Dün burada, sadece Arnavutluk’un değil, muhtemelen bütün Balkanların yaşayan en büyük yazarı ile birlikteydim, kahve eşliğinde biraz siyasetten, bolca edebiyattan konuşmuştuk. İsmail Kadare’yi, yayıncısı Bujar Hudhri ile bistronun girişinde gördüğümde onun romanlarıyla geçirdiğim gecelerim geldi aklıma.

Aynı bistronun aynı masasında, aynı sandalyeye oturuyorum.

Juvenilia Castello’nun bahçesinde, şemsiyelerin altında.

Bela bir ayaz var, feci, Balkanların bütün ayazı toplanıp üstüme esiyor sanki.

Eh çok şükür bende de biraz Balkan kanı var, bana mısın demeden oturuyorum aynı yerde, bir kahve söyledim, ayak ayak üstüne attım, cakama bakarsan bir yaz akşamüstü denizden esen meltemi karşılıyorum.

Dün burada, sadece Arnavutluk’un değil, muhtemelen bütün Balkanların yaşayan en büyük yazarı ile birlikteydim, kahve eşliğinde biraz siyasetten, bolca edebiyattan konuşmuştuk.

İsmail Kadare’yi, yayıncısı Bujar Hudhri ile bistronun girişinde gördüğümde Kadere’nin romanlarıyla geçirdiğim gecelerim geldi aklıma.

Kitap kapakları, toprakta ceset aramak ya da rüyaları yorumlamak, işgal altında Ergiri, birkaç gün önce ziyaret ettiğim evi, sarnıç, “hapsana”, işte bir adım daha yaklaştı, İbret Taşı’nda Tepedelenli’nin kesik başı, alıp henüz okumadığım ve bunun pişmanlığını o an iliklerime kadar hissettiğim Kırık Nisan, defalarca Nobel adaylığı, birkaç adım kaldı sadece, hafızamdan hiç silinmeyen bazı cümleler, Ölü Ordunun Generali’ni okuduğum uzun tren yolculuğu, hepsi, her şey, o anda.

Tokalaştık.

Kadare’yi hemen herkes gibi ben de Ölü Ordunun Generali ile tanımıştım, daha sonra yedi-sekiz romanını okudum.

Şimdi burada, karşımda, kahveleri söyledik, sigarası yanmıyor bir türlü, yardım istiyor benden.

Çakıyorum çakmağı, yakıyor sigarasını, oh, Balkan’ın soğuğuna, doktorların tavsiyelerine aldırmadan içiyor.

Arnavutluk seyahatine çıkma kararı verdiğimde, seksenlerin ikinci yarısında, Tiran’da büyükelçilik yapan Bilal Şimşir’in sefaretnamesini okumaya başlamıştım, kalınca bir kitap, bitiremedim, yanımdaydı.

Laf lafı açtı, Balkanlardan, seyahatname yazarlığından falan konuşurken Bujar Hudhri, anılarda Kadare’ye dair bir bölüm olup olmadığını sordu.

Bilal Şimşir, bir devlet memuru olarak, “Kadare’nin edebiyatını” da milli menfaatler açısından okuyor ve bir hikâyesinden yola çıkarak bence çok yanlış bir sonuca varıyor.

Şöyle yazıyor: “İsmail Kadare bize yarın Türk dostuymuş gibi takdim edilirse, bu ikiyüzlülüğe şaşmamalıyım.”

Şimşir’in bahsettiği hikâyenin adı “Komisioni i festes”, Kadare’nin bu hikâyesini okumadım, Türkçesi var mı onu da bilmiyorum ama büyük bir edebiyatçının bir topluluğa, bir millete, bir ırka, bir dine karşı olması mümkün değildir, bakın buna eminim işte.

Elbette istisnaları vardır, arasak büyük isimler de çıkar karşımıza ama edebiyat, son kertede, “insanı anlamak” için verilen bir uğraştır ve nefret, anlamanın bir parçası değildir.

Kadare de ünü Balkan sınırlarını fersah fersah aşmış büyük bir edebiyatçı.

Bir hikâyesine bakıp onu “Türk düşmanı” diye yaftalamak abesle iştigal, ayrıca, velev ki öyle, bu durum sanatçının ürettiği ürünün niteliğini düşürür mü?

Kadare’ye, sefaretnamede “Türk düşmanı” olarak anlatıldığını söylediğimde yorgun bir gülümsemeyle baktı bana.

“‘Türk düşmanı’ mıymışım?” dedi.

Sigaradan derin bir nefes çekti.

“Daha önce ‘Sırp düşmanı’ demişlerdi, başka düşmanlıklarımı da söylemişlerdi, hatta ‘Arnavut düşmanı’ bile olmuştum…”

Yeniden sandalyesine çekildi.

Geçenlerde İtalyan bir gazeteci ile kısa bir söyleşi yapmış, göçmenlik meselesine dair verdiği bir yanıtı cımbızlayıp manşete taşımışlar, onu anlattı.

“Geçen hafta da göçmen düşmanıydım galiba, ya da tam tersi, belki de göçmen hayranı, öyle bir şey!”

Edebiyat haricinde bir ara Filistin’deki savaşa dair düşüncesini soruyorum; “bütün savaşlara karşıyım,” diyor, “milletlerin değil ama savaşların düşmanıyım!”

Kadare, Juvenilia Castello’ya onbeş senedir hemen her sabah gelirmiş.

Burada yazılar, kitaplar yazmış.

Bu akşam da ben, tanıştığımızın ertesi günü, aynı bistroda oturup yazı yazıyorum.

Romanlarından bir nüshayı imzalayarak bana hediye etti.

Tiran, benim için, artık Kadare’yle geçirdiğim bu sabah demek.

Editör: Bilgehan Uçak