Salı, Nisan 23, 2024

Yeniden ve güçlendirilmiş laiklik II

Türkiye önümüzdeki yıllarda mukadder bir iktidar değişimi yaşayacak. Dünyadaki örneklerden de biliyoruz ki (bu soru sadece anketlere bakarak yanıtlanamayacak kadar çok boyutlu bir soru) bu konuda (olasılık sıralaması yapmadan) üç ihtimal var:

  • Devlet içindeki ortaklarıyla beraber hükümet etmekte olan otoriter MHP-AKP bloğunun kendi içinde bir iktidar değişimi olabilir. Erdoğan sonrasına yatırım yapmakta olan aktörler arasından yeni bir iktidar doğabilir. Veya Erdoğan yeni bir koalisyon kurabilir.
  • Bugünkü muhalefet içinden oluşacak bir koalisyon iktidara gelebilir; ama ülkede herkes için demokrasiyi, hukuku ve kamu yararına yönetimi yeniden inşa etmeyi, ülkenin önünü açmayı başaramayabilir. Bu durumda yerine bugünkünden daha da otoriter ve yıkıcı iktidarlar gelebilir.
  • Bugünkü muhalefet içinden oluşacak bir koalisyon iktidara gelebilir; aynı zamanda ülkede herkes için demokrasiyi, hukuku ve kamu yararına yönetimi yeniden inşa etmeyi başarır ve ülkenin önünü açar.

Türkiye’yi gerçekten seven, iyiliğini isteyen herkes bu üçüncü ihtimal nasıl gerçekleşir, ona kafa yormak ve destek vermek zorunda.

Bu senaryo gerçekleştiğinde, yeni iktidarın demokrasiyi yeniden inşa etmek için: başka işler yanında AKP iktidarları döneminde içi tamamen boşaltılan ve küçük özel çıkar gruplarının insafına terk edilen Laikliği[1] de yeniden diriltmesi gerekecek.

Laiklik Afganistan’daki son gelişmelerin gösterdiği gibi dünyada da demokratik ülkelerde yükselen bir değer olmak yolunda. Yani bu senaryo Türkiye’nin dünyadaki kimliğini de olumlu etkileyecek bir senaryo.

Ama Türkiye’nin son otuz yıldaki demokratikleş(eme)me macerasında Laiklik tartışmaları demokrasi isteyen çoğunluğu siyaseten bölen ve otoriterliği meşrulaştıran bir rol oynadı. Bu sorun hem halk ve seçmenler arasında hem de kanaat önderleri, sivil toplum ve siyasetçiler arasında yaşandı. Belki son yüz elli yıllık deneyimimiz için de kısmen benzer şeyler söylenebilir.

Oysa bu sefer tam tersi olmalı. Laiklik hak ettiği gibi birleştirici bir çimento rolü oynamalı ve toplumsal barış, refah ve huzurun, özgürlüğün önünü açmalı.

Ama nasıl ve nasıl bir laiklik?

Geçen yazımda bu soruyu sorduktan sonra, yakın geçmişte Laikliği eleştirenler kadar savunanların da fikirsel ve söylemsel olarak eksik ve yanıltıcı ilkelere dayandığını vurgulamıştım. Aynı hatalar tekrarlanırsa sonucun hüsran olabileceği uyarısını yapmıştım.

Laiklik ithal bir kavram mı?

Örneğin eleştirenler kadar savunanlar da, Laikliğin Batı’dan geldiğini ve Cumhuriyet kurulurken tepeden inme adeta yoktan var edildiğini düşünebiliyor. Cumhuriyetin başarılarını bu şekilde anlatabiliyor. Bu yanlış kanaat Türkiye’de Laiklik savunucularının kendisine güvenini zayıflatıyor. İnsanlarımızın, akıl ve iradelerini kullanarak kendi kaderini tayin etme yetisine sahip birer fail oldukları inancını aşındırıyor.[2] Laikliğin tarihsel ve kültürel köklerinin zayıf olduğu bir yerde bize “armağan edilmiş” bir şey olduğu izlenimini veriyor.

Oysa bu satırları 30 Ağustos’da, yani Türkiye halkının kendi kaderini tayin etmek yolunda kazandığı dönüm noktası bir zaferin yıl dönümünde yazıyorum.

Laiklik ithal bir süreç değil. Toplumsal ve düşünsel dünyevileşme, dinsel hukukla seküler hukukun, devletin dinsel ve seküler kurum ve meşruiyet kaynaklarının işlevsel ayrışması anlamında Laikleşme, Cumhuriyet öncesi de yüzyıllardır devam eden bir süreçti; 19. Yüzyılda da hızlanmıştı. [3]

İslamcılığın da bir ideoloji olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmasını ve II. Abdülhamit tarafından kullanılmasını bu süreçlerin bir karşı tezi değil parçası ve sonucu olarak görmek gerekir.  Yani eğer mutlaka bu yapılmak isteniyorsa Laiklikten önce asıl siyasal İslamcılığın Türkiye’de toplumsal köklerinin sığ ve zayıf olduğu, ithal bir kavram olduğu iddia edilebilir.

Elbette burada bahsettiğim tarihsel laikleşme/sekülerleşme süreçleri, bugün anladığımız anlamda bir Laikliğe karşılık gelmiyordu. Ama aynı şey 20. Yüzyıl öncesi tüm toplumlar için söylenebilir. Laiklik yanında demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar için de söylenebilir. Laiklik, demokrasi, insan hakları gibi kavramlar kadşm tarihsel kökleri olan, bugün anladığımız biçimlerinde yakın tarihin ürünü modern kavramlar. Köleliğin daha bir yüzyıl öncesine kadar çok normal ve meşru kabul edildiği, “modern köleliğin” ise hâlâ varlığını sürdürdüğü bir dünyada yaşıyoruz.

Ve bu olgu Cumhuriyet devrimlerinin önemini ve değerini azaltmıyor. Cumhuriyet bu “yerli” Laikleşme süreçlerini hızlandırdı ve kurumsallaştırdı. Laiklik ilkesinin anayasallaşması  ve kurumsallaşması kendi başına birçok ülkenin hayata geçiremediği ve gurur duyulması gereken bir başarı.

Türkiye’nin başarısızlığı Laikliği demokratikleşme yoluyla geliştirip siyasal ve entellektüel alanlarda kutuplaştırıcı bir konu olmaktan çıkaramamasında.

Laikliğin aynı anda olmazsa olmaz iki şartının olduğunu söyleyebiliriz.

  1. Din, vicdan ve fikir özgürlüğü
  2. Din-devlet ayrımı; yani devlet işlerinin din işlerinden işlevsel anlamda asgari bağımsızlığı

Kavramlar aşırı kullanılırsa kendileri de zarar görür. Laikliğin bu iki çok önemli ilkesi birçok sorunun yanıtı olabilir. Ama sihirli değnek te değiller. Her soruna reçete olamazlar.

Eğer başta başörtüsü konusu olmak üzere birçok meseleye ve toplumsal talebe çözüm ararken Laiklik yerine demokrasi, eğitim ve istihdamda fırsat eşitliği, düşünce özgürlüğü, adalet gibi prensipler kullanılsaydı pratik ve uzlaştırmacı çözümler bulmak çok daha kolay olurdu. Bu esnada Laiklik de güçlenirdi.

Oysa Laiklik ilkesini ileri sürerek çözmeye çalışınca bundan Laiklik te zarar gördü.

Aslında demokrasi eksikliğinin göstergesi olan birçok çarpık uygulamanın sorumluluğu da Laikliğe yüklendi.

Devam etmek üzere.

[1] Burada Laiklik tartışmalarında sıklıkla yapılan laisizm-sekülarizm ayrımını aşmayı öneriyorum ve bu ayrımı aşan bir tartışma yapacağım: bu her iki modeli de Türkçedeki yerleşmiş tanımıyla (büyük harfle) Laiklik başlığı altında tartışacağım. Sekülarizm-laisizm “modelleri” ayrımı daha çok Laikliğin bir ülkede nasıl ve hangi saiklerle geliştiğine ve uygulandığına ilişkin bir ayrımdır. Sonuçta her iki modelin de Laik olması için aşağıda bahsettiğim iki koşulu özünde (oldukça farklı kurumlar ve uygulamalarla yani farklı biçimlerde olsa da) karşılaması gerekir. Laikliğin biçimine ve tarihsel gelişim yoluna dair bir ayrımı, öze dair bir ayrım olarak tartışmak yanlış olur. Öte yandan bu ayrım daha çok çoğunluğu Katolik ve Protestan Hristiyan Batı (kıta Avrupası ve ABD) ülkelerinin tarihsel deneyimine dayanır. Çoğunluğu Ortodoks Hristiyan, Müslüman, Doğu Asya (Budist, Hindu vd) ülkelerin deneyimine dair anlamlı açılımlar getirmiyor.

[2] Oysa bu inanç, toplumsal ve psikolojik anlamda Laikleşmenin özü ve bel kemiğidir denilebilir.

[3] Halil İnalcık, Türklük, Müslümanlık ve Osmanlılık Mirası. İstanbul: Kırmızı, 2014; Baki Tezcan, The Second Ottoman Empire: Political and Social Transformations in the Early Modern World. Cambridge: Cambridge University Press, 2011; Hüseyin Yılmaz, “Containing Sultanic Authority: Constitutionalism in the Ottoman Empire before Modernity.” Osmanlı Araştırmaları / The Journal of Ottoman Studies XLV (2015): 231-64. Bu konuda benim bir sentezim ve kavramsallaştırmam için: Murat Somer, “Turkish Secularism: Looking Forward and Beyond the West.” In Handbook on Turkish Politics, edited by Matthew Whiting and Alpaslan Özerdem, 37-54. London: Routledge, 2019.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

2 Yorum

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI