Yalçın Çakmak yazdı | Muhafazakârlık ve sağın refleksleri

2012 yılında Birgün Gazetesi’nde kaleme aldığım “Cemaatin Panoptikonu” yazısının, hemen ertesi gün Odatv’de yayınlandığını o dönem çalıştığım üniversitenin rektöründen öğrenmiştim (Birgün’ün arşivinden “sildiği” bu yazıya aynı başlıkla Odatv’den ulaşabilirsiniz!). Yazı o dönem “birilerini” sinirlendirmiş olmalı ki, rektöre ulaşılmış ve onun ifadeleriyle “devlet büyüklerini rahatsız edici” ifadelerime son verilmem istenmişti! Tabi istedikleri olmamıştı. Peki, bu yazının meramı neydi?

Michel Foucault “panoptikon” kavramını, hukukçu J. Bentham’ın bir cezaevi modeli olarak geliştirdiği modelden devralarak modern devlete uygulamış ve bu vesileyle de iktidarın görünmeden kendini nasıl görünür kıldığı üzerinde durmuştu. Bu uygulama iktidar için ucuz maliyete vesile olduğu gibi istemeyen norm ve davranışların da, iktidarın takibi altında olduğu hissiyle yaşayan toplumun bir otokontrole gitmesine vesile olmaktaydı. Tabi bu sürece gelinceye değin iktidarın öncelikle hazır ve nazır bir güç olarak her yerde olduğunu hissettirip, kendini kadir-i mutlak bir güç olarak sunduğu ya da varlığını rızayla topluma kabullendirmesi geliyordu.

İşte tam da bu bağlamda o yıllar “Gülen hareketi” ya da “Hizmet hareketi” olarak göklere çıkarılan Fetullahçıların tamamen bu yönde bir strateji ile merkezden taşraya değin yaygın bir ağ ile uzandığına tanık oluyorduk. Tabi burada yine Foucault’tan iktibasla, iktidarın tek başına merkezden yerele uzanan bir yapılanmadan ziyade yerelden merkeze uzanan çift yönlü bir akışkanlık içerisinde olduğu belirtmek gerekiyor. Ki bu nedenle Fetullahçılar ya da Gülenciler bunu da çok iyi organize edip, mensupları olan taşra yapılanmalarına temsiliyet olanağı sunarak, onları merkezi siyasetle birlikte karar alma ve birçok yönden ihya olma avantajıyla görünür kaldı. Sonuçta da yerelin her başarısı ve muktedirliği genel olarak cemaatin gücünü ve itibarını sağlayan temel bir unsur oldu. Burada iktidara teşne olan taşranın, yıllardır kendisine tanınmayan bu olanağın sunduğu kullanışlılığın verdiği egoyla hareket etmesinin rolü de göz ardı edilemez. Bu bakımdan cemaatin kültürel sermayesini oluşturan okullardan yetişme şakirtlerinin taşra kökenli olduğunu da bilhassa belirtmek gerek.

Bu tablo da önemli bir diğer husus da söz konusu güç için devşirilen toplumsal tabanın sahip olduğu ideolojiydi. Özellikle muhafazakâr ve sağcı cenahın söz konusu Fetullahçı yapılanmaya entegre olma konusunda solculara nazaran hiçbir sıkıntı yaşamadığı aşikârdı. Tıpkı bugün olduğu gibi! Bu nedenle söz konusu yazıdaki şu değerlendirmelerime dikkat çekerek ve ilerde de hatırlatarak, bu izahatı başka bir hususla bağlamak isterim:

Türkiye gibi milliyetçilik ile İslam’ın bu denli iç içe geçtiği bir ülkede, bir zamanların koyu milliyetçisi olanların, İslami değerlere bağlı bir örgütlenme ve partiye entegre olma şansları çok yüksek. İslam adına ve üstelikte İslam’ın ruhuna aykırı bir şekilde Türk milliyetçiliği de yapan bu yapıya [Fetullah Gülen Cemaati] müdahil olmak, vaktiyle hamamlarda dökülen “kırk tas su” gibi sıradan bir temizlenme ayinini dahi gerekli görmemekte!

Aynı suda kaç defa yıkanılır?

Marks, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i başlıklı yapıtının girişinde Hegel’i tamamlayarak “tarihin, ilkinde trajedi ikincisindeyse komedi olmak üzere iki defa tekerrür ettiğini” dile getirir. Buradaki ironi basittir: İnsanoğlu, ilkinde kendine olumsuzluklar yaşatan bir hadisenin ikinci defasında yeniden ve göz göre yaşanmasına müsaade ediyorsa bunun sonuçları artık trajedi değil, olsa olsa komedidir! Bu bağlamda, bizim için bahse konu değerlendirmenin muhatabı da içinde yaşadığımız bugün ve gelecek olsa gerek…
Yıllarca bir tarikatın aleni bir şekilde büyümesine göz yumulmasının ne denli feci sonuçlara neden olduğunu 15 Temmuz 2016’da ziyadesiyle tecrübe ettik! Çünkü bu tarikat “cehennemin taşlarını” demokrasi ve özgürlük gibi bir takım “iyi niyet söylemleriyle” döşerken bile birçok toplumsal kesimi ve kişiyi mağdur etti. Ama görünen o ki yaşananlardan pek de ders çıkarılmadı. Öyle olsaydı şayet bugün hala “hangi bakanlıkta hangi tarikatın etkin olduğunu” konuşmazdık.

Değişim ve dönüşümün öngörüldüğü diyalektiğin yasaları uyarınca bir suda iki defa yıkanılmazsa da (-ki buradaki kasıt akar sudur) aynı suyun defaatle kirlenmiş haline girilerek daha çok kirlenebilir ve de daha büyük acılarla karşılaşabilirsiniz. O halde tüm bunlar meydana geldiğinde ne diyeceğiz? Çünkü ne yapacağız demek için vakit artık çok geç olur!…

Peki, bütün bunlar olurken, nasıl oldu da bir zamanların Gülen taraftarı muktedirleri renk değiştirerek, yeni oyunun kâğıt desteleri içerisinde kendilerine yeniden yer bulabildi? İddialara göre dünün tescilli bazı Gülencilerinin bugün hiçbir şey olmamış gibi yine rol kesmelerinde gizli tanık olmalarının büyük bir rolünün olduğu belirtiliyor. Ya da -her devletin yapacağı gibi- başından itibaren istihbarat görevlisi olarak bu tarikatın kontrolü için içine sızdıkları düşünülebilir. Bu anlaşılır bir şey. Peki ya koca bir taban, bir anda buhar mı oldu? Olduysa şayet bu buhar olma halinin arkasında Gülencilerin bir darbe teşebbüsünde bulunmasından duyulan rahatsızlık mı etkiliydi?

Şahsi kanaatim, bunun tamamen darbe teşebbüsünde bulunulmasına duyulan tepkiden ziyade, darbenin başarısız olmasıyla daha yakın olduğu yönünde. Ki aksini düşünenleri şu soruyla meşgul etmek isterim: Darbe başarılı olsaydı bugün darbeyi telin eden bahsi geçen kesim nasıl bir tavır takınırdı? Biliyorum ucu açık bir soru ama sormadan da olmuyor. Zira bu husustaki reflekslerim bir şeyleri bilmekten ziyade daha çok anlamaya odaklı! O halde daha genel bir değerlendirme ile sunarsak Türkiye sağ toplumu darbelere karşı örgütlü bir tutum sergiledi mi? Bu sadece bir soru ve cevabını da bilmek istiyorum. Gelelim diğer sorularıma…

Söz konusu yazımdan alıntıladığım yukarıdaki paragrafın üzerine düşündüğümüzde bir bütün olarak muhafazakâr ve sağcı geleneğin her defasında hali hazırdaki iktidar yapılanmasına eklemlenmesinin esbab-ı mucibesi nedir? Yoksa İslami köklere uzanan ulu’l-emre itaatten mi kaynaklanıyor? Ya da “en kötü düzenin en iyi düzensizlikten daha makbul olduğu” inancından mı? Öyleyse şayet bu düşünce genel mi yoksa sadece Türkiye’ye mi özgü? Genelse şayet, Ortadoğu’nun muhtelif ülkelerindeki otoriter rejimlere karşı girişilen ayaklanmaları neden Türkiye’deki muhafazakâr ve sağcılar örtük ya da açıktan desteklerken mesele Türkiye olduğunda farklı bir fikir tutum takınır?

Peki acaba burada takınılan tutum yerleşik bir ahlaki düşünce sistematiğinden mi yoksa somut durumların somut “getirileri” denilen, pragmatik kaygıların hakim gelmesinden mi kaynaklanıyor? Böyleyse yarının Türkiye’sini hangi temeller üzerine inşa edeceğiz?
Bu vesileyle şu soruları da sormak elzem: Türkiye’de devletini ve ülkesini SEVMEK sadece iktidara ya da A,B,C partisine koşulsuz itaatten mi geçiyor? Yani iktidar yanlış yapamaz mı ve bir yurttaş da eleştirileriyle aslında ona doğruyu söyleyemez mi? Yoksa 95 yıldır cumhuriyet, 82 yıldır da laik olduğu iddia edilen bir ülkedeki tüm liderler ve partileri tanrının yeryüzündeki gölgesi de (zillullah fi’l-arz) yanılmazlık ve dolayısıyla eleştirilemezlik payesine mi sahip?

Neyiz biz! Neredeyse yüz yılı bulan bir cumhuriyet tarihi içerisinde vatandaşlık payesiyle kandırılan tebaalar mıyız? Demokrasinin işlevsel olmadığı bir cumhuriyetin İran “Cumhuriyeti”nden farkı nedir? Ve neden bu ülkede eleştiri her defasında “yıkıcılık ve bölücülük” damgasıyla yaftalanıp, bunu gerçekleştirenler bir kez olsun dinlenilmeden çoğu defa zulme maruz bırakılır? Bir ülkenin aydını kendini ifade edemeyecek ya da ifade ettikten sonra başına bir şeylerin geleceğinden endişe duyacaksa, o ülkenin ilerlemesi nasıl olacak? Buyurun üniversitelerimizin içler acısı hali ortada.

Son sözleri, bilenler için tekrar olacak bir anekdota bırakıyorum… Fransa’nın Cezayir işgaline yönelik Paris sokaklarında protestolar yükselince, bir kısım devlet erkânı cumhurbaşkanı De Gaulle protestoların başını çeken Sartre’nin cezalandırılması önerisini götürür. Bu öneriye karşı De Gaulle’nin cevabı tarihe geçecek mahiyettedir: “Sartre Fransa’dır.” Yani bir ülkenin aydınını cezalandırması aslında ülkenin tamamını cezalandırmasından farksızdır…

İşte cumhuriyet dediğin dünyaya açılan penceresi olan aydınını böyle korur! Peki biz bunu yaptık mı?