Cumartesi, Nisan 27, 2024

Arnavutluk Yazıları X: Kordiplomatik hatıralar eşliğinde değişim

Türkiye’nin Tiran Sefaretinde gerek Büyükelçi gerekse de Başkatip olarak çok önemli isimler görev yapmıştır. Başkatip olarak Halil Vedad ile Tanşuğ Bleda, Büyükelçi olarak Yakup Kadri ile Bilal Şimşir bu isimlerin başlıcalarıdır. Onların anılarından yola çıkarak şehrin değişimini görmeye çalışıyorum.

Türkiye’nin Tiran Büyükelçileri arasında alanlarında epey öne çıkmış isimler göze çarpar.

Mesela, 1934’te, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, görevi Ruşen Eşref Ünaydın’dan devralır.

Arnavutluk’ta Kral Zogu dönemidir, Zoraki Diplomat adlı sefaretnamesi bu ülkedeki anılarıyla başlar.

Ne yazık ki, Ruşen Eşref bu ülkede geçirdiği günlere dair bir kitap bırakmamıştır.

Zaten Türkiye’nin Tiran’daki büyükelçiliği uzun seneler boyunca kapalı kalacaktır.

İlk boşluk, Ahmet Zogu’nun krallığını ilan ettiği 1 Eylül 1928’den bir ay kadar sonra Büyükelçi’nin yerine Maslahatgüzar’ı bırakıp Ankara’ya dönmesiyle başlar ve altı sene sürer.

İkinci dönem de İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasından Enver Hoca’nın demir yumrukla hüküm sürdüğü senelere kadar devam eder: 1939-1959.

Yalnız burada bir fark var, onu belirtmem gerekiyor.

Savaş başlayınca Arnavutluk önce 1939 Nisanında İtalyanlar sonra da 1943’te Almanlar tarafından işgal edildi.

Kral Zogu, eşi Geraldine, iki günlük oğlu Prens Alexander ve maiyetiyle birlikte işgal günü Tiran’dan Elbasan’a gitti, oradan da Yunanistan’a kaçtı.

Zogu ve maiyetinin bir sonraki durağı ise Türkiye olacaktı; devrik kral 3 Mayıs’ta Türkiye’ye sığındı.

Kral ile Kraliçe, Türkiye’de geçirdikleri günler boyunca Pera Palas’ta misafir edildiler.

İtalyanların gözünde Arnavutluk diye egemen bir ülke kalmadığı için Tiran’da bir büyükelçilik olamazdı, burada olsa olsa konsolosluklar yer alabilirdi.

Savaş boyunca, yani 1945’e kadar, Türkiye’nin Tiran’daki konsolosluğu açık kaldı.

Sonrasını Bilal Şimşir’den dinleyelim: “Enver Hoca’nın yaptığı ilk işlerden biri Tirana’daki Türk Konsolosluğu’nu kapatmak oldu. Konsolosluk görevlileri Türkiye’ye gönderildi, bir bakıma Arnavutluk’tan kovuldu.”

Gene de, Büyükelçiliğin açık olduğu bu kısa döneme rağmen, Türkiye’nin meşhur hariciyecilerini burada görürüz.

İlerleyen senelerin önemli büyükelçilerinden olan Tanşuğ Bleda, henüz Başkatip unvanına sahipken 1968-70 arasını geçirdiği Tiran anılarına Maskeli Balo adlı hatıratında şöyle bir değinir ama Arnavutluk hakkındaki en kapsamlı çalışmayı aynı zamanda bir tarih doktoru olan Bilal Şimşir yapmıştır.

Türkiye-Arnavutluk İlişkileri Büyükelçilik Anıları (1985-1988) adını verdiği hatıratında Tiran’da geçirdiği üç seneyi uzun uzun anlatır.

Şimdi gelin, Tiran’ın seneler içindeli değişimini, sefaretnamelerden görmeye çalışalım.

Yakup Kadri’nin geldiği ülke bir krallıktı, Tanşuğ Bleda, Enver Hoca’nın en güçlü senelerinde gelmişti, Bilal Şimşir ise Enver Hoca’nın ölümden altı ay kadar sonra Ramiz Aliya döneminde görevine başlamıştı.

Böylece, bu sefaretnameler sayesinde, Arnavutluk’un üç dönemini de görmüş olacağız.

Benim 2020’lerde geldiğim Tiran ise dış dünyaya açılmış, bu hatıralardaki özelliklerini tamamen yitirmiş bir şehir.

Sefaretnamelere geçmeden önce, nedense hiçbirinde değinilmeyen ama Tiran Elçiliği’nde geçmiş çok önemli bir olaydan da söz etmek istiyorum: Halid Ziya’nın hariciyeci oğlu Halil Vedad, Tiran’da Başkatip olarak görev yaparken intihar etti.

Sene, 1937’ydi, Yakup Kadri, Tiran’dan çoktan ayrılmıştı ama hatıralarını ellilerin ortasında yazdığı halde Halil Vedad’a hiç değinmedi, bu da bana oldukça tuhaf gelir.

Halil Vedad’ın hayatına ve intiharına yol açan buhranlarına dair en önemli eser, sanırım, Selim İleri’nin Kırık Deniz Kabukları adlı romanıdır.

Bu parantezi kapattıktan sonra sefaretnamelere dönebiliriz.

1934 senesinde tayin edildiği Tiran, Yakup Kadri’ye sürgün denince akla ilk gelen yer olan Fizan’ı çağrıştırır.

İlk hislerini şöyle anlatıyor: “Arnavutluk denince akla gelen ilk ihtimal, daha ilk adımda, ya arkadan bir hançer saplanmasıyla, ya enseden bir kurşun vurmasıyla düşüp ölmekten başka bir şey değildi.”

Arnavutluk’a ilk olarak Draç -bugünkü adıyla Durres- şehrinde ayak basan Yakup Kadri, gördüğü bu şehri çok beğenir: “İşte, Draç, pırıl pırıl beyaz kumsalı, narin ve yeşil tepecikleriyle serin bir sonbahar sabahının tatlı aydınlığına bürülü, önümde serilmiş duruyor.”

Draç’tan Tiran’a giden yol, Yakup Kadri’ye Ege köylerini anımsatır.

“Tiran, modernize olmaya çabalayan bir Batı Anadolu kasabası.”

Mussolini’nin faşist İtalyasının Tiran’da ne kadar revaçta olduğunu da anlatmaktan geri durmaz Yakup Kadri, yüksek sosyetede İtalyan modası alıp başını gitmiştir, Mussolini Bulvarı açılmıştır…

“Mussolini’nin kuyruklu yıldızı, burada, her yerden daha iyi gözüküyordu.”

Yakup Kadri, Tiran’dayken kendisini bir Elçi’den çok Vali gibi hissettiğini yazar.

Ayrılışının hikâyesi de matraktır: Kral, kızkardeşlerinden birini Abdülhamid’in oğullarından biriyle evlendirmeye karar verince, Türkiye, bunun Osmanlı hanedanının Balkanlarda yaşamaya devam etme arzusuna yorar ve Yakup Kadri’ye derhal geri dönme talimatı gönderir.

Kral’ın yönetimdeki baskısına rağmen, bu şehrin gelecek günleriyle karşılaştırıldığında, hem Tiran’ın hem de bir diplomatın ülke içi seyahat özgürlüğünün çok daha yüksek olduğu görülür.

Aynı şehri, bir de Tanşuğ Bleda’dan okuyalım: “Yaşadığımız yıllar Arnavutluk’un en zor dönemiydi. (…) Ethemefendi Camii dışındakiler bir gecede yıkılarak rejimin dev posterlerinin yapıldığı depolara dönüşmüş, kiliseler ise spor salonu olmuştu. Rinas Havaalanı’na giden yolun başındaki Bektaşi tekkesi ise iki üç gün içinde mısır tarlası haline gelivermişti.”

Bleda’nın anılarından Avlonya’da II. Murad tarafından yaptırılan Kurşunlu Camii’nin ahıra çevrildiğini, buna mukabil Halk Cumhuriyeti lideri Enver Hoca’nın bir Mercedes 600 arabası olduğunu, Tiran’ın yarısının yasak şehir olup orada idarecilerin lüks içinde yaşadıklarını, Büyükelçi’nin özel eşyalarının tam beş ayda Tiran’a gelebildiğini, sınır kapısının asma kilitle kapatıldığını ve bence en matrağı, “hizmetçi tutmanın ve hizmetinden memnun olmanın zorunlu olduğunu” öğreniyoruz.

Tanşuğ Bleda’nın Tiran’daki adresi de belliymiş, diğer meslektaşlarıyla birlikte diplomatların toplu halde oturtulduğu şehir dışındaki bir ev.

O dönemde, yani Arnavutluk’un Sovyet etkisinden çıkıp Maoculuğa yaklaştığı, içine en kapandığı yıllarda, Tiran’da onbeş büyükelçilik bulunuyormuş: Fransa, İtalya ve Türkiye haricindekiler Doğu Bloku ülkeleriymiş.

Yakup Kadri ise Tiran’da hemen her ülkenin temsilcisi olduğunu yazıyordu.

Bleda’nın gözlemlerinden biri şöyle: “Kültür ihtilali çerçevesinde her sabah şehir halkının devasa İskender Bey Meydanı’nda toplanarak topluca jimnastik yapması zorunluydu. Bu yüzden evleri içeriden daha rahat kontrol etmek için tutmamızı istedikleri hizmetçiler geldiklerinde bir iki saat elleri ayakları titremekten iş yapamıyorlardı.”

Büyükelçilik’te çalışan hizmetli kadın, Şahane Züğürtler piyesini hatırlatacak şekilde Krallık döneminde zengin bir ailenin piyano tahsili görmüş kızıymış, Enver Hoca’nın gelişinden sonraysa evvela ailesini kaybetmiş, bir süre tarlalarda çalıştırılmış, nihayetinde de yabancı dil bildiği için diplomatlara hizmetle görevlendirilmiş.

Yeni atanan Büyükelçi Ercüment Tatarağası’nın ülkeyle tanışmasını sağlayan ve bayılmasıyla neticelenen olayı da Bleda anlatıyor: “Gece yatmak için yatak odasına girmiş, ceketini çıkarıp asmak için dolabın kapısını açtığında içeride bir el çıkıp ceketi almış.”

Böylece, geldik Bilal Şimşir’in sefaretnamesine.

Bilal Şimşir, arşivlerdeki titiz çalışmalarıyla bilinen en üretken diplomatlarımızdandır.

Şimşir, Enver Hoca ölmüş olsa da bütün kadrosunun iktidarda olduğunu söyledikten sonra şöyle yazıyor: “Baştan başa iki sıra tel örgülerle çevrilmiş, midye gibi içine kapanmış, kuş uçurmaz, kervan geçirmez bir ülkeydi o zamanki Arnavutluk. Arnavut polisi herkese kuşkuyla bakardı, kendi halkına da bizlere de göz açtırmaz, nefes aldırmazdı. Ülkede çıt çıkmaz, yaprak kıpırdamazdı.”

Arnavutluk, tamamen içe kapanmış bir ülke ve Büyükelçilik bile temel ihtiyaçlarını yılda dört kere Danimarka’dan gelen Peter Justesen adlı kamyondan tedarik edebiliyor.

Eski Tiran elçilerinden (1938-9) Hulusi Fuat Tugay’ın bu şehre gelirken yanında “85 sandık eşya ve al renkli bir binek atı” getirdiğini hatırlatan Şimşir, “kazak, gömlek, çamaşır, yatak çarşafı, havlu, sabun, şampuan, kâğıt peçete, tuvalet kâğıdı” gibi orada bulamayacağını düşündüğü gereksinimlerini yüklenmek zorunda kalmış.

Şimşir’in anılarından Büyükelçi olmasına rağmen eşyalarının açıldığını, mektuplarının okunup kapatıldığını, sınırdan girişlerde karşısına sürekli sorunlar çıkarıldığını öğreniyoruz.

Ama hiçbiri ülke içinde serbestçe gezme hakkı olmaması ve hiçbir Arnavut’la izinsiz görüşmemesi kadar tuhaf değildir herhalde.

“Ana yoldan sapmamak şartıyla, izin kâğıdı almadan İşkodra’ya, Elbasan’a, Fier’e ve tabii Durres’e kadar gidebildiğimiz söylendi.”

Bu serbestinin sadece Türk Büyükelçisine verilmiş bir imtiyaz olduğu söyleniyor, oysa Bilal Şimşir kısa bir zaman sonra Fransız elçisinden öğreniyor ki meğer herkese aynı şeyi söylüyorlarmış.

“Yani aklı sıra bizlere birer ‘mavi boncuk’ dağıtıyor! Çocukça bir davranış.”

Tiran’ın nasıl bir yer olduğunu Şimşir’in 5 Ocak 1986 günkü gözlemiyle görelim.

“İskenderbey meydanı yakınında bir vitrinde kahverengi, büyükçe bir pasta gördüm. Hayret ve merakla yaklaştım. Burada vitrin yoktur, reklam yoktur, tüketimi özendirme yoktur, zaten tüketecek bir şey de yoktur; pastane, pasta filan hiç görülmez. (…) Biraz daha yaklaşınca ne görsem:  Bir ağaç kütüğünden yuvarlak bir parça kesmişler, yontmuşlar, boyamışlar, cilalamışlar, süslemişler, tıpkı bir pastaya benzetmişler ve getirip camekâna yerleştirmişler.”

Yokluğu Enver Hoca dönemini, yontulmuş ağaç kütüğü de yavaş yavaş dışa açılmaya karar vermiş Ramiz Aliya yönetimini anlatıyor.

Arnavutluk’ta öyle bir baskı ortamı var ki, “bizi burada ASALA değil, ancak Sigurimi vurabilir vurmak isterse,” dedikten sonra Dışişleri Bakanı’nın kendisine söylediği bir sözü kayda geçiriyor: “Burada dansing yok ama güvenlik var.”

Şimşir’in Tiran anıları insanı yer yer çok güldürür; parka gitmek yasaktır, sağ taraftan yürümek yasaktır, başka şehre gitmek, ara sokaklara girmek, yazılı izin alındığı hallerde de gidilen şehirlerde yalnız gezebilmek, bir tadilat için usta çağırmak, herhangi bir Arnavut’la tanışmak, konuşmak, davet etmek, kısacası hemen her şey yasaktır.

Otobüslerde koltuk olmadığı için herkes ayakta seyahat eder.

Defter yoktur, kâğıt yoktur, kurdele yoktur, içki yoktur, et yoktur…

Mesela, balık bulunduğu zaman alınıp dondurulur, günü geldiğinde servis edilir.

Mayıs ayında alınan balığın altı ay sonra büyük ihtimamla pişirildiğini anlatıyor Bilal Şimşir, üstelik bu ülke birbirinden güzel ve bereketli denizlere sahip.

29 Ekim [1986] resepsiyonu için hummalı bir hazırlık yapılır ama…

“Büyükelçilikte yeterince kül tablası yokmuş. (…) Tirana’da topu topu üç kül tablası varmış, biri bir dükkânda, ikisi diğer dükkânda. İşimizi görmeyecek!”

Bir de, Tiran’da 1 Mayıs kutlamalarına bakalım.

“Hayretten hayrete düşüyorum. Sanki bütün Arnavutluk yürüyor. Sanki Arnavutlar yememiş, içmemiş bugüne hazırlanmış. Bugüne kadar Arnavutluk’ta hiç görmediklerimi bugün görüyorum. Herkes bayramlıklarını giymiş, bütün kıyafetler pırıl pırıl… Sanki bambaşka bir ülkedeyim. Gözlerime inanamıyorum. Ayaklarında bir örnek beyaz spor ayakkabılarla yüzlerce, binlerce öğrenci geçiyor. Bu spor ayakkabıların bir çift bile burada çarşıda, pazarda yok. (…) Küçük okul çocukların her birinin ellerinde renk renk balonlar. Bugüne kadar bir tek Arnavut çocuğunun elinde bir tek balon görmemiştim.”

1986’nın Kurban Bayramı…

“Ateist Arnavutluk, Kurban Bayramını kutlamıyor. Böyle bir bayram tatilleri yok. Bu ülkede bayram namazının lafı bile edilmiyor, edilemez. Namaz, niyaz lafı edecek olanın vay haline! Oyalanmak için dahi testi çekenler vaktiyle hapsi boylamış. Şimdi namaz, niyaz ve de tespih yasak…”

1987’nin Mart ayında Meclis Başkanı, birkaç milletvekili ile Arnavutluk’a gelmiş.

Vekiller, Avrupa görecekleri için heyecanlıymış ama geldikleri yerde büyük bir hayalkırıklığına uğramışlar, hatta içlerinden biri Bilal Şimşir’e dert yanmış: “Bunun neresi Avrupa Allah Aşkına! Bizim Kırıkkale’den farkı yok.”

Aynı senenin temmuz ayı, Şimşir’in günlüğünden okuyalım: “Bize misafir gelen kayınvalide ‘pazara gidelim’ demiş. Meyve, sebze bakımından bizim sofrayı pek faili bulmuş. (…) beraberce çıktık. Sabahtan Tirana pazarına gittik. Duvar dibine çömelmiş 17 kişi saydım. Bütün pazarcılar bu kadar. (…) 50-60 metre yürüdük, pazar bitti. Kayınvalide, ‘pazara daha gelmedik mi?’ diye sordu. (…) 17 pazarcının her birinin torbasında ortalama dörder kilo sebze olsa, hepsi 68 kilo eder. Bütün pazarın yükü, üç aşağı beş yukarı işte bu kadar. Herhalde taş çatlasa 100 kiloyu bulmaz. (…) Bu da en bolluk zamanında. Pazarda iki kilo kızılcıktan başka tek bir meyve tanesi görmedim. Ne kavun karpuz, ne incir üzüm ne de başka bir meyve.”

Benim dolaştığım Tiran ise ne kadar farklı, sanki otuz değil de üçyüz sene geçmiş gibi…

Beş sene sonra, 1993’te, Cumhurbaşkanı Özal’a refakat edeceği için Bilal Şimşir’e yeniden Tiran yolları gözükür.

“Artık Arnavutluk’ta da rejim değişmişti. Benim Tirana’da edindiğim Arnavut dostlardan ve yakından tanıdığım devlet adamlarından hiçbiri ortalıkta yoktu. Şimdi hiç tanımadığım insanlar iktidardaydı.”

Beş senede böyle bir değişim, polis devletin tamamen ortadan kalkması ve halk desteğinin hiç olmaması gerçekten akıl alır gibi değil.

1993’ün Arnavutluk’undan çeşitli kesitler, Bilal Şimşir’in kitabından alıntılıyorum: “Arnavutluk eskisi gibi fakir, perişan ve kasvetli. (…) Resepsiyonda dini kıyafetleri ve cübbeleriyle Arnavut müftüsü, Bektaşi dedesi, Mevlevi şeyhi, Ortodoks papazı, Katolik rahip de vardı. Protokolde yerlerini almışlar! Pek şaştım, gözlerime inanamadım. Bu din adamları sanki kırkbeş yıl sonra mezardan çıkmış, yeniden dirilmiş. İşte yeni Arnavutluk! (…) Bu Arnavutlar ne kadar dindar insanlarmış meğer! Onları hiç tanıyamamışım demek. (…) Sokaklar işsiz güçsüz ve dilenci dolu. Eskiden burada kimse dilenmezdi. Şimdi meydan ve sokaklar dilenciden geçilmiyor.”

Bilal Şimşir’in Arnavut protokolünün iki ayağına dair saptamasıyla bitireyim: “Arnavut protokolünün iki ayağı olduğunu gördüm: Bir ayağı ‘gezuar’ kelimesi, diğeri de Arnavut konyağı. Gezuar ile daha havaalanında tanışmıştım. Buranın protokolünde en çok kullanılan kelime budur. Buna birçok anlam yüklenmiş: Hoşgeldin, gezuar… Dostluğa, gezuar… Sağlığınıza, şerefinize, yine gezuar. Bu sihirli kelime sanki bir maymuncuktur. Her kapıyı açar, her yerde geçer. Tebriklerde gezuar, kabullerde gezuar, iyi dileklerde gezuar, hele sofra başında hemen her lokmada gezuar.”

Eh, o zaman sıra bizde, değişenleri bir kenara bırakıp değişmeyenler için de bir kadeh kaldıralım: “Gezuar sevgili okur!”

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI