Pazartesi, Nisan 29, 2024

Kalkınma ne değildir?

İktisat disiplininden uzak çoğu insanın gözünde büyüme ile kalkınma arasındaki fark daha muğlak olduğu için siyasetçi bu boşluğu gayet iyi kullanarak kalkınmayı çoğu zaman büyüme anlamında kullanır.

İktisada giriş derslerinde öğrencilerimize büyüme ile kalkınma arasındaki farkı şöyle anlatırız: Büyüme, bir ülkenin ulusal gelir düzeyindeki artışı gösterir bu nedenle de niceliksel bir olgudur. Kalkınma ise daha geniş bir kavramdır, iktisadi iyileşmenin insanların eğitim, sağlık gibi sosyal ve kültürel hayatına yansıması, bir başka deyişle sosyal refahın yükselmesi anlamına gelir ve bu nedenle de nitelikli büyüme olarak tanımlanır.

Aralarındaki farkı daha iyi anlayabilmeleri için öğrencilerime pasta örneğini veririm bazen. Bir pastayı unla, yağla da büyütebilirsiniz ama bu onu kaliteli bir yiyecek haline getirmez, pastayı, içine koyacağınız badem, ceviz, fındık veya meyveleri artırarak da büyütebilirsiniz. İlki sağlıklı bir seçenek değildir, geçici olarak açlığınızı giderir. Lisansüstü eğitimde bu ikisi arasındaki fark daha da belirginleşir ve iktisatçı namzedinin gözünde büyüme ortodoks (ana-akım) iktisatla özdeşleşirken, kalkınma hetorodoks iktisadın önemsediği bir konu olarak öne çıkar. Hatta benim kadar şanslıysanız doktora eğitimi sırasında Amartya Sen diye biriyle tanışırsınız ve özgürlüklerle kalkınma arasındaki ilişkiyi anlarsınız. Burada söz konusu olan özgürlükler neleri yapabileceğinizi gösteren pozitif özgürlüklerdir, yani insanın kendini gerçekleştirmesi için elinde bulunan imkânlardır.

İktisat disiplininden uzak çoğu insanın gözünde büyüme ile kalkınma arasındaki fark daha muğlak olduğu için siyasetçi bu boşluğu gayet iyi kullanarak kalkınmayı çoğu zaman büyüme anlamında kullanır ve buna itiraz edenlere de “sen zenginliğe mi karşısın” derler. Bu yazı vesilesiyle öncelikle neye karşı olduğumuzu söyleyelim: zenginliğe değil zenginliğin bir avuç insanın elinde toplanmasına, büyümenin kalkınmaya tercih edilmesine, büyümenin anahtarının verimlilik, etkinlik olarak görülmesine ve bu verimlilik denen şeyin de salt patronların gözünden görülmesine karşıyız.

Verimlilik, çok kabaca, girdi başına düşen çıktı olarak tanımlanabilir. Örneğin bir sandalye fabrikasından bahsediyorsak, 10 işçi 50 sandalye üretiyorsa işçi başına verimlilik 5 sandalye olacaktır. İşçinin kullandığı makine (teknoloji) ne kadar gelişkinse verimi o kadar yüksek olacağı gibi işçiye verilen eğitimler de verimi artıracaktır. “Şirketinizde verimliliği artırmanın 10 yolu” gibi kitaplarda somutlaşan bu anlayış, emeği yani insanı bir “girdiye” indirger ve bu girdiden en fazla verimi nasıl alabilirim diye reçeteler sunar patronlara. Bu reçeteler arasında teknolojiyi yoğun kullanmak, hizmet içi eğitim programları vs. vardır ama çalışanın yaşam standardına, özlük haklarına, çalışma koşullarına ve bunlarla yakın ilişkili motivasyonuna yer verilmez pek.

Bu durum beyaz yakalılar için de geçerlidir. Örneğin bir vakıf üniversitesi çalışanıysanız, sizin hangi şartlarda çalıştırıldığınıza bakmaksızın (ders yükü, idari iş yükü vs.) sene sonundaki yayın sayınızla ölçerler veriminizi. Hatta çalışanlar da bu sistemi öyle içselleştirmiştir ki günün sonunda kendilerinin yeterli bir akademisyen olmadığını düşünmeye başlarlar ve çoğunun başka yerlerde iş bakmaya cesareti bile kalmaz (discouraging effect).

