Yeniden ve güçlendirilmiş laiklik V: Yeni hikayeler ve anlatıcılar gerek
Politikyol
Yeni bir Türkiye kuruluyor. Buna benzer bir "Yeni Türkiye” dönemecinden 2000’li yıllarda da geçmiştik. AK Parti daha demokratik ve kalkınmış bir ülke kuracaktı. Başarısızlığın nedeni sadece onlarda değil, kurumlarımızda ve siyasal sistemimizde yatıyor. Buna gözümüzü kapatmayalım.
Nedenler daha en baştan aynı zamanda siyasal kurumlarımızda ve muhalefet partileri dahil olmak siyasal sistemimizde yatıyordu.
Yeni bir dünyayla beraber yeni bir Türkiye’nin doğmakta olduğu ama o yeninin ne olacağını, ne kadar olumlu ve ümitvar olacağını henüz bilemediğimiz bir dönemdeyiz. Bir siyasal değişim olacak ve on dokuz yıldır ülkenin yönünü çizen bu iktidar tarihe karışacak. “Niyetleri,” ortaklıkları ve dünya görüşü artık geleceğimizi belirlemeyecek.
Ama yerine ne geleceğini bilmiyoruz.
Yeniyi kuracak olanlar “biziz.” Ne dış aktörler, ne kader, ne de “bu” coğrafya, konjonktür ve tarih; yani edilgenliği gerekçelendirmek için yerleşmiş ve konforlu inatlarımızı değiştirmemek için kullandığımız mazeretler değil. Geleceğimizi başta siyasal partiler, sivil toplum, medya, akademi, iş ve emek dünyasında karar verici ve yönlendirici konumda olanlarımız olmak üzere kendi özgür irademizle ve bu dönemde yapacağımız tercih ve eylemlerle kendimiz belirleyeceğiz.
Buna göre ya yeniden ve daha güçlü bir “halk” olacağız, ya da kutuplaşmış ayrı asansörlerde ama sonuçta birbirimize bağlı olarak ve hep beraber aşağı inmeye devam edeceğiz.
Önce biz iyiyi, doğruyu ve bir arada yaşamayı (dünyadaki ve ülkemizdeki örnekleri doğru değerlendirerek) seçelim. Sonrasını kader, dış aktörler ve coğrafya düşünsün. O zaman onlara kızmak hakkımız olur.
“Kadercilik,” yani hayatını kendi elinde olmayan ve görünmeyen (dünyevi veya ilahi) güçlerin belirlediğine inanmak... Tersinden ifade edersek eğer, hayatını kendi özgür iradesiyle yönlendiremeyeceğine inanmak, dindar insanları da seküler insanları da farklı gerekçelerle etkileyebilir.
Ve geniş anlamda bu kaderciliği veya edilgenliği aşmak, aşabileceğine inanmak toplumsal ve felsefi anlamda laikleşmenin en önemli koşulu diyebiliriz.[1]
Ulusal egemenlik ve ulus olmak dediğimiz şeylerin de temelinde işte tam bu anlamda Laiklik yatıyor. Bu “inanç” ve bu inanç doğrultusunda siyaset yapmak yatıyor.[2] Eğer halkın yaptığı kolektif tercihlerle ve siyaset yoluyla kendi kaderini tayin edebileceğine inanmıyorsak, ne demokrasinin ne de ulus egemenliğinin bir anlamı kalıyor.
Türkiye benzer bir “Yeni Türkiye” dönemecinden 2000’li yıllarda da geçmişti. O dönemde özellikle AK Parti konusunda fazla iyimser ve ümitli kesimler, başta “büyülenmiş” muhafazakâr kesimler olmak üzere, bu partinin yeni ve daha demokratik, daha kalkınmış bir ülke kuracağını ummuşlardı. Kanaatimce AK Parti’nin böyle bir potansiyeli baştan beri çok zayıftı. En başta bu partinin kendi fikirsel ve psikolojik temelleri[3] ve daha en baştan girdiği, yanlış ortaklıklara dayalı “siyaseti” nedeniyle.
Ancak bu zayıflığın kaynaklarını sadece bu partinin kendi ideolojisinde ve niyetlerinde bulmak da gerçeklere farklı bir açıdan göz kapamak olur. Nedenler daha en baştan aynı zamanda siyasal kurumlarımızda ve muhalefet partileri dahil olmak üzere siyasal sistemimizde yatıyordu.[4]
Öte yandan siyasal partileri de toplumsal tabanlarından bağımsız düşünemeyiz.
Çatışan hikayeler: Seküler ve dindar toplum kesimlerinin – özellikle de kanaat önderlerinin -- birbirini “görmeyen” dünyalarda yaşamaları.. Geçmişi, geleceği, Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i, laikliğin topluma katkısını uzlaşmaz hikayelerle yorumlamaları.. O zaman da demokratikleşmenin ve refahın önündeki en enemli engeldi.[5]
Bu anlatılar, hikayeler gökten düşmemişti. Dış güçler yazmamıştı. Yaratıcıları, geçmişi ve geleceği yorumlayan bizlerdik.
Bu sefer daha farklı bir “kader” inşa edebilir miyiz?
Aynı hikayelerle daha iyi bir gelecek kuramayız. Yeni anlatılara ve yeni anlatıcılara ihtiyacımız var.
Peki “ikinci yüzyılda” bu yeni anlatıların özellikleri ne olabilir?
1. Eleştiren de savunan da Cumhuriyetin kuruluş dönemiyle uğraşmayı tarihçilere ve akademisyenlere bırakmalı. Hatasıyla sevabıyla Cumhuriyetin kazanımlarını demokratikleştirmeye odaklanmalı.
Cumhuriyetin kuruluş dönemi özellikle 1925 sonrası bütün güçlerin Mustafa Kemal Atatürk’e bağlandığı bir devrim ve ulus-devlet inşası dönemidir. Devrimler doğaları gereği zorla ve haksızlıklar yaparak gerçekleştirilen değişimlerdir. Meksika’dan, Fransa, Çin, Rusya, İran, Irak, Endonezya ve Gana’ya (hadi Afganistan’ı da ekleyelim) karşılaştırmalı bir değerlendirme, Türkiye’deki devrim ve ulus-devlet inşasının zor kullanma anlamında görece ılımlı ama gerçekleştirilen kültürel değişimler (devrimler) anlamında görece radikal bir değişim olduğunu söylemek mümkündür.
Neden, nasıl, ne kadar, eğer farklı tercihler yapılsaydı ne olurdu? Bunları karşılaştırmalı olarak ve doğru yöntemlerle araştırmak akademisyenlerin görevi. Okumak bilgilenmek te vatandaşların görevi. Bu bilgilenme de bir “büyüden arınma” biçimi ve doğru söylemlerle yapılırsa Cumhuriyete karşı değil, aksine yapmak istediği akıl devriminin bir gereği.
Ama bunların yukarıda bahsettiğim anlatılar için bir önemi yok. Çünkü devrimlerin haklılığını veya haksızlığını iddia etmek mümkün değildir. Uyguladıkları yöntemlerin hakılılığıyla değil getirdikleri yeniliklerin uzun vadede haklılığıyla ve idealizmleriyle (samimiyetleriyle) değerlendirilirler.
Türkiye’nin kuruluş dönemi bize laiklik, halk egemenliği, bağımsızlık, demokrasi ülküsü (ama o dönemde pratiği değil), çağdaşlaşma, kadın-erkek eşitliği gibi birçok ideali kurumsallaştırmıştır.[6]
Önemli olan bu idealleri sahiplenmek ve bugünün şartlarında hayata geçirmeye, geliştirmeye ve herkes için geçerli olmasını sağlamaya çalışmaktır. Aksi bu kazanımlar için ödenen bedellere ve ödeyenlere haksızlık etmek olur.
Ve Cumhuriyeti kuranların yaptıkları ve yöntemleri eleştirilebilir ama kendileri için yaptıklarını – örneğin ceplerini doldurmak için – iddia etmek, yani samimiyetlerini tartışmak çok zordur. Tüm hayatı savaşlarla geçmiş ve Rıza Şah Pehlevi gibi bir hanedan kurmak ve ailesini karun gibi zengin yapmak için elinde her güç varken bunu yapmayan, halk egemenliğine dayalı bir cumhuriyet kuran ve tüm servetini kamu kuruluşlarına miras bırakan bir kurucu lideri vardır.
Bu özellik, bugün “ama biz de devrim yaptık yapıyoruz” diyenlerden onları keskin ve geri çizilmesi artık imkânsız sınırlarla ayırmaktadır.
1980’lerden itibaren akademik araştırmanın ötesinde toplumsal ve siyasal anlatılar üretme çabasındaki “post-Kemalizm” akımının[7] en büyük hatalarından biri, kurucu dönemi yaptığı haksızlıklar üzerinden – tabii farklı oranlarda ve niyetlerle -- bir itibarsızlaştırmaya maruz bırakmasıydı. Ama aynen “askeri vesayet giderse demokrasi gelir” kolaycı tezleri gibi, “Kemalist dönem büyüsünden arınırsa demokrasi gelir” beklentisi de yanlıştı.
Keza Yıldıray Oğur’un Karar gazetesindeki yazısında olduğu gibi, kurucu dönemde örneğin Kâzım Karabekir ve Halide Edip Adıvar’ın yaşadıklarını anlatmak, bir post-Kemalizm savunusu veya yanlışlarına getirilen eleştirilere yanıt bağlamında, anlamsız.
Ancak bundan yola çıkarak kurucu dönemde kullanılan yöntem, ritüel ve söylemleri bugün kullanmak (örneğin farklı düşünenleri “hain” olarak yaftalamak veya çarşaf giyenleri öcü gibi gösteren piyesler) ve savunmak da bir o kadar anlamsız. O dönemin olaylarını bu söylemlerle anlatmak da artık gereksiz.
O dönemki kurucu kadrolar hatasıyla ve sevabıyla geç Osmanlı döneminin, 1920’lerin ve 30’ların bilgi birikimi ve hâkim modelleriyle hareket ettiler. Bugün 21. yüzyılın bilgi birikimi ve modelleriyle yolumuzu çizmek zorundayız.
O gün çökmüş bir imparatorluk ve işgal edilmiş bir ülke vardı. Bir “devrim” gereğini sadece laikler değil İslamcılar da söylüyordu. Bugün 100. yılına yaklaşan bir ulus devlet ve cumhuriyet var.
Bugün toplumsal barış için de laikliği savunmak için de ihtiyacımız olan uzlaşma, alabildiğine kapsayıcı ve özgürleştirici bir dil, çoğulculuk, adalet ve demokrasi.
Bugün farklı söylemlere ve siyasetlere gereksinimimiz var.
Buradan, yeni hikayelerin özellikleriyle devam edeceğim.
[1] Kaderciliğin tersi ve Laikliğin dayanağı: dindar da olsak seküler de olsak, kendi eleştirel akıl, tercih, ve eylemlerimizi kullanarak “bu dünyada” daha iyi bir yaşam seçebileceğimize, farklı bir toplum kurabileceğimize “inanmak”. Kutsal kitapları da seküler metinleri de yorumlayan ve eyleme geçirenlerin insanlar olduğunu kavramak.
[2] Evet siyaset, çünkü tek başımıza veya sadece kendimiz gibi düşünenlerle farklı bir toplum kuramayız. Doğru fikirler ancak ve ancak farklı kesimlerden yeterli toplumsal destek bularak uygulama şansı bulabilir. Ancak bir “halk” olarak yeni bir gelecek yaratabiliriz. İşte o halkı asgari müştereklerde bir araya getirmek, doğru dille ikna etmek te siyasetten geçiyor.
[3] Murat Somer, “Conquering versus Democratizing the State: Political Islamists and Fourth Wave Democratization in Turkey and Tunisia,” Democratization 24 (6): 1025-1043 (2017).
[4] Murat Somer, "Moderate Islam and Secularist Opposition in Turkey: Implications for the World, Muslims and Secular Democracy." Third World Quarterly 28, no. 7 (2007): 1271-89, özellikle syf. 1273-74.
[5] Bu hikayeleri 2008’de yazılan ve 2010 yılında basılan bir makalemde kavramsallaştırmaya çalışmıştım: Murat Somer, “Democratization, Clashing Narratives, and ‘Twin Tolerations’ between Islamic-Conservative and Pro-Secular Actors,” syf. 28-47, Marlies Casier ve Joost Jongerden (editörler), Nationalisms and Politics in Turkey: Political Islam, Kemalism and the Kurdish Issue içinde (New York: Routledge, 2010). Türkçe basım: Istanbul, Vate Yayınevi, 2013.
[6] Bu idealler birdenbire ortaya çıkmamıştır, elbette geç Osmanlı döneminde filizlenmişlerdi. Cumhuriyeti kuran kadroların yaptıkları, içine doğdukları yerel ve küresel iklimin doğasına uygundur, oradan beslenmişlerdir ve o yüzden başarılı olmuşlardır.
[7] İlker Aytürk, “Post-post-Kemalizm: Yeni bir paradigmayı beklerken,” Birikim, Sayı 319: 34-48 (Kasım 2015). Ayrıca bkz. Politikyol’da Berk Esen vd. yazarların ilgili yazıları.
Yorumlar