Perşembe, Nisan 25, 2024

Yepyeni Türkiye’nin dış politikasında dinin bir yeri olmalı mı? (2)

İki hafta önceki ilk Politikyol yazımda yukarıdaki soru cümlesi şekildeki başlığa biraz teorik, biraz da tarihi bir anlatı sonrasında kestirmeden ‘evet’ cevabını vermiştim. Bu cevabı verirken AKP’nin yeni Türkiye’sinin dini nasıl ve ne şekilde kullandığını da kısaca özetlemeye çalışmıştım. Her ne kadar AKP Türkiye’si, Cumhuriyet tarihinde hiçbir iktidarın elinde olmayan imkanlara sahip olsa da, dini haddinden fazla, genellikle çatışma ve de ayrıştırma odaklı kullandığı için çok çetrefilli ve hatalar ile dolu bir yol yürümeye çalıştığından bahsetmiştim. Bunun üzerine kimi dostlarım ve meslektaşlarım hal böyleyken AKP sonrasındaki Türkiye’nin işte bu nedenler ile dini ya da diğer bir değişle Sünni İslam’ı dış politikada kullanmaması gerektiğini söyleyerek tartışmaya katıldılar. Ben ise hala aynı yerdeyim, eğer bir gün gerçekten AKP sonrasında rehabilite olmuş bir toplum tarafında gerçekleştirilecek bir restorasyon ile yepyeni bir Türkiye kurulacaksa[1] işte o Türkiye’nin dış politikasında din mutlaka olmalı. Aksi takdirde o yepyeni Türkiye hem kendi olanaklarına, hem tarihi kazanımlarına yazık etmiş olur ve bununda ötesinde uluslarasın sistemde akıllıca kullanabileceği bir aygıtı ıskartaya çıkarır. İşte bu sebeple bence dört ana nedenden dolayı ve buna bağlı dört şekilde yepyeni Türkiye’nin dış politikasında İslam dinini rasyonel bir araç olarak kullanmasına gerek var. Bu nedenler ve farklı kullanılma yöntemleri bence şu şekilde;

  • Sanıldığının aksine Türkiye dış politikada dini AKP döneminde kullanmaya başlamadı. Osmanlı dönemini olayın dışında tutarak bakarsak, her ne kadar Erken Cumhuriyet’e kadar bu meselenin temellerini götürebilecek olsak da, resmi ve görünür kullanım 1970’lerin başsında kıta Avrupa’sına yoğunlaşan Müslüman göçü ile başladı. Rasyonel, radikallikten uzak Türkiye İslamı ve de onun resmi ya da yarı resmî kurumları bu dönemden beri dünyanın 80’den fazla ülkesinde aktif ve de Türkiyeli ve de diğer ülkelerden genel Müslümanlar hizmet ediyor. İnanın bu hizmet ya da aktif olarak faaliyet gösterme işinde Türkiye iç politikasında nefret edilen, düşmanlaştırılan dönemsel ya da sürekli olarak terörize edilen yapılar da mevcut ve şaşırılacak şekilde farklı tarihlerde devlet ile ortaklık da kuruyorlar. Bu bağlamda birdenbire bu alandan çekilmek ya da alanı sadece sivil inisiyatiflere bırakmak hem Türkiye’nin sınırları ötesinde uzun zamandır faaliyet gösteren birde çok birbirleri ile bağlantılı aygıtlarını çalışır halde çöpe atmasına hem de bu ülkelerin alıştıkları Türkiye gibi Sudi Arabistan ya da İran ile karşılaştırıldığında daha güvenilir olan bir aktörden yoksun kalmasına sebebiyet verir. Elbette, doğanın boşluğu kabul etmeyeceği temel prensibi ile bu boşluk zamanlar Türkiyeli ya da Türkiyeli olmayan kurumlar ya da yapılar tarafından doldurulabilir ama Türkiye’nin kaybının yeri doldurulamaz. Bu nedenle Türkiye bu alanı boşaltmamalıdır ki zaten az da olsa hala varlığını sürdüren devlet hafızası ve de refleksi buna izin vermez.
  • Başta Avurpa olmak üzere hemen hemen bütün dünya adına popülizm ya da aşırı sağcılık denilsin bir şekilde hızla radikalleşmekte. Her ne kadar Biden’ın seçimi bunu bir nebze durdurmuş gibi gözükse de toplumlardaki dönüşümün durduğunu düşünmek büyük bir yanılsama olur. Bu bağlamda öteki karşıtlığının bir şekilde Müslüman karşıtlığı olduğunu ve de entegrasyon politikalarının çok yetersiz kaldığı batılı toplumlarda Türkiye gibi yeri geldiğinde kaynaştırma yeri geldiğinde de tampon görevi görecek aktörlere ihtiyaç var. Kuşkusuz ideolojisinin Taliban ile yakınlaştığını iddia eden bir ülkenin bu rolü oynaması imkânsız ve radikalleşmeyi körüklemesi muhtemel. Ancak şunu unutmamak lazım özellikle Avrupa’nın Müslüman sokaklarında Türkiye’nin yaşanan her şeye karşın bir karşılığı var ve bu karşılık azımsanacak bir değerde de değil. Elbette aşağıda bu etkinin Türkiye için önemine değineceğim ama bu etki Türkiye radikalleşemeye kaymadığı zaman batı için de önemli ancak Türkiye kendi siyasal İslam’ını görece çok prematüre bir kolonyal dil ile yaymaya çalışırsa Macron’un Fransız İslam’ı ‘yaratmaya’ çalışması gibi daha çok imkânsız, irrasyonel ya da görece çatışmaya götürücü söylemi farklı liderlerden de duyarız.
  • Artık sanıyorum Türkiye’nin dünya üzerinde çok da önemli bir ülke olmadığını anlamış durumdayız. Ne coğrafi konumumuz ne de batı için olan değişilmez pozisyonumuz eskisi gibi. Bunda değişen Türkiye’den daha çok farklılaşan dünya ve bölge dengeleri ve de teknolojinin çok etkisi var. Türkiye ekonomisinin, dünyaya sunduğu katma değerin de durumunun hiç iç açıcı olmadığı da aşikâr. Peki, Türkiye’nin dünya siyasetinde doğrudan olmasa da dolaylı yoldan etkili olabileceği ve de kendisini ülkeler bazında bir yere koyabileceği nesi var. Kuşkusuz eğitim, dinamik sivil toplum yapısı ve de baskı karşısında ayakta kalmaya çalışan medya kurumları gibi birçok değeri var ama bunların devletler nezdinde ulus aşırı etkisi hem sınırlı hem de Türkiye ile alakalı. Fakat din daha geniş, daha etkili ve de daha yayın bir araç ve Türkiye İslam dünyası içerisinde kendine has laiklik anlayışı ile etkin aktör olabilme durumuna yükselir ise yanı din bazlı çatışmaları çözmek ister ise, uyum ve de çatışmasızlık önerir ise dünya sisteminde reel olarak yeniden bir güç konumuna yükselebilir. Elbette bu onu hiçbir zaman büyük güç yapmaz ama Türkiye’nin hiçbir zaman büyük bir güç olmadığını da düşünürsek görece gerçekçi bir hedef koyduğumuzu söyleyebiliriz.
  • Son nokta ise Türkiye’nin yukarıdaki üç nokta ile alakalı farklı ülkelerin farklı topluluklar üzerine olası etkisi ile alakalı. Diğer bir deyiş ile çokça kullanılan ‘yumuşak gücü’ ile alakalı. Türkiye her ne kadar AKP iktidarlarının ikinci döneminde önemli bir yumuşak güç olarak dünyada kendini göstermiş olsa da içeriden başlayan siyasi krizler ve de ekonomik durum onun hem normatif hem de materyal yumuşak gücünü yok etmeye başladı. Buna karşın din en ilgin ve de en etkili yumuşak güç aygıtlarından birisi ki Türkiye’nin bunu akılsak kullanma hafızası da var. Kısacası dozunda ve radikallikten uzak bir kullanım farklı ülkelerin farklı toplumlarında olumlu etki yaratabilir ve Türkiye algısını değiştirebilir.

Elbette bütün bunların nasıl yapılacağı ile ilgili birçok farklı madde eklemek de mümkün. Bu Diyanet başta olmak üzere birçok kurumun işletilme aklına ve de kapasitelerine bağlı. Dahası devlet mekanizmalarını işletenlerin niyetleri ile de alakalı. Bura hemen şunu da not edeyim, amacım Türkiye’nin bir İslam ülkesi olarak uluslararası arenada boy göstermesi değil. Aksine din ve devleti koordineli ve de faydacı bir şekilde işleten bir devlet yapısını önermekteyim. Kuşkusuz bunların hepsinin ötesinde farklı İslamcı ideolojilere sahip irili ufaklı gruplar halinde olmadığı kadar başkalaştırılan devlet mekanizmasını ve de onun hem içeride hem de dışarıda işletilen aygıtlarını restore etmek lazım. Ama görebildiğim o ki bu restorasyon öncesinde zorunlu, acılı ve sonu çok da belli olmayan bir rehabilitasyon sürecini yaşamamamız lazım.

[1] Son günlerde çok konuşulan AKP sonrasında oluşması muhtemel restorasyon dönemi ile ilgili düşüncelerimi bir sonraki yazımda yazacağım. Zira, ben mevcut toplum yapısı ile restorasyonun mümkün olmadığını ancak Türkiye rehabilite olur ise restorasyon sürecine gireceğini düşünmekteyim.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI