Çok tartışmalı alanlar vardır. Tartışılan felsefi temelden yoksunluktur; bir nevi hukukun ilgasıdır! “Soykırım Sözleşmesi”, soykırım suçunu felsefi temelde çizer; buna salt fikir yürütmenin tarafgirliği de denilebilir. “Kant, sezgisiz kavram boştur, kavramsız sezgi ise kördür” der. Bilgimiz deneyimin evladıdır aynı zamanda. Hannah Arendth, totaliterizmin yani bütüncül baskın yönetimleri araştırırken, deneyimin kollarına da hemen atlamaz. Yani, düşmez. “Yaşam, bir anlatıdır; bağlarından koparılamaz” derken, işte bu kesişimselliğin öyküsüne ulaşır. Düşünme sürecinin temelini bize sağlayan şey hissetmek ve/ya da duyarlılıktır. Sezgi denir diğer bir ifadeyle. Kavramlar aracılığıyla bilmenin biçimini üretmesi anlamındaki apriori bilme yeteneğine idrak gücü denilir. Duyular ve idrak gücü arasındaki bu ikilik dikkate alındığında, nesnelilik iddiası bir yapımdır ve yine de önceden alımlanmış hissedilir bir gerçekliğe uygulanarak bir yapım da olabilir. Dolayısıyla idrak gücü bu duyarlılığı gerektirir ve deneyimi içinde barındırır/temellendirir. Çeşitliliğin içinde bir bağ ve bağlantı bulunur. Kant’a göre, bilen bir öznenin müdahalesi olmadan bilme yoktur, bunun anlamı öznelliğin her bilmenin bir momenti ve bir koşulu olduğudur. Şimdi bu konuya nereden geldik? Hemen açalım! “Totaliterizmin  Kaynakları ve Kötülüğün Sıradanlığı” eseriyle birlikte hesap edelim gelinen kanalları! ve-o maskeli, muhakameyi ve siyasi doğayı teşhir eden sarhoşlarını. Hannah Arendt, insan hakları beyannameleri, uluslararası sözleşmeler ve benzerlerinin II. Dünya Savaşı sonrasında parçalanmış siyasi doku karşısında, bu oluşumların çözüm getirebileceğine inanmıyordu. 1944 yılında, Ralph Lemkin, savaş suçu ve milletler hukukunda yeni bir “kategori” formül edilmesi için talepler, çözüm arayışı içindeydi. “Soykırım” olarak tanımlanan bu “ilişkisellik tanım arayışları” tartışmalı bir gerçekliğe doğru ilerliyordu. İşte, Hannah Arendt, bir röportajda bu tartışmaya yanıt veriyordu; ona göre, insan haklarını korumak için kurulmuş dernekler, marjinal simalardan, siyasi deneyimden yoksun birkaç uluslararası hukukçulardan ya da meslekte körleşmiş belirsiz duygulara sahip mesleki sözüm ona mesleki kendi deyimi ile (hayırseverlerden-mecazi bir bağlamı da olabilir) mali destek görmekteydi. Bunun anlamı son derece tehlikeli bir gidişattı. Ancak, çok tartışmalı alanlar vardır. Tartışılan felsefi temelden yoksunluktur; bir nevi hukukun ilgasıdır! “Soykırım Sözleşmesi”, soykırım suçunu felsefi temelde çizer; buna salt fikir yürütmenin tarafgirliği de denilebilir. “Cumhuriyetçi Özyönetim ve Laiklik”, mutlak kültürel özcülük şeklinde etki etki eden karmaşık ve bir o kadar tehlikeli (şeriat, kadın haklarına yönelik tehditler, beden politikaları ve etik ilişkisine gender studies altındaki kategorik ilişkiler, vicdan ve moral değerlerin yokluğu) gidişata, “DUR” der! Mutlak kültürel özcülük, insan denilen varlığa aşırı radikal müdahaledir. Bu şu demektir: Burası benim ülkemdir, istediğim yasayı kültür adı altında çıkarırım. Buna ister çoğulluk, ister özcülük deyin. Hadi, sorun şimdi! Sizin felsefeden yoksun hukukçularınıza, felsefesiz siyaset bilimcilerinize, siyasetçilerinize güle güle deme zamanıdır!