Çarşamba, Nisan 24, 2024

Yüksek öğretimde reform araştırma ve hazırlık gerektiriyor

İlter Turan
İlter Turan
İlter Turan, Prof. Dr. 1941 yılında İstanbul’da doğmuştur. Orta öğrenimini Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nde tamamlamıştır. 1962 yılında Oberlin Koleji’nden (ABD) Siyasal Bilimler Lisansı, 1964 yılında Columbia Üniversitesi’nden Siyasal Bilimler Yüksek Lisansı almıştır. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset İlmi Kürsüsü’ne asistan olarak girmiştir. Aynı kürsüde 1966 yılında Doktor, 1970 yılında Doçent, 1976 yılında da Profesör olmuştur. 1984 yılında İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne intisab etmiş, 1991 yılında aynı fakültede yeni kurulan Uluslararası İlişkiler Kürsüsü Başkanlığı’nı üstlenmiştir. 1993 yılında, İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılmış ve Koç Üniversitesi, İdari Bilimler ve İktisat Fakültesi’nde Siyasal Bilimler Profesörü olarak görev almıştır. Ekim 1998-2001 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Rektörlük görevini üstlenmiştir. Hali hazırda aynı üniversitenin Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi’dir.

Türkiye’de iktidarların en büyük yap-boz oyunlarından birisi yüksek öğretim. 12 Eylül askeri cuntasından, AKP rejimine kadar pek çok iktidar, yüksek öğretimin içini boşalttı ve üniversiteleri bilimsel özgürlükten uzaklaştırdı. 14 Mayıs sonrasında muhalefet iktidar olursa bu konuda ne gibi çözümler bulmalı? Prof. Dr. İlter Turan yazdı.

Seçimler yaklaştıkça, herkes iktidarın değişmesi durumunda kendisinin ilgilendiği alanlarda vakit kaybetmeksizin bazı değişiklikler yapılmasını bekliyor. Bu bekleyişin gerçekçi olduğunu söyleyemeyiz. Şayet şimdiki muhalefet iktidara gelecek olursa, herhalde bir öncelikler listesine göre hareket edecek, böylece insanların bekleyişleri de bir uygulama sırasına konulacaktır. Yüksek Öğretim Kurulu’nun kaldırılacağı, yüksek öğretimin yeniden düzenleneceği konularının ne derecede öncelikli olduğunu bilmiyorum.

Boğaziçi Üniversitesindeki saygın direniş devam ederken, konunun çok uzun süreler görmezlikten gelinemeyeceğini tahmin edebiliriz. Bununla birlikte, rektör atanmalarının daha sağlıklı bir düzene kavuşturulması gibi nispeten çabuk çözüme bağlanabilecek sorunlar bir yana bırakılacak olursa, yüksek öğretim alanının tümüyle yeniden düzenlenmesi ciddi bir araştırma ve hazırlık dönemini gerektirecektir.

Mevcut iktidarın sık sık yüksek öğretime şu veya bu şekilde müdahaleye yönelmesi, bize halihazırda yürürlükte olan düzenin mimarının 1980 Askeri Müdahalesi olduğunu unutturmamalıdır. 1980 öncesi dönemde üniversitelerin öğrencisi ve hocasıyla sergilediği aşırı siyasallaşma, komutanlarda üniversitelerin siyasallaşmaktan “kurtarılması” gerektiği fikrini doğurmuştu. Pekiyi bu nasıl gerçekleştirilecekti? Herkesin sosyal ve dini bakımdan muhafazakâr, tek düze düşünen birer “Atatürkçü” yapılmasına çalışılacaktı.

Çözümü kendi mesleki çerçevelerinde arayıp bulmaya çalıştılar, başkalarına da pek kulak asmadılar. Uygulamaya sokulan modelin pek başarılı olduğu söylenemez. Üniversite işlerine eğilen ve cuntanın beyin takımında olduğu ileri sürülen, özgüveni ise bilgisini aşan komutan yüksek öğretimi mesleki öğretim olarak kavramsallaştırmıştı.

Tüm yüksek öğretim kurumları, işlevleri ister mesleki öğretim ister akademik olsun, üniversite çatısı altında birleşecek ve mesleki öğretime yöneleceklerdi. Hatta komutanlar kendi yetişme tecrübelerinden esinlenerek her dersin belli bir kitabı olmasını ve her kurumda aynı müfredat uygulanmasını ve aynı ders için her üniversitede aynı kitabın kullanılmasını istiyorlardı. Allah’tan bu saçmalığın yürümesinin mümkün olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Ama başka saçmalıklar kaldı.

Kendi uzmanlık alanımdan bir saçmalık örneği vereyim. Ben İktisat Fakültesi Siyaset İlmi Kürsüsündeydim. Komutanlar bu konuyu bulanık, amaçsız bulmuşlardı. Belki de bu belirsizlik içinde çocuklara hafazanallah solcu fikirler bile öğretilebilirdi. Üstelik, buradan mezun olan ne olur sorusuna kolay cevap verilemiyordu.

Çareyi tüm üniversitelerde uygulanabilecek ve amaçları mesleki eğitim vermek olan Kamu Yönetimi ve Uluslararası İlişkiler isimli iki bölüm kurmakta buldular. Kamu yönetiminden mezun olanlar kaymakam, vali filan, uluslararası İlişkiler mezunları ise diplomat olabilirlerdi. Bu bölümlerin yüzlerce mezun vereceği, devletin ise az sayıda memur aldığı komutanımızın dikkatinden kaçmıştı.

Yine komutanlar, üniversiteleri her türlü araştırmanın yapıldığı, her türlü fikrin tartışıldığı yerler olarak görmek istemiyorlardı. Zaten o tür düşünceler sonucu değil miydi ki memleketi bir solculuk dalgası sarmıştı. Oysa üniversite gençliği “doğru” düşüncelerle teçhiz edilmeliydi. Müdahalenin güçlü olduğu dönemlerde bizzat komutanlar üniversiteleri dolaşarak irşat etmek istediler. Üniversite kadroları tarafından ciddiye alınmadıklarını bile algılayamadılar.

Daha gerçekçi olarak, üniversitelere kendi düşüncelerini benimseyen ve uygulamaya yatkın rektörler atamaya çalıştılar. Daha sonraki dönemlerde, bu tür görevleri YÖK üstlendi. Üniversitelerin özgür düşünce merkezleri olması gerektiğini ve müdahalelerden uzak durulması gerektiğini savunması gereken bu kuruluş, bir yandan Milli Güvenlik Kurulu’nun diğer yandan hükümetlerin talimatlarını üniversitelere aktarma görevini benimsedi ve yapmağa çalıştı.

Komutanlar, üniversiteleri her türlü araştırmanın yapıldığı, her türlü fikrin tartışıldığı yerler olarak görmek istemiyorlardı. Zaten o tür düşünceler sonucu değil miydi ki memleketi bir solculuk dalgası sarmıştı. Oysa üniversite gençliği “doğru” düşüncelerle teçhiz edilmeliydi.

Bütün bunları, yüksek öğretim alanına müdahalenin mevcut iktidardan önce geldiğini, müdahaleye imkân veren yapıların ve yasal çerçevenin uzun süredir zaten oluşturulmuş olduğunu sizlere aktarmak için verdim. Ancak, günümüz iktidarı üniversitelere daha önce tahayyül dahi edilemeyecek kapsamda müdahalelerde bulunmuştur. Bunun en canlı örneği ise artık devlet üniversitelerinin rektörlerinin doğrudan cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi, göreve talip olanların bizzat cumhurbaşkanlığına dilekçe vererek göreve galip olmalarıdır.

Böylece birçok kuruma o kurumla ilgisi olmayan, normal koşullarda rektör seçilmesi düşünülemeyecek kişiler rektör olarak atanmışlar, geldikleri kurumu hükümetin özlediği niteliklere kavuşturmak için canla başla çalışmışlardır. Genel kanı, çoğu kurumda liyakati yetersiz ama hükümete yakın veya yandaş kişilerin önemli görevlere atandıkları, onların da kendileri gibi kişileri göreve getirerek kurumun bilimsel misyonunu bir yana bırakıp, hükümetin “fikriyatı” yönünde dönüştürmeye çalıştıklarıdır.

Son dönemde üniversitelerin sayılarında da hızlı bir artış yaşanmıştır. Bu gelişmenin bir nedeni, her ilin bir devlet üniversitesine sahip olmayı prestij meselesi yapmasıdır. İl sakinleri üniversiteyi ilim için değil, kentlerine daha fazla memur gelsin, öğrenciler gelsin, iş imkanları açılsın, satın alma gücü artsın diye istiyorlar. Böylece, önceden uzun vadeli tasarlanarak ve hazırlıklar yapılarak açılması gereken kurumlar bir çırpıda siyasi bir kararla açılmakta, birçok alanda hoca bulunamamakta, liyakatsiz kadroların görevlendirilmesiyle işler yürütülmeye çalışılmaktadır. Buna ek olarak az sayıda hoca ağır ders yükleri altında ezilmekte, bırakın araştırma yapmayı, verecekleri derslere bile doğru dürüst hazırlanamamaktadır. Yine de terfileri için araştırma ve yayın yapmaları gibi gerçekçi olmayan bir bekleyiş vardır.

Devlet üniversiteleri dışında vakıf üniversiteleri de hızla yaygınlaşıyor. Bu kurumların bir bölümünün tarikatlara bağlantılı olduğu söylenmekte, buna karşılık hepsinin hükümete yakın dindar-muhafazakâr düşüncelerle şekillendirildiği görülmektedir. Çoğu devlet üniversitesi de işaret ettiğimiz zaaflar ile maluldür.

Varlıklarını sürdürmek için bir oranda öğrenciden alınacak harçlara bağımlı olan bu kurumları destekleyecek sayıda öğrencinin var olup olmadığı bilinmemektedir. Bir bölümünün bir vade sonunda kapanmak mecburiyetinde kalacağı, öğrencilerinin ise hamiliği üstlenen devlet kurumlarına aktarılacağına kesin gözüyle bakılabilir.

Liyakatsizliğin ve ona yol açan donanımsızlığın yol açtığı boşluğu doldurmak için bir dizi aracın geliştiği anlaşılıyor. Hemen akla gelen hakemli olduğunu iddia eden bir takım uyduruk dergilerin yaygınlaşması, yine bilimsel olduğu ileri sürülen bir takım uyduruk bilimsel kongrelerin yapılmasıdır. Rivayete göre, bu kongrelerin bazılarını düzenlemeyi kendilerine iş alanı açmayı öngören turizm acenteleri üstleniyormuş.

Devlet üniversiteleri dışında vakıf üniversiteleri de hızla yaygınlaşıyor. Bu kurumların bir bölümünün tarikatlara bağlantılı olduğu söylenmekte, buna karşılık hepsinin hükümete yakın dindar-muhafazakâr düşüncelerle şekillendirildiği görülmektedir.

Fakat, gittikçe yaygınlaştığı anlaşılan çok daha gayri-ahlaki bir yol da söz konusu.  Sipariş üzerine master, doktora ve doçentlik tezi yazan kurumlar gelişmiş vaziyette. Hatta yazılan çalışmanın niteliğine göre fiyatlandırma yapılıyor ve ihtiyaç halinde ödemeler takside bile bağlanıyormuş. Bu tür faaliyeti denetlemek çok zor olmasa gerek ama belki de idarecilerin kendileri de aynı imkânları kullandıklarından, ya da çoğuyla birlikte çalıştıkları kişiler hakkındaki gerçekleri öğrenmekten korktuklarından bir şey yapmıyorlar.

Görüyorsunuz, sorunları tartışmaya başlayınca gayet kapsamlı sorunlarla karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılıyor. Dolayısıyla, eğer reform yapılmak isteniyorsa, uzun bir araştırma ve hazırlık çalışması yapılması gerekiyor. Bu çalışmalar yapılırken, bazı hususların üzerinde durulmasının faydalı olacağını düşünüyorum. İlkin, meslek yüksek okulları ve üniversitelerin birbirinden ayrılması, üniversite sayısının düşük tutulması ve ağırlığın mesleki yüksek öğretime verilmesi düşünülebilir.

Mesleki yüksek okulların öğrencisini istihdama hazırlamak için iş piyasasının taleplerini yakından takip etmesi, meslek kuruluşlarıyla işbirliği yapması faydalı olur. Meslek okulu mezunlarının iş hayatına atıldıktan sonra dahi üniversitelere kayıt yaptırabilmeleri, kredili dersler izleyip kredi biriktirerek akademik diploma almaları üzerinde de çalışılabilir. İş dünyasının ortak şikâyeti karşılarına gelen üniversite mezunlarının donanımsızlığıdır. Bu kişileri işe alıp da yeniden işe göre yetiştirmek ise maliyeti yüksek bir yöntemdir.

İkinci olarak, üniversitelerin tümünün aynı kalıplar içine sokulması ve hocalarından aynı performansın beklenmesini öngören mevcut sistem yerine kurumların derecelendirilmesi konusu araştırılmalıdır. Bir üniversitenin sözgelimi A mı, B mi yoksa C kategorisinde mi yer alacağının kriterleri belirlenebilir. Sadece A grubu üniversiteler doktora, B tipi olanlar yüksek lisans verme hakkı tanınabilir. Buna karşılık kalite denetlenmesi yoluyla üniversiteler bir üst gruba geçebilecekleri gibi, statülerini de kaybedebilirler. Bu çerçevede tüm sistemi kapsayan ve isteneni vermediği kesin olan doçentlik sistemi kaldırılabilir, her kurum kendi terfi kriterlerini belirleyebilir.

İster üniversite ister meslek yüksek okullarında olsun, öğrencilere ilk yıl Türkçe, yabancı dil, matematik, mantık gibi dersler verilerek yüksek öğretim görmeğe hazır olmaları sağlanmalıdır.

Üçüncü olarak ister üniversite ister meslek yüksek okullarında olsun, öğrencilere ilk yıl Türkçe, yabancı dil, matematik, mantık gibi dersler verilerek yüksek öğretim görmeğe hazır olmaları sağlanmalıdır. Şu anda yüksek öğretime giren öğrencilerin büyük bölümü kendi dilinde kendisini iyi ifade edemeyen, basit bir dilekçe yazmayı bile becermekte zorlanan, en basit matematik işlemlerini yapamayan, mantık kullanma becerileri zayıf ve yabancı dil bilmeyen kadrolardan oluşmakta, bu niteliklerini koruyarak diploma almakta, sonra da iş bulmakta zorluk çekmektedir.

Dördüncü olarak, dışardan tez yazdırarak terfi edenler araştırılmalı, bu yöntemi kullandığı tespit edilenlerin görevleri derhal sona erdirilmelidir.

İsterseniz uzatmayayım. Hükümet değişirse, yüksek öğretim alanında değişiklik yapmak için uzun bir hazırlık yapılması gerektiğini, çok boyutlu bir sorunla karşı karşıya olduğumuz göstermek istedim. Aceleyle tedbirler alınacak olursa, eski sorunları aşamayabileceğimiz gibi, yeni sorunların doğmasına da vesile yaratabiliriz.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

İlter Turan
İlter Turan
İlter Turan, Prof. Dr. 1941 yılında İstanbul’da doğmuştur. Orta öğrenimini Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nde tamamlamıştır. 1962 yılında Oberlin Koleji’nden (ABD) Siyasal Bilimler Lisansı, 1964 yılında Columbia Üniversitesi’nden Siyasal Bilimler Yüksek Lisansı almıştır. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset İlmi Kürsüsü’ne asistan olarak girmiştir. Aynı kürsüde 1966 yılında Doktor, 1970 yılında Doçent, 1976 yılında da Profesör olmuştur. 1984 yılında İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne intisab etmiş, 1991 yılında aynı fakültede yeni kurulan Uluslararası İlişkiler Kürsüsü Başkanlığı’nı üstlenmiştir. 1993 yılında, İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılmış ve Koç Üniversitesi, İdari Bilimler ve İktisat Fakültesi’nde Siyasal Bilimler Profesörü olarak görev almıştır. Ekim 1998-2001 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Rektörlük görevini üstlenmiştir. Hali hazırda aynı üniversitenin Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi’dir.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI