Mesele, cumhuriyetin değerlerini koruyarak demokrasiyle bütünleştirilmesidir. Cumhuriyeti güçlü, kapsamlı, her türden unsuruyla kusursuz ve eksiksiz bir demokrasinin kurucu değerleri arasında saymaktır. Kendi içine kapalı ve yalıtılmış özcü bir cumhuriyet anlayışı sorunludur. III 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti bu dokuya ne kadar sahiptir? Birçok kere sorulması bir yana, sorunun Türkiye’deki en temel tartışma konusu olduğu biliniyor. Tartışmanın tarihi incelenirse üç nokta öne çıkar. Bir, 1923’te ilan edilen cumhuriyetin temel nitelikleri; iki, cumhuriyetin daha 1924’ten başlayarak gelişen inkılaplar, darbeler (çünkü Türkiye’deki tüm anayasalar darbe anayasalarıdır) döneminde kazandığı anlam ve üç, cumhuriyet algısının ve anlayışının bugünkü kabulleri ve manası. Bu kadar geniş soruları bir makale içinde ele almanın olanaksızlığı belli ama sanırım bu üç soru cumhuriyet tartışmalarının Türkiye’de hangi alanda cereyan ettiğini gösteriyor. Sadece bir nokta üstünde duracağım, yazının başında sorduğum soruya bir tür cevap olacak nokta: cumhuriyet Türkiye’de sadece bir yönetim biçimi olarak mı değerlendiriliyor, öyle değilse nedendir? Şuradan başlayayım: cumhuriyete bir gecenin içinde gelinmedi. O kadar ki, Türkiye Cumhuriyetinden önce Anadolu’da ortaya çıkan örgütlenmeler içinde en sistematiği kabul edilmesi gereken ve Sovyet Şuralarından etkilenen Kars Şuralar Cumhuriyeti’dir. Kars’ta kurulan Cumhuriyet bir de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yani Anayasa hazırlamıştır. Bir gecede gelmediği gibi (az sonra delillendireceğim) ‘Atatürk cumhuriyeti bize armağan etti’ türünden yaklaşımlar, bırakın tarih gerçeklerine aykırı olmasını, düpedüz Atatürk gibi entelektüel birikiminden güç alan bir lidere ve eyleminin anlamına saygısızlıktır.
Bir kere bu anlatımla cumhuriyetin bir gecede olup bitmediğini, bir ‘armağan’ olmadığını, Mustafa Kemal Paşa tarafından uzun bir sürede, adım adım ve güçlü bir stratejiyle planlandığını saptayarak ve konuyu ebediyen kapatalım.
Cumhuriyetin 1923’te ilanı, 1921 Anayasasından beri adı konmadan devam eden fakat bazı aksaklıkların da bulunduğu bir yönetim probleminin hallidir. Kemal Paşanın siyasi dehasını ve bir an önce yapmak istediklerini yeni bir meşruiyet zemininde gerçekleştirmek maksadıyla, o arada da 1. Meclis’te kendisine muhalefet eden kesimi aşmak üzere, askerî harekât mantığıyla davranıp, yönettiği ve hızla sonuçlandırdığı bir girişimdir. İkincisi, 1921 Anayasası daha 1912 yılında biçimlenen ve bugün anladığımız manasından çok farklı katmanlar içeren Halkçılık ideolojisinin uzantısıdır. Sadece Ankara’da toplanan Meclis değil, Anadolu’da çeşitli odaklarda da Halkçılık ideolojisi etkinleşmiş ve çeşitli yerlerde birbirinden farklı Halkçılık Beyannameleri yayınlanmıştır. Bunlar ‘Kongreler’ döneminin ‘ruhunu’ yansıtan en güçlü işaretlerdir. 1920 yılında kurulan hükumeti nitelendirirken de Mustafa Kemal Paşa, ‘hakimiyet-i milliye esasına müstenit halk hükumetidir. Cumhuriyettir.’ demektedir. Kısacası Anayasa özünde egemenlik sorunuyla meşguldür ve egemenlik transferini hanedandan halka doğru gerçekleştirmiştir. Buradaki ana problem Saltanatın lağvından sonra ortaya çıkan durumdur. Saltanat devletin başı olarak ortadan kalkmıştır ama yeni devletin yöneticisi şahsen tayin edilememiştir. Meclis Başkanı İcranın (Yürütme yani Bakanlar Kurulu) da başıydı ve doğal olarak sistemin hakimi Meclis’ti. İlkokul kitaplarında bile anlatılan hükumet krizinin çözümü olarak Cumhuriyetin ilanı tamamen devlet başkanının seçimiyle ilgili bir durumdur. O güne kadar Meclis Hükumetleri görev yapmıştır. Anayasa bu konuyu belirler ve yönetimin meşruiyet kaynağı olarak Meclis’i göstermekle kalmaz, icranın Meclis’te ‘tecelli ve temerküz’ edeceğini kayıt altına alır. 1921 Anayasasında yapılan değişiklikle hem devlet yönetim tarzının adı konmuş, cumhuriyet yapılmış hem de ‘Devlet Başkanı’nın (Cumhurbaşkanı) artık Meclis’te seçileceği hükme bağlanmıştır. Mustafa Kemal Paşanın mevcut yapıyı da cumhuriyet olarak gördüğü açıklamalarına yansımıştır. Yabancı bir gazeteye verdiği demeçte Türkiye’deki yönetimin Avrupa ve Amerika’daki cumhuriyetlerden sadece şeklen farklı olduğunu vurgulamıştır. Gene de cumhuriyetin cumhuriyet olarak adlandırılmasını kendince şart görmüştür. O günlerin gazeteleri okunursa cumhuriyetin kısa süre içinde ilan edileceği, ilanın çok yaklaştığı açık açık yazılır. Bütün tartışma cumhuriyet kavramı etrafında döner. Hatta devlet başkanının (reis-i cumhur) Mustafa Kemal Paşa olacağı da sürekli olarak zikredilir. Yani öyle ‘bir gecede’ olan-biten bir şey yoktur. Hepsinden önemlisi, 5 Ekim 1923’te toplanan Halk Fırkası Büyük Divanı da yeni devletin adının Türkiye Cumhuriyeti olmasına karar vermiştir. Ötesini tartışmaya gerek var mı? (Yalnız burada Kemal Paşa’nın cumhuriyetin ilanı kararını öne almasını sağlayan, kendisi için olumsuz bir gelişmeden söz edelim: Fethi Beyin, başbakanlık işleriyle daha fazla ilgilenmek için İç İşleri Bakanlığı görevini bırakmasından sonra yeni hükumet üyeleri için Meclis’te yapılan oylamada Kemal Paşa’nın adaylarının hiçbiri seçilememiştir. Muhalefetteki İkinci Grubun güçlendiğini gösteren bu durum tüm hayatını askeri bir sezişle ‘tehlike’ ve ona tedbir alma refleksiyle yaşayan Paşayı gene bir an önce karar verme ve sonuç almaya itmiştir. Nutuk’ta da bu duygularını açıklıkla dile getirmiştir. ‘Hizip’ olarak nitelendirdiği grubun bütün Fırka mensuplarını yanına çekmeye muvaffak olduğunu vurgular, Meclis’in ‘iğfal’ edildiğini söyler. (Aslında Nutuk gerçekten ve dikkatlice, anlayarak okunsa bu tartışmaların veya popülist söylemlerin hiçbirine gerek kalmaz.)) Çözüm, krizden doğar ama atlanmaması gerek husus, her şeyin ‘bir çırpıda’ gerçekleştirildiğinin ‘sanıldığı’ (!) geceden birkaç ay önce Paşa’nın anayasa değişikliği önerisini hazırlayıp dönemin Adliye Vekiline incelettirdiğidir. Neticede sorun Meclis’te çözülür. Mustafa Kemal Paşa mevcut anayasanın çeşitli maddelerinin değiştirilmesini, Başbakanı Cumhurbaşkanının atamasını, onun Bakanlar Kurulunu hazırlamasını ve yönetim şeklinin de cumhuriyet olduğunun karar altına alınmasını istemiştir. Bunlar anayasanın 1, 10, ve 12. Maddeleridir. Bir kere bu anlatımla cumhuriyetin bir gecede olup bitmediğini, bir ‘armağan’ olmadığını, Mustafa Kemal Paşa tarafından uzun bir sürede, adım adım ve güçlü bir stratejiyle planlandığını saptayarak ve konuyu ebediyen kapatalım. Tarih olaylarını ‘romantize’ etmek başvurulan bir yöntemdir. Sorun bu romantikleştirmenin resmiyet kazanmasıdır. Tarih tarih, tahrif de tahriftir. Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki, yapılan anayasa değişikliğiyle hazırlanan rejim tam bir başkanlık rejimidir ve istisnanın kural kabul edilmesine dayanır. Cumhurbaşkanı yeni yönetimde partinin de parlamentonun da bakanlar kurulunun da baş(kan)ıdır. IV Şimdi yazının son bölümüne geleyim. Önceki paragrafın son cümlesi Türkiye’deki cumhuriyet rejiminin özgül ‘anlamını’ açıklar. Rejimin cumhuriyet, Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhurbaşkanı olmasını müteakip çok kısa sürede önemli reformlar gerçekleştirilir. Öncelikle iki Lozan raundu arasında 3 Mart 1924’te Hilafet kaldırılır ve cumhuriyetin ilanı sonrasında 1928’e kadar devam edecek ciddi inkılap adımları atılır. Bunların birbirinden koparılamayacak hamlelerdir. Son ve büyük dönüşüm laikliktir. Tıpkı cumhuriyetin uzun bir hazırlık dönemiyle temellendirilmesi gibi laiklik de Medeni Kanun’un ve Tevhid-i Tedrisat Kanunun kabulünden sonra ve 1928’de yapılan değişiklikle devletin dinini tayin eden madde kaldırılmasının ardından 5 Şubat 1937’de anayasaya derç edilir. Bunlar sistem kuran maddelerdir. Bir de bu lex posterior’ların mevcudiyetini sağlamlaştıran örneğin medreselerin kapatılması gibi lex priori iptalleri vardır. Önemlidirler ama onlar bir önceki sistemin tasfiyesini hazırlar. Burada başa dönerek spekülatif bir saptamada bulunmak gerek: cumhuriyet, kavram olarak 1923’ten hayli geriye gider. Namık Kemal birçok siyasal yeni kavram gibi cumhuriyetin de ilk önericilerindendir. Her zaman olduğu gibi koyu bir İslam hukuku anlayışı içinde vurguladığı ‘meşveret’ yani danışma ve meclis kavramları yanında ‘cumhur’dan da söz eder. Bu düşüncelerinin yer aldığı Makalat-ı Siyasiye’yi Mustafa Kemal Paşa’nın Bitlis/Silvan’da okuduğunu bizzat 10 Ağustos 1916 tarihli defterine düştüğü nottan biliyoruz. Bu saptama Kemal Paşanın zihninde kavramın erken bir tarihte biçimlendiğini gösterir. Öte yandan Cumhuriyet reformlarının bazılarının da Tanzimat’la birlikte başlayan transfer yoluyla hukuk ihdası sürecine bağlanması mümkündür ve doğrudur. Fakat bu işaretler de cumhuriyetin radikalizmini ifade etmekte yetersiz kalır. Namık Kemal’in Batı sistemini mevcut sistemi ayakta tutmak, sürdürmek için davet eder. Şaire göre Batıda yer alan her siyasi ve hukuki unsur ‘bizde’ elan mevcuttur. Bu yenilikleri yerleşik yapıyı güçlendirmek için aktarmalıyızdır. Buna karşılık Mustafa Kemal yeni yapının eski yapının taşlarıyla kurulamayacağını söyler. Böylece iki anlayışın uzlaşmayacağı kesinleşir. Atatürk’ün popüler bilinç tarafından kabul edilen anlayışıyla birlikte cumhuriyetin Türkiye’deki algılanışı önemli ölçüde dönüşür. Cumhuriyet, Türkiye’de, hukuk planında da toplumsal zihniyet planında da salt bir yönetim biçimi olarak görülmez, bugün de görülmüyor. Cumhuriyet dile getirdiğim tüm dönüşümlerin bütünü olarak değerlendiriliyor. Bu anlayış Türkiye’deki cumhuriyetin esin kaynaklarını ve onların çekirdeğinde yer alan bazı kavramları unutmaya kadar gidebiliyor. Kaynaklar arasında en fazlasından bizzat Mustafa Kemal’in de ‘su içtik’ dediği Fransız Devrimi anılıyor. Fakat dünyada Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte düşünülmesi gereken üç cumhuriyetten geriye kalan Amerikan Cumhuriyetini Türkiye’de ne kurucu kadrolar ne sonrasındaki çevreler zikretti.  Bu ihmalde önceden değindiğim gibi Amerika’nın kendisini cumhuriyetten çok demokrasiyle tanımlamayışının rolü muhakkaktır. Cumhuriyetin bu şekildeki bütüncül değerlendirmesi zamanla ortaya çıkmıştır. İlk dönemlerde cumhuriyet neredeyse hiç anılmaz. Arka planda kalır ve yönetim modeli olarak görülür. Daima ‘inkılaplar’ vurgulanır. ‘Devrim’ kavramı ise jargona 1968 sonrasında girmiştir. Aynı dönemde cumhuriyetin vakti zamanında bizzat Atatürk tarafından öne itilen diğer nitelikleri kaybolur. Onların başında daha önce Montesquieu’yu anarken değindiğimiz ‘erdem’ kavramı gelir. Atatürk ‘cumhuriyet erdemdir’ diyordu. Bu cumhuriyeti son derecede sivil ve öznel, kişinin özgeci (alruist) beninde tanımlamaktı. Cumhuriyetin bireylerle ilişki kuran bir yaklaşımdı. Benzeri bir tutumu Fransız Devriminin çok genç yaşta kafası kesilerek öldürülen düşünürlerinden Desmoulins, Cicero’nun, İdeal Roma Cumhuriyeti’ne veya tersinden söyleyelim Roma cumhuriyetinin idealarına atıfla gösterir ve cumhuriyeti erdemle özdeşleştirir. Zamanla cumhuriyetin bu niteliğini yitirmesi ve yerini ‘sisteme’ bırakması bambaşka anlam ve davranışlara yansır. Fakat gerçek budur: cumhuriyet, cumhuriyetçi modernleşmeyi sağlayan hareketlerle bir bütün olarak düşünülmektedir-bugün.
Türkiye’de hilafete ya da monarşiye dönüş gibi bir talep bazı marjinal gruplar ve hareketler dışında hiçbir çevreden sistemik olarak gelmemiştir. Tarihe ait kökenleri itibariyle cumhuriyet kendi zeminine yerleşmiştir ve bu çok önemli bir gerçektir.
Cumhuriyetin bu ölçüde sistemleştirilmesi ilk kez bizde yaşanmıyor. Fransa’da da biraz böyledir. Sadece eşitlik, özgürlük, kardeşlik’ kavramlarıyla birlikte anılması bile o toplumsal zihinde cumhuriyetin yönetim biçimi olmaktan çok daha geniş bir tabana oturduğunu kanıtlar. Ama bir özel ve ince ayrıntıyı ihmal etmemek gerekir. Türkiye’de bugün ‘Cumhuriyetin değerleri’ dendiğinde Batılılaşma anlaşılıyor. Ya da tersinden söyleyelim, reformlar Batılılaşma olarak görüldüğünden cumhuriyet de Batılılaşmanın bir unsuru olarak değerlendiriliyor. Batılılaşma modernleşmeyi önceleyen bir kavramdır Türkiye’de. Türkiye modernleşmeden önce Batılılaşmayı düşünmüştür. Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset kitabında ‘garplılaşmayı’ başlı başına bir siyaset olarak alması hayli güçlü bir göstergedir. Tüm bunlardan sonra ana sorun cumhuriyetin ‘kendisine ait’ sınırları ve iç anlamları geliştirmesidir. Bu da cumhuriyetin demokratikleşmenin de öncüsü olan devrimlerle anıldığı kadar doğrudan demokrasiyle birlikte anılmasıdır ki, iki unsur arasında bir zorunluluk ilişkisinin olmadığını bize Batıda cumhuriyet ve demokrasiyle yönetilen ama monarşisini de muhafaza eden modeller gösteriyor. Oysa Türkiye’de hilafete ya da monarşiye dönüş gibi bir talep bazı marjinal gruplar ve hareketler dışında hiçbir çevreden sistemik olarak gelmemiştir. Tarihe ait kökenleri itibariyle cumhuriyet kendi zeminine yerleşmiştir ve bu çok önemli bir gerçektir. Sivil, yurttaşlık temeline yaslanmış, en geniş anlamda yercilliği temel kurucu değeri olarak gören bir cumhuriyetçilik, belli ve rövanşist çevrelerin dışında kimsenin rahatsız olmayacağı, tersine benimseyeceği bir anlayıştır. Yinelersem, mesele, cumhuriyetin değerlerini koruyarak demokrasiyle bütünleştirilmesidir. Cumhuriyeti güçlü, kapsamlı, her türden unsuruyla kusursuz ve eksiksiz bir demokrasinin kurucu değerleri arasında saymaktır. Kendi içine kapalı ve yalıtılmış özcü bir cumhuriyet anlayışı sorunludur. Demokrasiyle özdeşleşmemiş bir cumhuriyetin işlevinin sınırlı kalacağı hatta cumhuriyet bağlamında kabul edilen reformları da yetersiz bırakacağı muhakkaktır. Özellikle laiklik, hukuk reformu ve kadınların seçme ve seçilme hakkı demokratik bir toplumu hazırlayacak ilkeler arasında görülmelidir. Kısacası demokrasinin alanını genişletmek cumhuriyetin alanını genişletir, değerlerini berkitir. Cumhuriyetin vektörünü, kendisine özgü potansiyeli koruyarak bu doğrultuya yöneltmek ve devrimleri bu anlayış içinde ele almak açıkçası yüz yıl önceki cumhuriyetin hem erdemini hem de anlamını yeniden kurgulamaktır. İki yüzüncü yılda yapılması gereken budur ve özellikle 1960’larda öne çıkarılan ‘devrimlerin sınırlarını genişletmek’ yönündeki tartışmayı anımsamak bu bakımdan özellikle önemlidir. --- [1] ‘Türkiye Cumhuriyeti’ devletin resmi adıdır. Bu yazıda devletten doğrudan söz ettiğim yerlerde özel ad olması nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti imlasıyla yazdım. Fakat Türkiye’de kurulmuş ve yaşanan, genel bir yönetim tarzı olan cumhuriyetten söz açtığımda da sözcüğü bu şekliyle korudum.