Komplo terorileri” şüphesiz bazı soru işaretlerine yanıt verir (veya verdiği zannedilir); ancak zihni de aynı ölçüde tembelleştirir, olguların ardındaki çok boyutlu ve çetrefilli dinamikleri algılayıp anlamlandırmaktan bizi alıkoyar.

2010 Aralık ayında Tunus’ta otoriteye karşı bireysel bir isyanla başlayan Arap dünyasındaki protestolar, ilerleyen haftalarda hızla komşu coğrafyaya da yayılmış ve Arap halkları üzerinde derin etki bırakmıştı. Her ne kadar günümüzde, zihinler artık daha ziyade Mısır’daki devrim ve darbe, Yemen’deki vekâlet savaşı, Libya’da Kaddafi’nin linç edilmesi ve nihayet Suriye iç savaşıyla bütün bir süreci özdeşleştirip diğer ülkelerde yaşananlar unutulduysa da bu protesto dalgası, 2010 yılı sonundan itibaren çok geniş bir alanda birikmiş rahatsızlıkların dışa vurulduğu bir yansıma zemini ortaya çıkarmıştı.

Örneğin Tunus’taki gösterilerden hemen sonra Cezayir’de kitlesel protestolar başlamış, Ürdün, Lübnan, Moritanya, Umman, Cibuti, Fas, İran, Kuveyt vd. gibi çok farklı coğrafyalarda bu başkaldırıların etkileri somut olarak görülmüş, hemen ardından da geniş ölçüde gözaltılar ve toplumsal baskı unsurları devreye sokulmuştu.

Ancak 12 yılın ardından bugün gelinen noktada, bu geniş isyan ve protesto süreci daha ziyade –jeopolitik konumlarının da etkisiyle- Suriye, Libya ve Yemen’deki iç karışıklıklar üzerinden okunup buna indirgenmiş durumda. Her üç ülkede devam eden iç savaş ve bölgesel/uluslararası güçlerin dâhil olduğu vekâlet savaşının gölgesinde, iyimser bir bakışla “Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin de –en azından bu aşama itibariyle- sınırlarına ulaşılmış durumda.

Bu yazıda, son 12-13 yıllık süreçte Arap sokağındaki protesto dalgasına dair bazı çok tekrar edilen tezlerle ilgili kendi notlarımı okuyucuya sunacağım. Birkaç bölümden oluşacak bir yazı dizisi olarak planladığım bu notlarda, sürecin farklı boyutlarına ve halen işleyen dinamiklerine dikkat çekmeye gayret edeceğim:

“Arap Baharı” süreci kendiliğinden mi ortaya çıktı, yoksa bir büyük projenin yansıması mıydı?

Bu sorunun tek boyutlu ve evet/hayır tarzından basit bir yanıtı yok. Şüphesiz bölgesel ve uluslararası güçlerin, bölge ülkeleri ve toplumlarına dair planları tarihte hep oldu, bilhassa Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında bunların bir kısmı uygulama alanı da bulabildi. Ancak yüz milyonlarca insanın yaşadığı, birbirinden çok farklı tarihi, sosyo-politik ve ekonomik dengelere sahip bir coğrafyada, dışarıdan bir düğmeye basıldığında her şeyin değişip dönüşebileceğine inanması için, insanın son derece iptidai bir sosyal zekâya ve bilgi birikimine sahip olması beklenir.

Bununla birlikte, bu kadar kısa sürede bölgedeki çok sayıda ülkede ardı ardına geniş protesto dalgalarının ortaya çıkmasının da sosyolojik izahı çok güçlü değil elbette. Her ne kadar bir noktaya kadar spontane gelişen ve domino etkisiyle yayılan gösterilerden söz edilebilecekse de bilhassa bazı ülkelerde ortaya çıkan ve gerek mezhepsel gerek uluslararası ekonomik boyutu ön plandaki sert değişimlerin tamamen kendiliğinden oluştuğunu söylemek de çok mümkün olamayacaktır.

Kişisel kanaatim ve söz konusu dönemde sahada görev yapan bir gözlemci olarak izlenimim kısaca şu şekilde: Evet, bazı bölgesel ve uluslararası güçlerin Arap sokağına dair derin ve ayrıntılı projeleri hep var, ancak bu durum bölge halklarındaki güçlü huzursuzluk ve memnuniyetsizliklerin varlığını, bu dinamiklerin her an patlama yapabilme potansiyelini kesinlikle gözardı ettirmemeli.

Örneğin 17 Aralık 2010’da Tunus’ta kendini yakarak bu sürecin fitilini ateşleyen ve kişisel bir isyanla otoriteye başkaldıran seyyar satıcı Muhammed Buazizi'nin kendini yakması olayının ardında uluslararası bir komplo aramak, bütün bir sosyoloji disiplinini çöpe atmak anlamına gelir. Benzer şekilde Libya’da uzun Kaddafi yönetiminden ve onun baskıcı politikalarından rahatsızlık duyan geniş kabilelerin var olduğu gerçeğini, Mart 2011’de Suriye’nin Deraa kentinde duvarlara “Halk rejimi devirmek istiyor” yazan gençlerin tutuklanarak vahşice işkence edilmesine öfkelenen halkın üzerine tanklarla gidilmesinin doğurduğu isyan ateşini görmeden, “bütün bunlar Amerika’nın oyunu” tarzındaki kahvehane sohbetlerinin ve içi boş sloganların bölgeyi anlama adına hiçbir geçerliliği yoktur.

Ancak kuşkusuz, halkın öfkesinin doğurduğu ve güçlü tarihsel arkaplana sahip bu dinamizmin çeşitli iç ve dış aktörlerce istismar edilebildiği, silahlan(dırıl)an muhaliflerin doğrudan uluslararası aktörlerin etkisi altına girmeye meyilli olduğu hakikati de yakın dönemin bize gösterdiği bir başka saha gerçeğidir. Bu çerçevede örneğin, 1990’lı yıllarda Sovyetlerin dağılış sürecinde Moskova’ya karşı egemenliğini ilan eden Çeçenlerin milliyetçi temelli ve Çeçenistan içindeki mücadelesinin, hemen birkaç yıl içinde ülkeye doluşan uluslararası “cihatçı” gruplar tarafından manipüle edilip milliyetçi düzlemden “uluslararası İslamcı” zemine çekildiği, bu mücadelenin bizzat Çeçenler nezdindeki meşruiyetinin bile aşındırıldığı örneği önümüzde tazeliğini korumaktadır.

Evet, bazı bölgesel ve uluslararası güçlerin Arap sokağına dair derin ve ayrıntılı projeleri hep var, ancak bu durum bölge halklarındaki güçlü huzursuzluk ve memnuniyetsizliklerin varlığını, bu dinamiklerin her an patlama yapabilme potansiyelini kesinlikle gözardı ettirmemeli.

Benzer bir süreç Türk kamuoyunun yakın şahitliğinde Suriye ve Libya’da da yaşandı ve başlangıçta haklı bir temelden yola çıkan öfke dalgası, hızla “uluslararasılaştırılıp” gerçek Suriyeli ve Libyalıların elinden adeta “çalındı”. Sonuçta da her türlü etkiye açık silahlı terör ve tedhiş grupları, meşru ve sınırlı ölçekte de olsa sonuç alabilecek bir mücadeleyi manipüle ederek asıl zemininden saptırdı.

Dolayısıyla bu safhaları görmeden, söz konusu sürecin doğrudan dış etkilerle ortaya çıktığını ve büyük bir projenin parçası olduğunu vs. savunmak, bölge halklarının haklı öfke ve meşru hak arama mücadelesine hakaret olduğu gibi, dış güçlerin etkisini abartarak onları “her şeye kâdir bir mutlak güç” olarak zihinlerde kodlamayı da beraberinde getirmektedir.

Sosyolojiyi, ekonomi-politiği ve tarihi ıskalayan bu komplocu bakış açılarının bölgeyi anlamaya da keza yakın gelecekte vuku bulabilecek benzer süreçlerin öngörülüp bunlara karşı önlem alınabilmesine de hiçbir faydası olmayacak, sadece zihinlerdeki daimi konspiratif uluslararası sistem algısının ve “gücü her şeye yeten ABD [veya Rusya, veya İran, veya İsrail]” algısının güçlenmesine yarayacaktır.

Özetle, “komplo terorileri” şüphesiz bazı soru işaretlerine yanıt verir (veya verdiği zannedilir); ancak zihni de aynı ölçüde tembelleştirir, olguların ardındaki çok boyutlu ve çetrefilli dinamikleri algılayıp anlamlandırmaktan bizi alıkoyar. Bunu aşmak için illaki tarihe, sosyolojiye ve ekonomi-politiğe, hepsinden önce eleştirel düşünceye ekmek gibi, su gibi, hava gibi ihtiyaç duyuyoruz, özellikle de Ortadoğu gibi herkesin ezberleriyle baktığı bir coğrafyada…

ü

Editör: Mehmet Akif koç