Ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir yol yapacağız*
1965 ‘te İsmet İnönü’nün CHP’yi ortanın solu hattında yeniden tarif edişinin ardından Ecevit’in “Toprak işleyenin, su kullananın” söylemini merkeze alan siyasetinin kökleri aslında çok daha eskiye; Cumhuriyet’in tanımına dayanıyor. Görkemli bir ulusal kurtuluş mücadelesinin ardından yeniden inşa edilen bir ülke, alabildiğine yoksul bir halk, ödenmesi gereken borçlar, eğitilmesi gereken kuşaklarla maliyeti de en az kazanımları kadar büyük bir devrimin ışığında belirginleşen aydınlanma hareketi; burjuvazi ve emek ekseninde şekillenerek İnönü ve Ecevit’in pusulası olmuştu.
Egemenliği gökten alıp yere indiren ve ulusa devreden bilinç halkçılığın ta kendisiydi aslında. Birileri saraylarda saltanat sürerken yoksul ve ezilmiş halkın işgal altındaki öz topraklarında varlık yokluk mücadelesi vermesi, savaşlarla, vergilerle yoksulluğa mahkum edilmesi tahammül edilebilir değildi. Nitekim halkın inanç ve desteğiyle büyük bir devrim gerçekleşti. Kurtulan ve dönemin çağdaş Cumhuriyetleri örnek alınarak kurulan yeni ulus-devlet, devrimcilerin önderliğinde tarihte yerini aldı.
Meclis’in açılması, saltanatın kaldırılması, seçimlerin yapılması, halkın seçtiği milletvekillerinin TBMM çatısı altında yasalar çıkarması, temsiliyetin bir kişiden seçimlerle iş başına gelen TBMM’ye ve yürütmeye devredilmesiyle devrim demokratik bir şekilde gelişerek devam ediyordu. Bugün o devrim ciddi tehdit altında. Cumhurbaşkanı’nın sarayından fiilen tam bir padişah gibi yönettiği ülkeyi başkanlık rejimi ile resmiyete kavuşturmak, TBMM Başkanı gibi sicili gericilik ten beslenen karanlık eylemlerle dolu isimler aracılığıyla laikliğin kaldırılması isteniyor. Radikal islam çıkışlı aydınlanma ve çağdaş yaşam düşmanlarının Sivas Katliamı ile iyice belirginleşen planlı ve sabırlı karşı devrim adımları artık aleniyete dökülüyor ve açıkça Cumhuriyetimizi hedef alıyor. Savunmamız gereken değerler çok daha geriye çekildi. Cumhuriyeti ve laikliği hedef alanlara karşı, yeni bir anlayış ile yeniden ve en geniş cepheyi tanımlayarak bir araya gelmek mecburiyetindeyiz.
Cumhuriyet demek demokrasi demek, özgürlük demek. Laiklik demek, toplumsal barış demek. Ülkemiz Kürt-Türk ekseninde derin bir yarılmanın eşiğinde. 100 yıllık Kürt sorunu 40 yıllık savaş çözümsüzlüğü ile iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı. İktidarın yürüttüğü nereden baksan tutar yanı olmayan yanlış iç ve dış politikalar ile bölgede ve ülkemizde Sünni İslamcılık ve mezhepçilik besleniyor. Kadim bir imparatorluğun tarihinde geçmişimize değer katan değil kendi sonunu hazırlayan tüm olumsuzluklarını baş tacı eden Osmanlı özentisi iktidarın İslamcı ideolojisi yaşamın her alanına yayılıyor. Cumhuriyetimizin bizlere sunduğu ve koca bir halkın benimsediği değerleri hiçe sayarak tekçi bir yaklaşımla sadece kendi kutsalını “değerli” kılan dayatmacı, baskıcı bir yaklaşımla dönüşüm ve tek adamın erki için var gücüyle çalışıyor. Aydınlanmanın, sorgulamanın, gelişimin, çağı yakalamak için olmazsa olmaz bilimin devamı için en önemli unsur olan eğitim bilinçili bir kuşatma altında. Kiralık işçi yasası gibi çalışma hayatına ilişkin vahşi yasalar sermaye ile iktidar arasında oluşması muhtemel çelişkileri ortadan kaldırıp, ittifaklar ekseninde bir iktidar bloku oluşmasına neden oluyor. Çıkar ve rant açlığı ve arsızlığı karşısında işçiler, yoksullar, emekçiler, güvencesizler, gençler , kadınlar toplumun tüm kesimleri Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve devlet dayatması arasında sıkışmış bir çatışma ekseninde bilinçle şiddetten ve kandan güç alarak büyütülen otoriter iktidar anlayışının pençesinde. Dahası iktidar İslamcılık üzerinden geniş yoksul halk kesimleriyle kurulan bağı sadece otoriterlikle değil can korkusu, yaşam kaygısı yanında yalanlarla şekillendirilen inanç sömürüsü ile dini değerler üzerinden koşulsuz rıza temeline oturtarak meşrulaştırıyor.
Bu noktada bizim yeni bir kavrayış ve anlayış geliştirmemiz şart. Yoksul halkı, işçileri, emekçileri, gençleri ve kadınları İslamcılık üzeriden üretilen rıza ve zorlamalarla üretimden, yaşamdan kopararak bağımlı hayata geçiren otoriterlik kıskacından çıkarıp; cumhuriyetçilik ve halkçılık eksenin de yeniden yapılandırmalıyız. Bu anlamda özellikle sendikalara önemli görev düşüyor. Kamu sendikacılığının içine düşüp kaybolduğu ülkemizin yıkıcı ve ağır gerçeklikleriyle boğuşarak odak şaşıran ve saflaşmalarla zayıflayan, zayıflatılan anlayıştan kurtulup yeni bir bakışla harekete geçmesi gerekli. Geniş kamu emekçisi kitlelerle sendikal hareket arasında giderek zayıflayan bağı yeniden kurmak, işçi sendikaları sarı sendikalar ve patronlara karşı yeni arayışlara yönelmek; mücadele hattına cumhuriyetçiliği ve laikliği de yerleştirmek gerekli.
Demokrasi ile emek mücadelesi arasındaki karşılıklı faydayı gözardı edemeyiz. 1 Mayıs meydanlarında işçilere Kur’an okutulduğu günlerden geçiyoruz. İşçi sınıfı hiç bu kadar tahakküm altına alınmamıştı. Fanatizm, gericilik, radikal islam adına ne dersek diyelim karşımızda “özgürlük” nutukları atarak sadece islam kısıtlamasına özgür alan açmayı hedefleyen bir karanlık var. Taşeronlaştırılan, köleleştirilen ama tarihsel olarak ilerici misyonu olan bir sınıfın bu denli araçlarla elinin ayağının bağlandığı görülmemişti. Cumhuriyet, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin olmazı olmazı olarak savunulması gereken ve sıra sıra arkasında el ele vermemizi gerektiren en büyük güç olarak karşımızda duruyor. Bugünün halkçılık tartışmalarına da ışık tutabilecek bu büyük olguyu yeniden ve yenileyerek halka anlatmak, halkla beraber savunmak zorundayız. Cumhuriyet yoksa eşitlik yok, adalet yok, örgütlenme özgürlüğü yok, laiklik yok, temelde asgari burjuva demokrasisi bile yok. Nefes yok. Gülüş yok. Birey yok. Bu topraklarda Cumhuriyet’in antitezi siyasal İslam ve onun elinde biçimlendirilen mezhepçi, faşizm. Bize düşen emek ve üretim ile cumhuriyeti buluşturmak, çıkış burada. Aydınlar, sendikalar, STK’lar, cumhuriyetçi tüm kurum ve özneler bu çerçeve etrafında yeni bir paradigmanın ağlarını örebiliriz. Emeği, halkı ve özgürlüğü bu ağın etrafında yeniden kazanabiliriz. Buradan yeni bir yol bulabiliriz.
*Hannibal Barca – M.Ö. 219