Fabrikada üretilen sandalye, üniversitede yapılan yayın, bankacılık sektöründe satılan kredi sayısı nihai öneme sahip olan şeylerdir ve bunları nasıl kotarabildiğinizin önemi yoktur. Sistem daima yetersizliğin veya başarısızlığın kendinizden kaynaklı olduğunu düşünmeye sevk eder insanı. İnsanlar, “eğer daha iyi İngilizce bilseydim, eğer daha iyi bir okuldan doktoramı alsaydım” diye başlayan cümlelerle daha iyisini yapamamanın faturasını kendisine keserek yaşamı boyunca kendisine sunulan imkânları (pozitif özgürlükleri) değerlendirmeyi ve bunları diğerlerinin imkânlarıyla karşılaştırmayı es geçer.

Tüm bunları yeniden aklıma düşüren bir muhalefet partisinin düzenlediği “Kalkınma Kongresi’nde” dinlediğim sunumlar oldu. Şu içine düştüğümüz çıkmazda, adeta mahkûm edildiğimiz bu vasatlar dünyasında muhalefete muhalefet etmek istemezdim doğrusu ama kendimi tutamadım diyelim. Sadece konuşmacılar değil onları alkışlarıyla onaylayan dinleyiciler de bu yazıyı yazmaya sevk etti beni. Çünkü insan hayatına ve özellikle çalışmaya dair kemikleşmiş bakış açısı gördüm orada ve bu aşılmadan “en kötü’den” “daha az kötü” ye ulaşabiliriz ancak.

Öncelikle “ambiyans” tan başlayalım. Kalkınma denince benim aklıma yoksullukla ve yoksunlukla mücadele, fırsat eşitliği, toplumdaki dezavantajlı kesimlerin lehine olacak düzenlemeler gelir. Bu tarz konuların konuşulacağı bir mekânın da görece mütevazı bir yer olmasını beklerim. Şekle takılma diyebilirsiniz ama içerik ve şekil uyumu hayatidir.  Nasıl kıyafetiniz ve hatta takılarınız bile bir duruşu temsil ediyorsa seçilen mekânlar da öyledir.

Bir kere esnek çalışma modeli pandemiden çok önce gündeme gelen ve özünde “çalışanı maksimum düzeyde nasıl sömürürüm” üzerine kurulu bir mekanizma.

O yüzden lüks bir otelin aşırı gösterişli bir kongre salonunda bu meseleleri konuşmak başlı başına bir tutarsızlık gibi geliyor bana. Şimdi ben temizliğe gelen ablaya senin sorunlarını şurada konuştuk desem bana küfretmez mi? İkincisi, çeyrek lahananın 10 TL olduğu bir zamanda öyle bir mekânı kiralama bedelini tahmin bile edemiyorum. Bir siyasi partinin kampanyasını yürütmesinin başlıca iki finansman kaynağı (değirmenin suyunun kaynağı) vardır; hazine yardımı veya iş dünyası. Yani ya halk olarak vergilerimizle biz finanse ediyoruzdur ya da o partiyi destekleyerek geleceğe yatırım yapan iş insanları. İkisi de berbat seçenekler ve aslında ikisinde de finansör halktır. İlkinde mevcut ödediğimiz vergiler ikincisinde gelecekte ödeyeceğimiz vergiler söz konusudur. Hiçbir iş insanı gelecekte daha fazla vergi vermesini şart koşacak bir partiye destek olmaz. İş dünyasının mottosu bellidir: “daha çok teşvik daha az vergi”.

Tam da bu son nokta ile ilgili olarak kongrede gördüğüm başka bir tutarsızlık, devletin ekonomideki rolüyle ilgiliydi. Bir yandan ilerlemenin özel sektör liderliğinde sağlanacağı söylenirken diğer yandan da marka şirketler (özellikle kimya sektörü konuşuldu) çıkaramayışımızın nedeni devlet teşviklerinin az olmasına bağlandı. Aslında çok alışık olduğumuz bu argümana göre özel sektör özetle diyor ki devlet arkamızı pişpişlesin, bizi ayağa kaldırsın ama sonrasına karışmasın. İşin ironik yanı “devlet sevgisi” ile tanınan bir parti bu.

Gelelim kongrenin özellikle üstünde durduğu yeni çalışma trendlerine. Açılış sunumunda insanların özellikle de pandemi deneyiminden sonra iş yerine giderek çalışmanın gereksizliğini fark ettiği vurgulandıktan sonra esnek çalışmanın insan motivasyonu ve mutluluğuna olan katkılarının altı çizildi.

Dişlerimin gıcırdama sesi duyuluyor mu bilmem ama pandemi deneyimini konuşacaksak öncelikle o 2 yıllık sürecin mevcut eşitsizlikleri nasıl da gün yüzüne çıkardığıyla başlamamız gerekmez mi? Kimin hayatı evine sığdı kimlerin sığamadı? Sonra her krizi fırsata çevirmenin yollarını bulan kapitalist zihniyete getirmeliyiz konuyu. Bir kere esnek çalışma modeli pandemiden çok önce gündeme gelen ve özünde “çalışanı maksimum düzeyde nasıl sömürürüm” üzerine kurulu bir mekanizma. Pandemiyle esas gündeme gelen konu ise iş yerine getirmeden çalıştırma modeli. Temel argümanları çalışanlarımızı trafik stresinden, yol yorgunluğundan koruyarak onların daha mutlu dolayısıyla verimli olmasını sağlayabiliriz şeklinde özetlenebilir.

Patronlar daha az elektrik, su, internet, kira ödemenin ve günün her saatinde çalışanına ulaşma kolaylığını insan mutluluğu ambalajına sarıp önümüze koyuyorlar. Gömleğimin altında pijama olması akşamın bir saatinde zoom toplantısına çağrılmamı telafi edecek bir rahatlık değil ki. Aslında olan biten zamanın da ticarileşmesidir. İş yerindeki sömürü en azından mesai saatleri ile kısıtlıyken evden çalışma modelinde hemen hemen günün her saatini işine vakfetmen beklenir. Verimlilik artar mı artar.

Keşke bununla kalsa ama dahası var. Panelistler arasında bulunan bir iş insanı, iş yerine gitmek istemeyen insanları daha mutlu/verimli kılacak “innovative” fikirlerini paylaştı dinleyicilerle. Gezi direnişine dek “innovative” fikirlerini AVM tasarlamakla (barko vizyona yansıtılan kısa özgeçmişine göre memlekette kurulan çoğu AVM nin konsept geliştiricisiymiş) hayata geçirmiş olan bu bey, “Gezi ile AVM’ler tukaka edilince” farklı konseptler geliştirmeye yönelmiş. Şöyle ki; iş hayatında yaşanan dönüşüm ve yeni gelişmeler, “ortak çalışma alanı” konseptini, “sanal ofis” ve “hazır ofis” gibi hibrit ofis anlayışını gerekli kıldığından şehrin çevresine böyle mekânlar inşa etmeye karar vermiş. Bunun insanları ne kadar mutlu/verimli kılacağından dem vururken gözlerim yaşardı.

Efendim, çalışanlar bir yandan şehrin kalabalık iş merkezlerine gitmekten kurtulmak istiyorlar ancak evde de gerekli motivasyonu sağlayamıyorlarmış, bu insanlar için neler yapılabilirmiş falan…Yani çalışanlara diyor ki gelin size ofis kiralayalım. Kütüphane kurun o zaman… Bunu muhtemelen son bir yıldır ev kirasını bile ödeyemeyenlere söylemiyordur ama “kalkınma” başlıklı bir kongrede bu fikrin pazarlanması abesle iştigaldir. Hele hele şehrin dışında doğayla iç içe yapacakları bu çalışma ortamlarının zamanla sağlık turizmine de katkı sağlayabileceği öngörüsü ayrıca takdire şayandı. Bir kere iklim ve çevre sorunlarına dikkat çeken, iktidarın inşaatla büyüme politikasını eleştiren bir siyasi partinin yeni mekânlar inşasına sıcak bakmaması gerekir. İkincisi, metropol yaşamının getirdiği zorluklar aşılmak isteniyorsa bunun çözümü o şehrin nasıl bir metropol haline getirildiğine odaklanmaktan ve üretimin farklı şehirlere dengeli bir şekilde yayılmasını sağlayacak iktisadi politikalara eğilmekten geçer.

Sistem daima yetersizliğin veya başarısızlığın kendinizden kaynaklı olduğunu düşünmeye sevk eder insanı.

Panel katılımcılarının, esasen kapitalizme alternatifler sunan dayanışma ekonomileri literatüründen alınma bir kavram olan “paylaşım ekonomisi”ni bambaşka bir anlama gelecek şekilde cümle içinde kullanmaları da tırnaklarımı çıkarmama neden oldu diyebilirim. Bu tarz toplantıların olmazsa olmazı “innovasyon”, “girişimcilik” sakızları da bolca çiğnendikten sonra üyelerinin ve genel başkanlarının partilerini bir “start-up” olarak nitelediklerini öğrendik.

Vikipedi’deki tanıma göre start-up, “bir pazar ihtiyacını giderme amacı taşıyan yenilikçi bir ürün, süreç veya servis sunan genel olarak yeni kurulmuş ve hızlı büyüme gösteren bir müessese”dir.  Öncelikle ne kadar yenilikçi olduklarına bakalım. Sunumların kompozisyonundan anladığımız kadarıyla anlatılmak istenen şuydu: hem büyümeyi sağlamak, büyürken enflasyonu düşürmek hem de cari dengeyi iyileştirmek mümkün ve bunun sihirli anahtarı verimlilik artışı. O zaman verimliliği artıracak şeylere odaklanmalıyız.

Esasen beşeri sermayenin yani insan unsurunun üretkenliği anlamına gelen verimliliği artırmak için de yurdu fiber ağlarla örmek, girişimci dostu bir ortam ve mevzuat tasarlamak, devlet teşviklerini artırmak, hibrit çalışma mekânları tasarlamaktan başka politika önerisi göremedim; Avrupa ve ABD’den esinlenilmiş proje ve kurumların isimlerinin yerlileştirilerek sunulmasından başka. Dolayısıyla ortada yeni denebilecek bir şey yok. Partinin hızlı büyümesine gelince, yaklaşık 4 yıldır iliğimizi kurutan ve şiddetini son bir yılda iyice artıran ekonomik kriz ortamında muhalefet partisi büyümeyecekse kim büyüyecek?

Haklı olarak, “merkeze oynayan bir partiden ne bekliyordun ki” sorusu gelebilir. Hayal kırıklığının nedeni bu kongrelerin düzenleyicisi hocamıza verdiğimiz değerden kaynaklı sanırım. Başka bir deyişle, partinin son dönemde transfer ettiği parlak akademisyenlerden kalkınma iktisatçısı hocamızın sosyal refahın arttırılmasına dönük projelerinin yüzü suyu hürmetine bir şans verelim dedik.

Hatta hocamızın Aralık ayında düzenlediği “Yoksulluk ve Kapsayıcılık Kongresi” sağ tandanslı bir partinin sosyal politikalara bakışının “sadaka” dan öteye taşınabileceğine dair ümit de vermişti. Ancak gördük ki o projeler, bu kongredeki zihniyetle yürütülemez. Bir yanlış bir doğruyu götürür bazen. Hem çalışan milyonları hem de patronları aynı anda mutlu edemezsin, hem çevreyi koruyayım hem yeni çalış(tır)ma alanları inşa edeyim diyemezsin ve dahası kentlerimizin AVM mezarlığına çevrilmesinde rol alan birini rol model olarak gösteremezsin. “Atamız”ın vizyonunu revize ederek kentli, seküler milliyetçilerin kalbi kazanılabilir elbette, iş dünyasının önceliklerini merkeze koyarak merkezde bir parti de olunabilir ama buna kalkınma denilmez.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI