekrar etmemiz gerekecek: “Hz. Ali ve ona tabi olanlar ehl-iadl, hasımları ve onlara tabi olanlar bağidir.”

“SİZ BİR TARAF, BİZ BİR TARAF”

Fransız tarihçi Robert Mantran, İslâm’ın Yayılış Tarihi’nde Muaviye’nin politik ve askerî başarısının fotoğrafını çekerken, onun Mekke ve Medine’de ortaya çıkan kavgalardan uzak durduğunu, Şam’da ulema ve kabilelerden kendisine bağlı paramiliter güçler devşirip otoritesini taçlandırdığını kaydeder.

Meşhur sosyolog İbn Haldun da konuyu salt muktedir olmak penceresinden okuyanlara şu malzemeyi verir: “Devletçilik tabiatı şeref ve ululuğun, bir şahısta toplanmasını, tek bir adamın öne geçmesini icap ettirir. Devletçilik tabiatından olduğu için Muaviye kendisini ve kavmini bundan alıkoyamazdı. Asabiyetin tabiatı onları buna sevk ediyordu. Emevîler, hak ve hakikati aramak hususunda, Muaviye fikrinde ve yolunda olmayanlar dahi Muaviye’nin etrafında toplanarak onun uğrunda ölümü seçtiler.”

İşte sufiler, tam da böylesi kesin ve keskin virajda erkle yollarını ayırıyor, aradan çokça zamanlar geçse de Kerbela matemini (mesafesini?) o ânda muhafaza ve müdafaa ediyorlar. Şeyhlerin ve dervişlerin kaleme aldıkları maktel, divan, nutkuşerif gibi zengin bir literatürü 19. asırda yaşamış, (Mustafa Reşid Paşa’nın çağdaşı) Nakşibendi şeyhi ve şair Nigarî’nin şu dizelerinde cemedebiliriz galiba: “Ey Muâvîler ümmeti ve ey düşmân-ı Muhammedî/Siz küfrânî, biz şükrânî; siz bir taraf, biz bir taraf.”

ÇOCUKLARININ ADINI YEZİD KOYANLAR EL KALDIRSIN!

Yine bu yaşananları tasavvuf erbabının vizöründen seyrettiğimizde Şeyh Bedreddin’in sarf ettiği şu sözleri tekrar etmemiz gerekecek: “Hz. Ali ve ona tabi olanlar ehl-iadl, hasımları ve onlara tabi olanlar bağidir.” Dolayısıyla şairin dediği gibi rahmetli dedemizin yüreğinden daha eski bir mesele olan bu tereke, Necip Fazıl Kısakürek’in Hazret-i Ali kitabının sonuna iliştirdiği ve majüskül olarak kaydettiği “Malum davada Hazret-i Ali mutlaka haklı, Hazret-i Muaviye de haksız değildir.” hacıyatmaz cümlesinin çok fevkinde. Çünkü geçmiş, kaleydoskoptan bakıldığında görünen bazı mutlu kareler değil sadece.

Bu arada Muaviye bin Ebu Süfyan’ı Arap dâhisi olarak sunanlara bir challenge öneriyorum: Çocuklarının adlarını Muaviye ya da Yezid koysunlar. Öyle ya madem İslam tarihinde böylesi bir figür çok muteber/müstesna/mutena, o zaman tefahür edecekleri bir hatıra bıraksınlar arkalarında. Allah da onları ismiyle yaşatmış olur hem ne dersiniz?

ARAP ASABİYETİ TUTKALINI DEVLET AYGITINA YAPIŞTIRDI

Bütün kariyerini Ehl-i Beyt’e savaş açarak inşa eden bir ‘sahabi’nin, ‘vahiy katipliği’ pr’ıyla mazisini, hâlini ve istikbalini meşrulaştırması, yine bu fiyakalı terkiple uhrevî teminatını dünyevî araçlarla konsolide etmesi ve devamında Arap asabiyeti tutkalını devlet aygıtına yapıştırması ne kadar İslamî’dir, sormak lazım.

Camileri, kendi saltanatının propaganda üslerine çeviren, bir rivayete göre Cuma hutbelerinde Ali’yi lanetletip Emevî istibdadının temelini atan (Muzaffer Ozak, 13 Haziran 1984 tarihli bir ses kaydında, 8. asırda yaşamış Basralı zahid Hasan Basri’den nakille Muaviye’nin helakta olduğunu kaydeder. Muzaffer Efendi, “Humeyniler’den ayrılıyoruz.” diyerek; Şiilerle olan tefriki de Dört Halife üzerinden netleştirir, belirtelim.) birinin sistemleştirdiği usul, yüzyıllar içinde nasıl esasa dönüştü, fıkıh sopasıyla hangi özgürlükler gasp edildi, kimler promote edilerek zihinsel kodlar yazıldı, “Yeryüzünde İsa’nın zühdüyle yürüyen” Ebu Zer’in haram mal ve parayla zenginleşenlere karşı duruşunun sesi nasıl kısıldı, Hazret-i Muhammed’in soyu hangi mücbir sebepler gerekçe gösterilip oklandı ve vaka-yı Kerbela’ya keenlemyekün kisvesi giydirilip pantomim icra edildi?

Evet tarihe intikal etmiş hemen her şahsiyet hakkında lehte veya aleyhte deliller getirilir, konu bu değil. Hikâye; aynayı yüzüne tuttuklarında Ali’yi görenlerle iktidar ve rantın peşinde gidip Ehlibeyt’e zulmedenler arasındaki nüans, mesafe ve cephedir.

ZÜLFİKAR VE DÜLDÜL, GEÇMİŞTE VE GELECEKTE!

Kuşkusuz bu soruları difüzyona tabi tutup çoğaltıp, günümüzle eşleştirmek pek mümkün. Mühim olan -bu reel politikte size çok romantik gelse de- Sezai Karakoç’un dediği gibi Çocukluğumuz’un peşinden gidip gitmemek olayı aslında: “Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde/Binmiş gelirdi Ali bir kırata/Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından/Asya’da, Afrika’da, geçmişte gelecekte…”

Tarihî seyir içinde baktığımızda Orta Asya’daki ocaklardan Anadolu’ya melamet ateşi taşıyıp, Tanrı’nın aşısını her daim atlarının terkilerine koyup tekkelerde soluklanan, Kerbela’nın intikamını almak için yollara düşerek epik geleneği var eden, Osmanoğulları’nı Rumeli’ne taşıyıp bir Balkan İmparatorluğu yaratan Türk akıncılarının motivasyonu Muaviye’nin siyaseti değil, Hamzanameler’de, Ebumüslimnameler’de, Battalnameler’de, Saltuknameler’de gizil bir ecza gibi duran Şah-ı Merdan Ali’nin cesareti ve dik duruşuydu. (Yeri gelmişken 1 Kasım 1922 tarihinde bir Emevî icadı olan saltanatı kaldıran Mustafa Kemal Paşa’yı da bu bağlamda hayırla yâd edelim.)

AYNAYI TUTUNCA ALİ Mİ, İKTİDAR MI GÖRÜNÜYOR?

Evet tarihe intikal etmiş hemen her şahsiyet hakkında lehte veya aleyhte deliller getirilir, konu bu değil. Hikâye; aynayı yüzüne tuttuklarında Ali’yi görenlerle iktidar ve rantın peşinde gidip Ehlibeyt’e zulmedenler arasındaki nüans, mesafe ve cephedir.

Ezcümle dini bir manivela (bir siper?) gibi kullanan, meşvereti kaldırarak saltanatı önceleyen, kuru ekmek yiyen kadının oğlunun yolunu değil de krallara öykünüp sarayda yaşamayı tercih eden, adalet-i mahza yerine adalet-i izafeyi savunan, Kerbela’nın taşlarını döşeyen zihniyete karşı atılacak tek bir slogan var: “La feta illa Ali, la seyfe illa Zülfikar!”

Bu yüzden Muaviye bir cins isimdir. Ali’den ve tarihten kaçanların ismi.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI