Çarşamba, Nisan 24, 2024

Yasaklı çocuktan devleti sahiplenmeye AK Parti

Yasaklı çocukluktan devleti sahiplenmeye terfi eden AK Parti, önce dünyayla bağını koparttı, sonra dünyaya nizam vermeye kalkıştı. 21 yıl sonra AK Parti’ye baktığımızda, hukuki olarak parti ama işleyiş olarak bir şirket görüyoruz.

Yarın AK Parti’nin kuruluşunun 21. yılı. Yaş günü kutlaması ilanlarındaki slogan: “Bir olduk 21 olduk” şeklinde.

Geriye dönüp bu 21 yıla baktığımızda siyasi özeti; AK Parti’nin devletin yasaklı çocuğundan çıkıp devletin koruyuculuğuna terfi etme olarak okuyabiliriz.

Devlete mesafe alarak başlanan süreç, devletle bir olmakla sonuçlandı.

DEVLETİN YASAKLI ÇOCUĞU

Türkiye’de var olan devlet-toplum ilişkisinin asimetrik yapısına dayanan siyasal anlayışa göre muhafazakârlar, Kürtler ve Aleviler devletin yasaklı çocuğu” idi. Bu yüzden kurdukları partiler, dernekler, yayın organları devlet tarafından hep izlendi, denetlendi ve gerektiğinde de kapatıldı.

Muhafazakârlar 1970’lerden 80’lerin başına kadar devletin, sola ve Kürtlere karşı ideolojik olarak kullandığı araç” olduysa da, yasaklı çocuk olma hali devam etti.

Küreselleşme ile yükselen kimlik politikaları Türkiye’de de etkili oldu. Muhafazakârlar ve Kürtler kamusal alanda daha görünür olmaya, görünür oldukça da siyasallaşmaya başladılar.

Siyasallaşan muhafazakâr siyaset Refah Partisi (RP) ile 1994 yerel, 1995 genel seçimlerinde başarı elde etti.

1996’da kurulan RP ve DYP koalisyonu 11 aylık iktidarının sonunda 28 Şubat MGK kararları ile 1997’de sona ermiş oldu.

Devlet, 28 Şubat’la birlikte bir kez daha “yasaklı çocuk” ilan ettiği muhafazakârları siyasetin dışına itti. RP, AYM tarafından kapatıldı. Onun yerine kurulan Fazilet Partisi (FP) de AYM tarafından kapatıldı.

FP’nin kapatılmasından sonra Milli Görüş geleneğinden iki parti çıktı; Saadet Partisi (SP), bu geleneğe sahip çıkarken; AK Parti, Milli Görüş “gömleğini” çıkarıp toplumu referans alan “muhafazakâr demokrat” parti olmayı tercih etti.

Bu açıdan AK Parti, 28 Şubat sürecinde muhafazakâr kesim içinde yaşanan iç gerilimde sekülerleşen toplumsal kesimin kendini siyasal aktöre dönüştürmesidir. Ancak başarısında bunun kadar önemli olan faktör ise, 2001’de yaşanan ekonomik kriz ve ANASOL-M Hükümeti’nin başlattığı AB üyelik sürecinin koşulları olarak değerlendirebiliriz.

AK Parti’nin başarısı mevcut düzene itiraza dayanıyordu. Dar bir ideolojik bakıştan kurtularak toplumsallaştı ve yükseldi. Ancak bu başarı hikayesi partinin devlete eklemlenmesiyle sona erdi.

Bu açıdan AK Parti’nin başarısı mevcut siyaset yapma tarzına, siyasal yapıya ve kurulmuş siyasetsizliğe bir anlamda var olan düzene itiraza dayanıyordu.

Bu yapı/düzen/siyasetsizlik büyük ölçüde siyaseti toplumun değil devletin tekeline almış, bu haliyle siyaset, toplumsal sorunları çözme değil, devletin ürettiği rantın yukarıdan aşağıya dağıtılmasına dayanıyordu.

İşte AK Parti, büyük ölçüde buna itiraz eden bir siyasi geleneğin içinde çıkarak dar bir ideolojik bakıştan kurtulması ve toplumsallaşması ile yükseldi ve siyasal konjonktürle iktidar oldu.

Partinin elde ettiği başarıyı sürdürmesi ise muhafazakâr kesim dışında kalan toplumsal kesimlerle kurduğu “taşıyıcı koalisyonlar”la oldu.

Ancak bu siyasal başarı hikayesi, AK Parti’nin önce siyasal İslamcılığa ve o kimlikle devlete eklemlenmesiyle sona erdi.

AK Parti önce kendi kültürel ve ahlaki değerlerini biricikleştiren bir parti olmaya soyundu. İçki tüketiminden çocuk sayısına, kürtajdan doğum yöntemine kadar bir dizi siyasal çıkışla muhafazakâr demokrat partiden hızla siyasal İslamcı bir partiye dönüşme süreci başladı.

Bir siyasi iktidarın, devlet eliyle kendi kültürel ahlaki değerlerini toplumsal norm olarak empoze etmesi toplumu, tek kalıba dökme, onu biçimlendirme ve tek tipleştirme amacının yansımasıdır.

2011’den sonra içki tüketiminden çocuk sayısına, kürtajdan doğum yöntemine kadar bir dizi siyasal çıkışla muhafazakâr demokrat partiden hızla siyasal İslamcı bir partiye dönüşme süreci başladı.

Özetle 2011’e kadar makro alanda siyaseti devletten topluma taşıyan, Türkiye’yi siyaseten normalleştiren ve kendisini de marjinal bir kimlikten kurtarıp merkez partisi haline getiren AK Parti, bu tarihten sonra mikro alanda “değer temelli” tüm söylem ve siyasal tercihlerinde bir merkez partisinin değil tam tersine muhafazakâr/sağcı bir partinin dilini benimsedi.

Ancak HDP’nin 7 Haziran 2015’de elde ettiği siyasi başarı ve onun öncesinde başlayan MHP-AK Parti yakınlaşması bugün karşımıza Cumhur İttifakı olarak çıktı.

MHP’nin katalizör rolü ile AK Parti hızla devlete yakınlaştı ve eklemlendi.

SİYASİ LÜMPENLEŞME

Yasaklı çocukluktan devleti sahiplenmeye terfi eden AK Parti kendini dünyalılaştıran bir kimliği sürdürmek yerine kendisine devlet içinde meşruiyet sağlayan bir kimliği yani lümpen muhafazakârlık ve milliyetçiliği inşa etmeye soyundu. Dünya ile bağı kopan AK Parti, bu kimlikle kendini, dünyaya nizam veren, oyun kuran bir ülke olarak algıladı.

Bu eklemlenmeyi tamamlayan ise Türk Tipi Alaturka Başkanlık Sistemi olmuştur. İdeolojik süreklilik içinde keyfiliğin kurumsallaştığı tek adam rejimi, bugün Türkiye’nin en temel sorunudur.

Bu açıdan karşı karşıya olduğumuz sorun, AK Parti’nin toplumu homojenleştirmesi ve ataerkil bir düzen üzerinden topluma otoriter tek parti anlayışının giydirilmesidir.

AK Parti kuruluşunda; kültürel ve siyasal kimlik olarak “muhafazakârlığına”, siyaset anlayışı olarak da “demokratlığına” vurgu yaptı.

Ancak son yıllardaki siyasal söylem ve pratik uygulamalarına baktığımızda, partinin bu tercihlerden hayli uzaklaştığını görmek mümkün.

Gerek yeni yönetim sistemi öncesinde gerekse sonrasında, gündelik hayata ilişkin siyasal arayışlarda ve yasal düzenlemelerde karşımıza çıkan; çoğulculuğu değil, çoğunlukçuluğu, uzlaşmayı değil oy çokluğunu esas alan, kucaklayıcı değil dışlayıcı bir parti pratiğidir.

AK Parti’nin bu anlayışı; kendisine destek verenler dışında kalanların, muhalefet partilerinin siyaset yapma hakkını, toplumdaki farklı kesimlerin (kadınların, gençlerin, Alevilerin, eşcinsellerin vb.) temel hak ve özgürlüklerini, basın özgürlüğünü, toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkını yok sayıyor.

Bu da; kültürel kimliği ne olursa olsun, yönetim zihniyetinin otoriter olduğunu gösteriyor. Nitekim, yeni hükümet sistemi ile siyasal iradenin dar bir merkezde ve bir kişide toplanması da, bu zihniyetinin bir yansımasıdır.

21 yıl sonra AK Parti’den geriye kim kaldı diye sorulduğunda, cevap sadece Erdoğan ise; karşımızda hukuki olarak siyasal bir parti olsa da; işleyil pratiği sebebiyle CEO’sunun Erdoğan olduğu bir şirket gördüğümüzü itiraf etmek durumundayız.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI