Cuma, Nisan 19, 2024

Yaraya pansuman yapmak…

Kapitalizm denen üretim biçimi egemen olmasaydı ve biz başka bir üretim biçimini kurmayı başarabilseydik, yoksulluk denen bela başımıza gelmezdi. Kapitalizmin dizginlenemez kâr hırsı ortada oldukça birileri diğerlerine göre daha yoksul olmaya devam edecek.

Dünyamızın bin bir dertle boğuştuğu bugünlerde artan yoksulluktan, küresel ısınmaya; yolsuzluklardan milyonları yerlerinden eden mülteci sorununa kadar geniş bir yelpazede düşünen, uğraş veren ve çözüme katkıda bulunmaya çalışanların karşı karşıya kaldığı önemli bir itham var: “Yaraya pansuman yapıyorsunuz! Sorun yapısal, tek bir kişiyi kurtarmakla çözemezsiniz…”.

Oldukça haklılık taşıyan bir itham bu. İnsan yapımı varlıkların toplam ağırlığın dünyadaki diğer varlıkların toplam ağırlığını aştığı Antroposen çağına adım attığımız bugünlerde yaşadığımız sorunların insan marifetiyle yaratılmış yapıların ürettiği sorunlar olduğu açık, bunu kimse inkâr edemez.

Kapitalizm denen üretim biçimi egemen olmasaydı ve biz başka bir üretim biçimini kurmayı başarabilseydik, yoksulluk denen bela başımıza gelmezdi. Kapitalizmin dizginlenemez kâr hırsı ortada oldukça birileri diğerlerine göre daha yoksul olmaya devam edecek, yoksulluk yok olmayacak. Küresel ısınmanın insan kaynaklı faaliyetlerin sonucu olduğunu biliyoruz.

Dünyadaki doğal varlıklarını oburca tüketmemize yol açan sanayileşme çabası insanlara bir nebze refah getirse de nesillere uzanan bir maliyeti oluştu, on sekizinci yüzyıl manzaralarına dönmemiz imkânsız. Bu gidişatı bizim karbon ayak izimizi hesaplayarak yaşamamız değil, ancak “Degrowth-Küçülme” gibi devrimci bir hareket engelleyebilir.

Toplumu zapturapt altına almak için icat edilen Devlet, her merkezi yapı gibi çürümeye mahkumdu ve çürüdü. Yediğimiz içtiğimize, konuştuğumuz, düşündüğümüze kadar her şeye karışan, her şeyi düzenlemeye çalışan bürokrasilerin bir süre sonra nalıncı keseri gibi kendilerine yontmaları kaçınılmazdı, öyle de oldu. Devleti ve bürokratik tahakkümü yıkmadıkça, yolsuzluklardan kaçamayız.

İnsanları yaşadıkları yerlerden eden en önemli faktör devletlerin başarısızlığı, bu açık. Eğer o devletler bir grup çıkarcıya hizmet etmeseler, belli bir sınıfın emellerine alet olmasalar ne iç savaşlar çıkardı ne de yoksulluk olurdu; insanlar da yaşadıkları yerlerde mutlu-mesut kalırlardı. Ancak devletler vatandaşlarına huzur ve mutluluk sağlamakta o kadar başarısız oldular ki, halklar sınırlara yığıldılar; üstelik onları kimse de hoş karşılamadı. Halkların gerçek temsilcisi olan hükümetler yönetseydi dünyadaki devletleri, mülteci sorunu diye bir şey kalmazdı.

Eğer bir gün, bütün bu yapısal sorunları ortadan kaldıracak, insanın insanla ve diğer varlıklarla barış içinde kardeşçe yaşayabilmesine olanak sağlayacak bir kökten devrim yaşanırsa; o zaman bir ütopyayı gerçekleştirmiş oluruz. Dolayısıyla kolektif enerjimizi o güne ulaşmak ve yapısal sorunlara yol açan nedenleri ortadan kaldırmaya harcamak çok daha doğru olabilirdi; eğer o günün ne zaman geleceğini bilebilseydik ve geleceğinden emin olabilseydik.

Küresel sorunları çözmek için küresel bir toplumsal hareketin ve iradesinin oluşması gerekiyor o açık. Daha önceki deneyimler “tek ülkede” ya da “tek coğrafyada” devrimin mümkün olmadığını gösterdi, yapabileceğiniz tek şey o coğrafyayı “hastalıktan” korumak için duvarlarla çevirmek. Sorunlar küresel olduğundan, bu sorunların aşamayacağı duvar inşa etmek imkânsız, Pandemi deneyimi bunu bize açıkça gösterdi, virüs sınır tanımadı. Öte yandan duvarlar bir kere yükseldi mi, sorunlarla mı, gerçeklerle mi araya duvar çekiliyor anlaşılmıyor. Berlin Duvarı insanları kapitalizmin zararlarından değil, ancak başka bir yaşamın mümkün olabileceği gerçeğinden koruyabildi, o da ne kadar.

Ve en önemlisi, o gün gelene kadar ziyan olanın yerine koymak diye bir şey yok; tıpkı Marmara Denizi’ni geri almanın olanaksız olduğunu idrak etmemiz gibi. En önemlisi, devrimi beklemeyi savunanların içinde bulundukları konfor ile bu deneyimlerden zarar görenlerin yaşadıkları şartlar arasındaki kabul edilemez asimetri…

Karşı karşıya kaldığımız birkaç sorun üzerine düşünmek, devrim olana kadar bekleme fikrinin güzel ancak sorunlara çözüm getirmekten uzak bir argüman olduğunu gösteriyor. İklim değişikliğinden başlayalım. Dünyamız ikliminin insanlığın sonunu getirecek bir dizi felakete yol açacak kadar bozulduğu bir gerçek. Bu bozulmaya da insan kaynaklı eylemlerin yol açtığı da bilim insanları tarafından kabul ediliyor. Bu gerçek sadece bilim insanları arasında değil, siyasetçiler tarafından da görülmüş ki sonuncusu Paris Antlaşması olan bir dizi yaptırım gücüne sahip antlaşma imzalanmış.

En önemlisi, devrimi beklemeyi savunanların içinde bulundukları konfor ile bu deneyimlerden zarar görenlerin yaşadıkları şartlar arasındaki kabul edilemez asimetri…

Bizim ülkemiz dahil birçok ülkede aklı başında yasa ve yönetmelikler var. Üstelik iklim değişikliği konusunda çok az konuda görülen bir kamuoyu uzlaşması da var. Bütün bunlara karşın, alınan tedbirler kâğıt üstünde kalıyor, sadece siyasetçiler değil, kömür yakarak ucuza ısınmak isteyen bizler ya da girdi maliyetlerini düşük tutmak isteyen sanayiciler de dahil olmak üzere geniş bir koalisyon statükonun değişmemesi için çaba harcıyor, en azından değişimin önünde “stopper” işlevi görüyor. Bu şartlar altında yeni bir statükonun oluşması imkansızsa; tek çözüm olarak insanlara kendilerinin de çözümün bir parçası olduğunu anlatmanın devrimi geciktirmek gibi bir yan etkisi olabilir mi?

Başka bir sorun, çocuk işçiliği… Şu anda küremizde 160 milyon çocuk işçi var ve son dört yılda bu sayı 8 milyon arttı. Ülkemizde kâğıt üzerinde bir düşüş gözükse de aile yanında ücretsiz işçi olarak çalışanları ya da evde bakım yükünü üstlenenleri bir kenara bıraksak bile bir milyona yakın çocuk işçi olduğunu biliyoruz, diğerlerini eklersek kim bilir kaç olacak. Çocukların çalışmasını yasaklayan uluslararası sözleşmeler var, ülkemizde de gayet kapsamlı bir yasal çerçeve bulunuyor. Konunun uzmanları çalışmanın çocuklara verdiği zararları say say bitiremiyorlar, kamuoyunda da bir uzlaşma var.

Buna rağmen çalışan çocuk sayısı azalmıyor ancak istatistiklerin arkasına saklanıyor. Çocuğunun çalışmasına ihtiyaç duyan ya da gelirine el koymak için çalıştıran ebeveynler; çalıştığı için eline geçen üç kuruş paradan gurur duyan çocuklar; çocuk işçi çalıştırıp maliyetten “tasarruf” eden işverenler; denetlemeye diyelim üşenen bürokratlar ve sorunun sümen altı edilmesinden memnuniyet duyan siyasetçiler, el birliğiyle bu sorunu çözmemek üzere bir konsensus oluşturmuşlar, sadece ah-vah ediyorlar. Oysa çocuk işçiliğini azaltmak için en fazla çaba harcayanların tüketici nezdinde itibarını kaybetmekle karşı karşıya olan uluslararası şirketler olması şaşırtıcı değil mi? Üretim zincirinde çocuk çalıştırırsa boykotla ya da ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalacak şirketler bu konuda hassasken; biz yediğimiz patlıcan-domatesin kimin ürettiğini çok umursamamaktayız.

Bu şartlar altında yeni bir statükonun oluşması imkansızsa; tek çözüm olarak insanlara kendilerinin de çözümün bir parçası olduğunu anlatmanın devrimi geciktirmek gibi bir yan etkisi olabilir mi?

Gündemdeki bir meseleye bakalım. Katar’da organize edilmekte Dünya Kupası’na yolsuzluk bulaştığını herkes biliyor, çok sayıda FIFA yöneticisi bu yolsuzluklardan dolayı yasal soruşturmaya uğradı ve yasaklandı. Hatta 2010 yılındaki oylama öncesinde iki yönetici nakit para aldıkları ispat edildiği için oylamaya dahil edilmediler. Yolsuzluk bu kadar aşikarken ve hukuken kanıtlanmışken, turnuva başladı ve son hızıyla devam ediyor. Herhangi bir federasyon “takımımı turnuvaya göndermem” demedi, nasıl desinler, FIFA’nın yolsuzluğa meyilli yapısını bu federasyonlar oluşturuyor ve her biri milyar dolarlık gelirden biraz olsun nemalanıyor, zaten buna cesaret gösterenin ödeyeceği bedel fazla olur.

Futbolculardan da gitme konusunda tereddüt sahibi olan birkaç tanesi de çoğunluğa uydu. Sponsor kuruluşlardan çekilenin görmedik, en pahalı turnuva en fazla sponsorluk gelirini elde eden turnuva da olabilir. Katar insan ve işçi hakları konusundaki kötü itibarı ve yolsuzluk çamuru taraftarların bu ülkeye seyahat etmesini engellemedi, biz de ekran başında maçları seyrediyoruz.

Görüldüğü üzere sayılan üç konuda da çok katmanlı ve çok aktörlü koalisyonlar mevcut, bu koalisyonların temel işlevi de uzun vadede zararı çok fazla olacak bir statükoyu korumak. Basit bir matematik, statükodan az sayıda aktörün statükodan elde edilen kazancın büyük kısmını elinde tuttuğunu gösteriyor, dolayısıyla statükoyu korumak için çok daha cevval bir şekilde mücadele edecekler. Öte yandan, sıradan insanların bu durumdan elde ettikleri kazanç çok daha az olmasına karşın sayıları çok daha az. Neredeyse fiziksel bir kanun gibi, sistemden beslenenler sistemi değiştiremeyeceğine göre değişimi kimin tetiklemesini beklemeliyiz? Piramidin tepesindeki azınlığın mı, tabandaki çoğunluğun mu?

Yirminci yüzyılın başında bir dizi düşünür artan kitle hareketlerinden korkarak bir dizi metin yazdılar, Le Bon, Michels, Pareto, Ortega y Gasset ve Schumpeter bunların bazıları. Argümanlarıysa basitti, bazı işler kitlelere bırakılmayacak kadar karmaşıktı, sıradan insanları bu işlere dahil etmek “etkin olmayan” ve “yanlış” sonuçlara yol açabilirdi.

Çözümleri kitleleri siyasetten uzak tutmaktı. Bireysel düzeyde değişimleri hedefleyen müdahaleleri küçümseyen önermeler de benzer bir yanılgıya düşüyorlar, değişim ancak kitlelerin iştirakiyle mümkün olabilirken, onları dışlamak akıntıya karşı kürek çekmeye benzer. Üstelik aciliyet durumunda yapılacak ilkyardım pansumanken devrim beklemek de aşırı bir hayalcilik olur.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI