AKP iktidarı artık yolun sonuna yaklaşırken (ki bu kaçınılmaz bir son gibi görülmesin lütfen, iktidarda kalmak için her yolu deneyecektir), kurduğu sistemin yolsuzluk üreten özelliği daha bir öne çıkıyor.

Toplumda giderek artan yolsuzluk, rüşvet ve usulsüzlük gibi olaylar ülkedeki yönetim biçiminin kaçınılmaz olarak sorgulanmasını gerektiriyor. Toplumun muhalif kesimi bu konuyu 24 saat tartışıp duruyor. Ama ben eminim ki iktidara destek vermiş, hatta vermeye devam eden kesimler de bu durumla ilgili şaşkınlık içindeler. Ama asıl şaşkınlık içinde olanlar tahmin ediyorum ki iktisatta (siyaset biliminde de) “principal-agent” (asil-vekil) teoremini bilenlerdir. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi denilen yönetim sisteminde karar alma mekanizmalarının bu teoreme uygun biçimde olacağı çok açıktı. Yani, hiçbir denetim mekanizmasının olmadığı bir durumda “asil”in (Cumhurbaşkanının) “vekile” verdiği yetkilerin kullanımında “asilin çıkarları” kadar “vekilin de çıkarları” öne çıkmakta, asil vekili tam olarak denetleyemediğinden dolayı da vekil kendi çıkarlarını maksimize etmeyi seçebilmektedir. Bunun sonucunda da “ahlaki ya da manevi” adı verilen bir zarar (bu örnekte toplumsal zarar) ortaya çıkmaktadır.

Bizde Cumhurbaşkanlığı sistemi böyle çalışmaktadır. O nedenle de sistem tam olarak “ahlaki zarar” üreten yani vekillerin (bakanlar, bakan yardımcıları, danışmanlar vs) yolsuzluk, rüşvet ve usulsüzlük içine düşmelerine yol açan bir biçime dönüşmüş durumdadır. O nedenle de yolsuzlukların bu denli yükselmesi karşısında şaşkınlığa kapılmanın bir alemi yoktur. Bu sonuçlar zaten Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin bizatihi bünyesinde vardır. Ama asıl şaşkınlık veren bu durumun neden ve nasıl öngörülemediği meselesidir. Çünkü bu söylediğim teoremi dünya alem bir zamandan beri biliyordu. Bizde siyasetçilerimizin cehaleti mi desem ya da referandumun OHAL zamanına denk gelmişliğinden mi desem bu sistemin bu özelliği hiç tartışılmadı bile.

Asıl garabet 2011 yılında çıkarılan 643 sayılı KHK ile başlamıştı. Bu KHK ile o güne dek kurulmuş çok sayıda bağımsız idari kuruluş, yasalarında “mali” ve “idari” bakımdan “özerk” ve “bağımsız” oldukları yazılmış olsa da ilgili ya da ilişkili oldukları bakanlıklara bağlandı. Bir hesaba göre ekonomik faaliyetlerin yüzde 60’ından fazlasıyla ilgili denetim ve düzenleme yetkisi olan bu kuruluşların bakanlıklara bağlanması aslında bu alanlardaki kararların doğrudan iktidara devredilmesi  anlamına geliyordu. Dolayısıyla özellikle ekonomide milyonlarca insanın hayatıyla ilgili kararlarda az sayıda siyasetçi ve bürokratın rolleri arttırılmış oldu.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen sistem bu alt yapı üzerine oluştu. Bir ülkede kararların merkezi hale gelmesinin en önemli sakıncası, iktisatçıların benimsediği bir mottoyu hatırlatarak söylersek “Karar alanlar daima kendi çıkarlarına uygun kararlar alırlar” sözüdür. Bu ilkeyi “asil-vekil” teoremiyle ilişkili olarak yorumlarsak, kararlar merkezileştikçe, en üsteki asilin vekile göçerdiği karar yetkileri, asilin vekili denetleme sınırlarını aştıkça vekilin kendi çıkarlarını düşünerek davrandığı bir ortam oluşturur. Bu da yolsuzlukların ve rüşvetin rahatlıkla yeşerebileceği bir iklim anlamına gelir.

AKP iktidarı artık yolun sonuna yaklaşırken (ki bu kaçınılmaz bir son gibi görülmesin lütfen, iktidarda kalmak için her yolu deneyecektir), kurduğu sistemin yolsuzluk üreten özelliği daha bir öne çıkıyor. Bir şey bildiğimden sanılmasın ama “bu daha bir başlangıç”. Yolsuzlukların arkası maalesef gelecek. Dediğim gibi yolsuzluk ve rüşvet eylemlerinin belirleyicisi olan, kararların merkezileşmesi ve asil-yedek ilişkisinin hiçbir denetim mekanizmasına tabi olmamasıdır. Bu da Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin en temel özelliğidir.

O nedenle de muhalefet sorunun nerede olduğunu değerlendirmeden, yapılacak işlerin bir yönetim tarzının değil bir rejimin değişmesi olarak görmezse başarılı olma şansı da pek olmayacaktır.