Günün sonunda olansa, meydanlarda öldürülen binlerce insana, kitleleri coşkuyla dolduruşa getiren ve nihayetinde yüzüstü bırakılan “uyanış” vb söylemlere oldu; sonuçta hepsi de uluslararası siyasetin soğuk realpolitik duvarına çarpıp başarısızlığa uğradı. 2010 yılı sonunda başlayan Arap coğrafyasındaki isyan, başkaldırı ve huzursuzluk dalgasına değindiğim bu yazı dizisinin ilk bölümünde (https://www.politikyol.com/arap-baharinin-13-yilinda-bolgeye-dair-birkac-not-1/ ) şu soruya yanıt aramaya gayret etmiştim: “Arap Baharı” süreci kendiliğinden mi ortaya çıktı, yoksa bir büyük dış projenin yansıması mıydı? Serinin ikinci yazısında ise “Arap Sokağı gerçekten değişim istiyor mu? Değişim isteyenler kim ve toplumun ne kadarını temsil ediyorlar?” sorusu ekseninde “halkın talepleri” kavramına eğilmiştim (https://www.politikyol.com/arap-baharinin-13-yilinda-bolgeye-dair-birkac-not-halk-degisim-istiyor-ne-demek/ )

Üçüncü yazıda ise, bilhassa bölgedeki İslamcı aktörler ve bölge dışından bazı gözlemcilerin öne sürdüğü bir iddiaya yanıt aramaya çalışacağım:

“Arap sokağındaki huzursuzluklar, gerçekten İslamî motivasyonla kıyam eden ve bir İslam Devrimi peşinde koşan kitlelerin hareketi miydi?”

Tunus, Mısır, Yemen, Cezayir, Ürdün gibi Arap toplumlarında 2010 yılının son haftalarında başlayan ve hızla diğer Arap ülkelerine de yayılan sokak protestoları ve kitlesel halk hareketleri, farklı iç ve bölgesel aktörler tarafından birbirinden farklılaşan biçimlerde tanımlandı.

Bazı çevreler bunları, onyılların biriktirdiği otoriterlik karşıtı hoşnutsuzlukların beslediği meşru bir halk hareketi olarak tanımlarken, bazı çevreler ABD ve İsrail’in olaylardaki “parmağını” sezmekte gecikmedi. Diğer bazı mahfiller, el-Kaide kökenli oluşumların “terör devleti” kurma hedefine odaklanırken, bölgedeki bazı ülke ve aktörler ise yeniden bir “İslamî uyanış” tezinin savunuculuğunu yapıyordu.

Peki, Fas’tan Bahreyn’e, Suriye’den Yemen’e kadar çok geniş bir coğrafyada, birbirinden çok farklı sosyo-ekonomik şartlara, etnik ve mezhepsel kompozisyona, devlet-toplum ilişki ağlarına, farklılaşan İslamî hareket tecrübelerine, ekonomik ve politik bağımlılık ilişkilerine, bölgesel ve uluslararası angajmanlara sahip bunca toplumun hepsinde birden bir “İslamî uyanış” gerçekleşmesi mümkün müydü? Bunu iddia etmek ne kadar gerçekçi olabilir?

Türkiye’de bazı çevrelerin de sıklıkla dile getirdiği bu “İslamî uyanış” tezinin sahada karşılığının olmadığını, sokaklara çıkan, ölen ve öldürülen kitlelerin içinde İslamî hassasiyetle bir “devrim” peşinde olan kesimlerin bulunmadığını söylemek şüphesiz mümkün değil. Bilhassa Mısır, Suriye, Libya, Tunus gibi silahlı çatışmaların yanısıra politik güç mücadelelerinin halen daha sürdüğü ülkelerde önemli ölçüde İslamcı grupların sokaklara indiğini, silahlı veya sivil bir mücadele içine girdiklerini söylemek elbette mümkündür ve hakikatin ifadesidir.

Ancak buradaki temel soru, tıpkı bir önceki yazıda iç faktörler – dış parametreler arasındaki tesir dengesine işaret edilen bölümde olduğu gibi, bir kapsayıcılık ve açıklayıcılık sorunudur: Sokaklara çıkan kitlelerin ne kadarı İslamî hassasiyetle hareket etmiş olabilir, İslamcı retorik kitlelerin tamamını yönlendirebilecek kadar güçlü bir dinamik midir? Eğer böyleyse, bu kitleleri bastıran yönetimler ve halkın başka saiklerle hareket eden geri kalanı “dinsiz” midir? Ve asıl can alıcı soru: İslamcı hareketler başarısız olup hüsrana mı uğramıştır?

Buradaki temel meselelerden biri, olayları açıklamakta kullanılan sloganik söylemin ezbere ve maksatlı olarak serdedilmesi, daha ziyade kitlelere ve uluslararası topluma kimlik temelli mesaj verme kaygısıyla hareket edilmesidir. Ancak altı çizilmesi gereken bir husus da, bölge toplumları ve otoriter yönetimlerindeki bazı çevrelerin, kendi Batı-dostu ve seküler yönetim biçimlerinin daha “tercihe şayan” olduğu mesajını vermek için bilinçli ve mübalağalı bir “biz gidersek İslamcılar gelir” kozuna oynamakta olduğudur.

Bu noktada ikinci ve asıl önemli parametre ise, Arap sokağında tesir ve nüfuz sahibi olmak isteyen bölgedeki İslamî güç merkezi ve aktörlerin söylem üstünlüğünü ele geçirmek, kitleler nezdinde kendi dini anlayışının propagandasını yapmak ve kendi iç kamuoyunda sınır-ötesi müdahalelerini meşrulaştırmak için ideolojik diskuru öne çıkarma gayretidir. Bu çerçevede iki önemli güç merkezi, 2010 yılından itibaren ön plana çıktı: Körfez’deki Selefî çevreler ve İran İslam Cumhuriyeti’nin öncülüğündeki Şii “network”ler.

Aslında her iki Selefî-Şii (İmamiyye) “İslamî uyanış” söyleminin birbirini besleyip motive ettiği ve kendi tabanında/bölgede eylemlerini meşrulaştırmak için kullanıldığını söylemek abartılı bir tespit olmayacaktır. İran ve Irak Şiilerinin yanısıra, Pakistan ve Afganistan’dan getirilen Şii savaşçıların ve doğrudan Hizbullah’ın Şam’daki Seyyide Zeynep [Kerbela’da Emevi ordusunca öldürülen peygamber torunu Hüseyin’in, savaş meydanından sağ kurutulup esir edilerek Şam’a getirilen kız kardeşi] türbesini “tekfirci teröristlerin saldırılarından korumak” amacıyla Suriye’de bulundukları söylemi, 2012-13 gibi erken bir dönemden beri bu diskur savaşının bir cephesini teşkil ediyor.

Slogan savaşının diğer cephesinde ise, Arap dünyasının farklı coğrafyalarından ve Avrupa, ABD gibi bölgelerden gelip “Rafızî Perslerin Arap topraklarını istila etmesini engellemek” amacıyla Suriye’de silahlı mücadeleye girişen Selefî çevreler ve onları destekleyen Körfez’deki zengin Arap “network”leri bulunuyor. Suriye, Yemen gibi iç çatışmaların halen sürdüğü “Arap Baharı” ülkelerinde ve Bahreyn, Suudi Arabistan gibi mahalli Şii toplulukların Sünni otoriter rejimlere karşı başkaldırdığı ülkelerde bu retorik savaşının sahaya doğrudan tesir ettiği vakıadır, keza daha onyıllar sürecek düşmanlık ateşini besleyip harladığı da ayrı bir realite.

Diğer taraftan bir “İslamî uyanış” söylemini besleyecek daha kitlesel bazı gelişmeler de yaşandı elbette. Bu cümleden olarak, 1920’lerin sonunda kurulup hızla kitleselleşen ve Batı yanlısı veya Arap milliyetçisi yönetimlerin onyıllardır en önemli popüler muhalifi konumunda bulunan Müslüman Kardeşler bağlantılı partilerin iktidara geldiği Mısır, Tunus gibi ülkelerde konjonktürel olarak yükselen İslamî söylemler bu argümanlara temel teşkil ediyor. Ancak İhvan bağlantılı yükselişin hızla başarısızlığa uğradığı her iki ülkede günümüzde yaşanan gelişmeler, toplumların geniş kesimlerinin, politik ve askeri elitlerin, ve hepsinden önemlisi bölgesel ve uluslararası dengelerin bu tür bir gelişmeye ne kadar müsamahayla bakabileceği hususunda “İslamî uyanış” söyleminin de sınırlarını göstermiş oldu.

Ancak, bu noktada asıl mesele; bu İslamcı çevrelerin halkın ne kadarını temsil edebildiği, toplumun geri kalan kesimleriyle ilişkilerinin mahiyeti ve kapsayıcılık sorunları, iç ve dış ekonomi-politik dengelerde ne kadar etkili bir role sahip oldukları gibi daha temel ve yapısal konularda kilitleniyor. Bilhassa Mısır ve Tunus tecrübeleri, her üç parametre açısından da “İslamî uyanış” söyleminin somut ve sürdürülebilir bir zemininin bulunmadığını, bu çevrelerin toplumun oldukça sınırlı bir kesimini temsil edebildiğini, elitler nezdinde kaydadeğer bir desteğe sahip olamadıkları için de kolayca siyasetten tasfiye edilebildiklerini ve bölgesel/uluslararası aktörlerin bu çevrelere süratle sırtlarını dönebildiklerini gösterdi.

Günün sonunda olansa, meydanlarda öldürülen binlerce insana, kitleleri coşkuyla dolduruşa getiren ve nihayetinde yüzüstü bırakılan “uyanış” vb söylemlere oldu; sonuçta hepsi de uluslararası siyasetin soğuk realpolitik duvarına çarpıp başarısızlığa uğradı.
Editör: Mehmet Akif koç