Cumartesi, Nisan 20, 2024

Yüksel Işık yazdı | İzmir’in dağlarında elbet çiçek açacak!

38 yıl oldu 12 Eylül darbesi yapılalı!

9 Eylül’de İzmir’e giren o coşkudan 12 Eylül’e ulaşılması, haddinden fazla trajik değil mi?

Kurucu zihniyetin, köy- köy, kasaba-kasaba gezerek, Kürt-Türk, Alevi-Sünni demeden örgütlediği o direniş hattının, kuruluştan kısa bir süre sonra deforme olması, elbette incelenmelidir ama biz önce 9 Eylül’e dönelim.

Benim için 9 Eylül, İzmir Marşı ile müsemma!

Pek çoğunuzdan farklı olarak, ben İzmir Marşı ile ortaokulda tanışmıştım.

Cumhuriyet’in 50. Yılı kutlamaları nedeniyle Çalışkanlar Ortaokulu’nda oluşturulan koroya seçilmiştim; gururla!

Batı emperyalizminin iliklerine kadar sömürdüğü yoksul halkların bağımsızlık mücadelesine örnek olmuş bir coğrafyanın çocuğu olmak da gurur verici idi; hala da öyle!

Sonraki zamanlarım “Emperyalizme, faşizme, şovenizme karşı mücadele” etmenin ne kadar elzem olduğunun heyecanıyla büyüdüm.

ABD emperyalizmine hep karşıydım; şimdi olduğu gibi!

CAMİDEN ALINMADIM AMA…

Bu duygular içerisinde serpilip gelişirken, “Ne ABD Ne Rusya” şeklinde sloganlar atanlara kulak kabarttım ama oralarda çok durmadım; asıl dikkat etmemiz gereken batı emperyalizmiydi.

Nihayetinde “Sovyetler Birliği, hedefinden sapmış, revizyonistler tarafından yönetilen” bir yerdi.

Tam “reşit” olmuştum ki darbe oldu; şu 15 Temmuz gibilerinden değil yani bildiğiniz darbe!

Anlatacağım serüven, geleceği açık seçik belli iken “yönetip yönlendirdiklerini sananların” fark edemediği yahut fark ettikleri halde üstlerine üstlerine gelen buldozeri görmemek için “üç maymun”u oynadıkları 12 Eylül darbesinden 15 gün önce yani 29 Ağustos 1980’de bir Cuma günü başlamıştı.

İnanılması zor ama Pazara giderken gözaltına alındım.

Bildiğiniz mahalle pazarı.

Kimseyi inandıramadım; yol arkadaşlarımı bile!

Uzun süre benimle maytap geçmişlerdi; “Camiden almışlar gibi” deyip deyip gülmüşlerdi.

Malum, içeri düşene, “geçmiş olsun, hayırdır” diye sorulur; cevabı da, genellikle, “vallahi bilmiyorum, benim bir suçum yok; ilk mahkemede bırakırlar” şeklinde olurdu.

Bu muhabbet, içlerinden birinin koğuşa dönüp, “bunu da camiden getirmişler” cümlesiyle biterdi.

MİLLİ MARŞI İŞKENCEYE ORTAK ETMEK!

Niye mi anlatıyorum?

Bundan 38 yıl önce yani 9 Eylül 1980’de gözaltındaydım.

Gözaltında kalışım, 12 Eylül, Cuma gününe kadar sürdü.

11 Eylül’ü 12 Eylül bağlayan akşam, 12 Eylül gününü kastederek, askeri hakimliğe çıkacağım belirtilmişti.

O gün darbe oldu ve benim tutuklanmam, şimdi hatırlamadığım, sonraki günlere kaldı.

Tutuklandığım o günden Mamak ile ilişkimin kesildiği güne kadar tutukluların en sık karşılaştığı muameleden hatırladığım, kaba dayaktı.

Bir de ilgili ilgisiz zamanlarda “milli marş” söyletmeleri idi.

En az iki öğün İstiklal Marşı, her fırsat 10. Yıl Marşı, Harbiye Marşı, Eskişehir Marşı, ille de İzmir Marşı!

Evet, evet; CHP eksenli muhalif kitlesel hareketlerin değişmez marşı olan İzmir Marşı’ndan bahsediyorum.

Kaba dayağı unuttum; ama marşları söyletme biçimleri içimde kapanmaz bir yaradır.

Benim “gönül bağım” eskilere dayanır ama henüz 19’unu devirmeye hazırlanan delikanlılar ve “delikızlar” olarak, ilgili ilgisiz zamanlarda marş söylemeye zorlanmamız, pek çoğumuzda travmatik etkilere yol açtı.

Misal ben, uzun süre, İstiklal Marşı söylenen ortamlarda tedirgin oldum; muhtemelen bu travmanın etkisiyle de olsa bende “milli refleksleri ayıklama hassasiyeti” gelişti.

Hiç kuşkusuz, bu süreçten az önce, Konya’da, İstiklal Marşı okunurken, tepki gösterip, yere oturan politik İslamcılara “meczup” denilip, “buzdağı”nın arkasını görmememiz için gösterilen “gayret”te içime sinmeyen bir şeyler olduğunu da hatırlatmak isterim.

Çoğumuz, “meczup” deyip görmezden gelmeyi tercih eder; az bir kısmımız da doğru adlandırmak için “uzun zaman” harcarken, onlar, sabırla, inatla ve “our boys” desteğini de ihmal etmeden, bugünkü konumlarına ulaşmışlardı.

Adlandırmamız uzun zaman almıştı ama biz adlandırana dek onlar iktidara taşınmışlardı.

DEVRİM EVLATLARINI YER!

Kurucu İrade”nin “tehlike” diye belirlediği üç unsurdan Padişah üzerinden emperyalistlerle işbirliğine girip bağımsızlık savaşına karşı çıkanlar, öyle ya da böyle emellerine ulaşmışlardı.

Diğer ikisi Kürtler ve solculardı.

Oysa Kürtler, solcular ve İslam’ı inandığı gibi yaşayanlar İzmir’e kadar hep beraber girmişlerdi; kurucu iradenin önderliğinde.

Hatta kısa da olsa, Cumhuriyet kurulduktan sonra da beraber devam etmek için çabalamışlardı.

Olmamıştı!

Çünkü genel kuraldır; “devrim, evlatlarını yer”!

Devrim evlatlarını yedikçe “kurucu irade” de yerini “kuru” Kemalizm lafzına bırakmıştı.

Böyle adlandırmaktan da pek hoşlanmıyorum ama sanki “gizli bir el”, “kurucu irade”yi anlamamızın önüne geçmek için bütün bunları önceden görmüş gibi, “benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır” demesini hiçe sayarak, Mustafa Kemal’i tabulaştırdı.

Bu tabudur Cumhuriyet’i yoksullaştıran; bu tabudur bizi “milli refleksleri ayıklama hassasiyeti”ne ulaştıran. Ve bu tabudur Çanakkale savaşında hayatını kaybeden Anzaklar için “Onlar artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” diyecek kadar “milli duygular”dan arınmış birinden “sarışın bir kurt” çıkartan…

BU MEMLEKET BİZİM!

Biz kim miyiz?

Biz, “Erzurumlu İbrahim”, “İzmirli Ali Onbaşı”, “Mehmet Oğlu Osman”, “üç nümrolu kamyonetin şoförü Ahmet”, “topçu evvel mülazımı Hasan” ve daha niceleriyiz.

İzmir’e kadar birlikte ve omuz omuza giden herkesiz.

Onlar İzmir’e kadar birlikte gittiklerinde, inanmışlardı; tıpkı Nazım’ın dizeleştirdiği gibi:

“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.

          Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.”

Sonrasına yani şu satırların hakkına vermek için ise henüz alınacak çok yolumuz var:

“Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim…

          Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim.”

O yolda ilerlerken, elbette “tarifsiz duygular” içindeyim.

Açık ki, toplumsal meselelere “tarifsiz duygular” içinden bakılamaz; içine düşülen durumdan kurtulmanın yolu, sükuneti gerektirir.

Ardından azim ve kararlılığa ihtiyacımız var.

Başarı, mucizenin ürünü değildir; ancak mucize diye gözümüze görünen şey, nice uykusuz gecelere, zorluklara, meşakkate mal olan bir sürecin ürünüdür.

Mesele budur; başarı beklenmez, elde etmek için mücadele şarttır.

Bu çerçevenin ışığında 12 Eylül’de bir işkence “edevatı” gibi kullanılan İzmir Marşının ilk dizesiyle söylemek gerekirse“İzmir’in dağlarında (elbet) çiçekler aça(cak)!

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER