Pazartesi, Nisan 22, 2024

Winston Churchill dostunuz değildi

Tarık Ali

Winston Churchill modern Britanya’da neredeyse tanrılaştırılmış durumda. Ancak yaşamı boyunca Churchill gerçekte kim olduğunu çoğunlukla ortaya koydu: amansız bir emperyalist ve ırkçı, sendikaların ve kadın haklarının düşmanı ve seçkinlerin ayrıcalıklarının savunucusu.

Winston Churchill, kültü uzun süredir kontrolden çıkmış olan cilalı bir ikon haline geldi. Fakat ilginç bir şekilde hayatı boyunca nispeten düşük profilli bir ekoldü. Blitz[1] saldırılarının en yoğun olduğu dönemde bile, daha sonra Tory politikacıları ile muhafazakâr ve liberal tarihçilerden oluşan bir grup tarafından bu ölçüde kültleştirileceği öngörülemezdi.

2017’de hakkında çıkan bir dizi filmden önce çok sayıda biyografisi yazıldı. Şu anda Churchill hakkında bin altı yüzü aşkın kitap bulunuyor. Londra Kütüphanesi’nin biyografi bölümünde kendisine ayrılan çok sayıda raf var –Britanya Kütüphanesi’nde bundan da fazla– ve bunlara kendi yazdığı kitaplar dâhil değil.

Churchill kimdi ve neydi? Kendi kariyeri ve İmparatorluğun ihtiyaçları (Churchill’e göre ikisi arasında hiçbir fark yoktu) yerine getirildiği sürece en pis göllerde yüzmekten mutlu olan tombul bir sazandan fazlası mıydı? Belki biraz daha fazlasıydı, ama çok da değil. O halde bir kült figür haline gelmesinin sebebi nedir?

Churchillizm

Gerçek kült, tüm aşırılıklarıyla birlikte uzun II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı. Anthony Barnett, 1982’de Margaret Thatcher tarafından yürütülen Falkland/Malvinas savaşına karşı kaleme aldığı keskin polemikte “Churchillizm”in doğuşunun bu çatışmanın kabulünü güvence altına almaya yönelik propaganda ihtiyacıyla bağlantılı olduğunu öne sürdü. Churchillizm dönemin İşçi Partisi lideri Michael Foot tarafından hevesle ve utanç verici bir şekilde desteklendi. Barnett’in belirttiği üzere:

Churchillizm, tüm ana eğilimlerin farklı renklerini kattığı İngiliz siyasi kültürünün çarpıklığıdır. Churchill’in savaş zamanındaki personasından ortaya çıkmış olsa da Churchill’in kendisinden oldukça farklıdır. Gerçek Churchill, cisimleştiriyormuş gibi göründüğü politikalar ve partiler arasında gönülsüz ve huzursuz bir şekilde salınmaktaydı. Ancak ideolojinin bir insandan çok daha fazlası olması, onun gücünün ve dayanıklılığının sebeplerinden biridir.

Churchill’e yönelik imal edilmiş sevginin ve Churchill’in kullanımlarının, uzun zaman önce yok olan, ancak üç siyasi parti ve büyük sendikalar tarafından desteklenen bir İmparatorluk nostaljisini somutlaştırdığı da söylenebilir. Geçmişin “şanlı günleri” İngilizlerin tarihsel bilinçaltına yerleşmiş durumda.

Ve ihtiyaç duyulduğunda –örneğin Birleşik Krallık’ın birkaç Kuzey Avrupa adasından biraz daha fazlası olduğu gerçeğinin kabul edilmesinin zor olduğu 1982’de olduğu gibi– Churchill ismi geri çağrılıyor. Thatcher başarılı savaşı sayesinde bir dönem daha görevde kaldı. Churchill’i şahsen tanıdığını ima eder şekilde ondan “Winston” diye bahsetmeye bile başladı.

Tarihçi Paul Addison, Churchill’in yeniden piyasaya sürülmesinde Falkland çatışmasının önemi konusunda Barnett ile aynı fikirdedir. Kültürel ve siyasi gerilemenin, Harold Wilson ve Edward Heath’in 1960 ve 70’lerde ülkeyi modernleştirme konusundaki başarısızlığına kadar izlenebileceğini öne sürer: “En azından ruhen, Churchill onlardan daha uzun yaşadı ve Bayan Thatcher’ın günlük tanrılarından biri olarak İngiliz siyasetinde tekrar yerini aldı.”

Bununla birlikte Addison, aynı on yılların örümcek ağlarını temizlemek için canlandırıcı bir esinti getirdiğini de ileri sürdü:

Yurtsever destan, Bond filmlerinin aşağılayıcı ve kendi kendini yok eden tarzı dışında, çağın ruhuna bir saldırıydı. Eski askeri-emperyal gösteriler Tony Richardson’ın The Charge of the Light Brigade kitabında olduğu gibi ancak savaş karşıtlığı ve sosyal hiciv içerdiği durumda kabul edilebilirdi.

1974’te Howard Brenton’un The Churchill Play’i Richard Eyre’nin yönetmenliğinde Nottingham Playhouse’da sahneye konduğunda izleyiciler ve çoğu eleştirmen tarafından memnuniyetle karşılandı.

Oyunun açılış sahnesi Churchill’in cenazesidir. Tabutu taşıyan üniformalı adamlar katafalkın içinden gümbürtüler geldiğini duyarlar. Korkuyla birbirlerine bakarlar:

MARINE: Çıkacak, çıkacak. Ben ona inanıyorum. Her şeyi yapabilecek kapasitede. [Şiddetle] İşçileri mahvetmek için. [Öksürür. Şiddetle] Galler’de onu asla affetmedik. Bize karşı asker gönderdi, lanet adam. 1910’da Galli madencilere karşı asker gönderdi. … O bizim düşmanımızdı. Gut hastalığından nefret ediyorduk. Onun şişman İngiliz üst sınıf gut hastalığından.

PRIVATE: Ama savaşı kazandı. Kazandı. Kazandı.

MARINE: Savaşı halk kazandı. O ise sadece Stalin’e kızdı. …

CHURCHILL [Tabutunun içinden]: İngiltere! Aptal yaşlı kadın. Hak etmiyorsun. Şükretmiyorsun. Senin için yaptığım onca şeyden sonra, seni kahrolası serseri!

Anglofon Nostalji

Amerika Birleşik Devletleri’nde onu “Yankee Marlborough”luğa terfi ettiren Churchill endüstrisinin başarısı, akademik ve kültürel cephelerdeki değişen önceliklerle alakalıdır. 1980’lerin ortalarında Thatcher-Reagan ekonomik konsensüsü, yeni bir dünya düzeninin başlangıcıyla uyumlu bir siyasi ve kültürel yeniden yapılanma ve psikolojik bir yeniden koşullandırma gerektiriyordu. Küresel Anglofon pazarı için yeni hikâyelere ihtiyaç vardı.

Çok sayıda İngiliz belgeseli, dizisi ve filmi daha büyük pazarı bir hedef alıyordu. İngiliz kültür endüstrisi söz konusu olduğunda ABD halkının izlemek istediği, her biri bir öncekinden daha kaba ve aptalca olan Jane Austen uyarlamaları ve 1945 öncesi egemen sınıfları yücelten kostümlü melodramlardı. Churchill bu temel diyetin günlük lif içeriği haline geldi.

İngiliz aktör Robert Hardy onu üç ayrı filmde canlandırdı: Churchill: The Wilderness Years, War and Remembrance ve Churchill: 100 Days That Saved Britain. Yaşayan Churchill her zaman tarihin ve kendisinin tarihteki rolünün farkındaydı. Esprili bir şekilde övündüğü “Hep hatalı değildim. Tarih, özellikle de bu tarihi kendim yazacağım için, beni haklı çıkaracak,” söylemi sadece kısmen şakaydı. İlk yıllarından beri yaptığı şey buydu, sonraki on yıllar boyunca kendini haklı çıkardığı hikâyeler giderek arttı.

Şimdi, yirmi birinci yüzyılın başlarında, Churchill’in mükemmel bir emperyal savaş ağası olarak tanrılaştırılmasına eski sömürgelerin küçük ama etkili bir azınlığı tarafından meydan okunuyor. Bu insanlar Churchill heykellerinin kaldırılmasını talep ediyorlar ve en az birinin şeklinin bozulmasına aktif olarak katıldılar. Bunda sıra dışı olan pek bir şey yok. Antik dünya tarihçisi Mary Beard’ın belirttiği gibi bu kader birkaç Roma İmparatoru ile sınırlı değildi, daha sonraki Avrupa imparatorluklarında da örnek alınan bir gelenekti. Avrupa’nın şimdiye kadar ürettiği en kötü suçlulardan biri, Kongo’daki mal varlığı ve gaddarlıkları birkaç milyon Afrikalı’nın ölümüne yol açan Belçikalı Leopold’un Belçika’daki heykelleri, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Black Lives Matter hareketinin tetiklediği protestolar sırasında, 2020 baharında yıkıldı.

Heykellerin yıkılmasının sadece bir spazm olup olmadığı ve işlerin imparatorluk sonrası mutabakata geri dönüp dönmeyeceği görülecek. Liberal ve muhafazakâr meslektaşları açısından tiksindirici olan muazzam öz-reklamcı yeteneğine rağmen Churchill en nihayetinde “tarihi kendisi yazma” ihtiyacı duymadı. Yalnızca müritlerinin imajını parlatma konusundaki titizliğinden değil, birkaç eleştirmeninin önemsiz saldırılarından da memnuniyet duyardı.

Emperyal Misyon

Kitap satışlarını dikkatle takip eden Churchill birkaç kopya daha satılmasına yardımcı olacağı durumda kötü reklama aldırış etmedi. Sahip olduğu para onun açısından her zaman yetersizdi. Bununla birlikte bu hoşgörü İngiliz emperyal misyonuna yönelik saldırıları kapsayacak ölçüde genişleyemezdi: bu saldırılar ister eski sömürge halklarının kendisine yönelik eleştirileri biçiminde olsun, isterse de bugün İngiliz kampüslerinde yaşandığı gibi heykeli üzerine olsun.

Emperyalizm Churchil’in gerçek diniydi. Bundan hiç utanmadı. Bu dinin Başrahibi olmasından önce bile sunağında ibadet etti. O zamanlar dünyanın gördüğü en büyük koloni hacmine sahip olan Britanya İmparatorluğu, onun için hayranlık uyandıran bir başarıydı.

Bu görüş ırk ve medeniyet üstünlüğüne olan inanç ve teşvikle el ele gitti. Ancak İmparatorluğun sürdürülmesi ve savunulması Churchill’in yurt içinde ve dışındaki en önemli önceliğiydi. Britanya İmparatorluğu’nun düşmanları beyaz ve aynı “uygarlığın” parçası olduğu durumda ırk arka planda kaldı.

Churchill Güney Afrika’da Boerlerin gösterdiği şiddete hayran kaldı, ancak Hindistan’ın kuzeybatı sınırında İngilizlere direnen Peştun kabilelerininkine değil; Gurkaların Nepal’deki savaş becerilerini takdir etti, ancak bunun nedeni yalnızca İngilizler tarafından emperyal yardımcılar olarak eğitilmeleriydi. Üçüncü Reich korkunç olabilirdi, ancak Asya’daki İngiliz kolonilerine saldırdıktan sonra nefret ögesi olan Japonlar kadar kabul edilemez değildi.

İmparatorluk Churchill’in siyasi düşüncesine o kadar hâkimdi ki, eğer İngiliz mülkleri, küresel hegemonya ve ticari çıkarlar tehlikedeyse hiçbir macera çok riskli, hiçbir suç çok maliyetli, hiçbir savaş gereksiz değildi. Statükoyu tehdit eden iç karışıklıklar ve çatışmalar da sert bir şekilde çözülmeliydi. Churchill kendi kariyerini ilerletmek için istediği zaman siyasi parti değiştirmiş olabilir, ancak bu onun siyasetini pek etkilemedi.

Ortaya çıkan hemen hemen her gerici olay, destek alma konusunda ona güvenebilirdi. Orta ve üst sınıf kadınların bisiklete binmesine, tenis oynamasına, evli kadınların kendi banka hesaplarına sahip olmalarına veya eteklerini kısaltmalarına karşı olmayabilirdi. Şiddetle itiraz ettiği şey demokrasinin genişletilmesiydi. Churchill’e göre kadınların oy hakkına sahip olması

doğal hukuka ve medeni devletlerin uygulamalarına aykırıdır … haklar konusunda hevesli olanlar sadece en istenmeyen kadınlardır, yani evlenme ve çocuk doğurma işleri kocaları tarafından yerine getirilenler. … Bu gülünç harekete kesinlikle karşı çıkacağım.

Özellikle militan oy hakkı hareketi onu kızdırdı. Diğer birçok erkek ve kadın gibi, kadınlara oy hakkı vermenin işçi sınıfının seçme gücünü ikiye katlayacağını varsayıyordu. Kadınların oy hakkı siyasetin erkek tekelinde olmasına ve daha pek çok şeye meydan okuyacaktı. Bu konudaki görüşlerini ne Liberal ne de Muhafazakâr kariyerinde gizledi.

Oyuncak Asker

Birçok eski dinde belirli işlevleri yerine getiren kutsal figürler vardı. Bunlardan en önemlisi bağlayıcıların rolüydü: neredeyse her şey onlara bağlıydı ve onlar aracılığıyla bağlanıyordu. Siyasi olarak Winston Churchill, savaşın en yoğun olduğu kısa dönem dışında, yaşamı boyunca böyle bir rol oynamadı.

Siyasetin içinde olduğu dönemde bile ona karşı çıkan veya meydan okuyan eleştirmenler seslerini genellikle yükseltiyorlardı. Solcu İşçi Partisi Milletvekili Aneurin Bevan ona yönelik dalkavukluk aşırı boyuta ulaştığında “Demokrasilerde putperestlik günahtır” diye bağırmıştı. Tarz olarak Churchill genellikle dürtüsel, her zaman söylemsel, bazen kaotik ama aynı zamanda sınıfına rağmen onu oldukça gerçekçi yapan tuhaf bir dinamizme sahipti.

Siyasi yeraltı dünyasının karanlık koridorları kadar Blenheim Sarayı da onun eviydi. İngiltere, seçkinleri ve vatandaşlarının Üçüncü Reich’ın yarattığı tehlikeler konusunda ciddi şekilde bölünmüş olduğu varoluşsal bir krizle karşı karşıya olduğu bir zamanda başbakan oldu. O zamana kadar kariyerini geliştirmekle uğraşan ve elinden geldiğince yükseğe tırmanmaya çalışan zeki bir politikacıdan biraz daha fazlasıydı.

Hangi amaçla olursa olsun ellerini kirletmeye, çok fazla kirletmeye hazırdı. Bu yönü, Churchill’in Midlands’deki Sinn Féin destekçilerini öldürmekle görevli bir Özel Birim subayına destek verirken tasvir edildiği popüler BBC draması Peaky Blinders’da yayınlandı. Savaş öncesi kariyeri –yurtdışındaki sömürgeci vahşeti ilerletmek, içeride işçi sınıfı isyanlarını bastırmak– yurttaşların anılarında yer etmişti.

1950’lerin sonlarında New Reasoner’da yayınlanan kısa bir öykü olan “A Safe Job”da Peter Barnes, Londra’nın Doğu Yakasında çoğunluğu Yahudi olan göçmen işçilerin yaşadığı bölgedeki bir İşçi Partisi aktivistini anlattı. Öykünün açılış paragrafı zamanın ruhunu gözler önüne seriyordu:

1929’da Churchill’e tuğla atan, amcam Nathaniel’di. Iskaladığı için hep pişmanlık duydu. Olay, Churchill East End’de bir kampanya konuşması yaparken gerçekleşti. Kalabalık kontrolden çıkmıştı ve ona hücum etmeye çalışıyordu. Kendisini bekleyen arabaya aceleyle gitmeye uğraşırken onu uğurlayan ıslıklar, yuhalamalar ve kötü hedeflenmiş bir tuğlaydı. Tuğlayı amcam attı. Hayatı boyunca aktif bir Sosyalistti. Bu hikâye onun favorilerinden biriydi. …

Bu türden hikâyelerle savaş yıllarının büyük tehlikelerinin ortasında bile sıklıkla karşılaşılıyordu. Ünlü coğrafyacı David Harvey bir anısını anlatıyor:

Büyükannem sadece kooperatiften alışveriş yapardı ve ben 8 ya da 9 yaşındayken (1943–44’te) cumartesilerimi sık sık onunla geçirirdim. Bir keresinde alışveriş için bir yere gittik, bir sıraya girdik ve büyükannem oldukça yüksek sesle Churchill’in çürümüş bir serseri, bir işçi sınıfı düşmanı olduğunu söyledi. Evde böyle bir dil kullanmam yasaktı, o günü muhtemelen bu yüzden hatırlıyorum çünkü halka açık bir ortamda bu şekilde konuşmaya devam ettiğini duymak şok ediciydi. Birkaç kişi sinirlendi ve Hitler’e karşı savaşa liderlik ettiğini söyleyerek onu savundu. Büyükannemse Hitler’in de çürümüş bir serseri olduğunu, belki çürümüş bir serseriyi alt etmek için bir başka çürümüş serseriye ihtiyaç olduğunu, savaş bittikten sonra tüm çürümüş serserilerden, her birinden kurtulacağımızı söyledi. … Bu anımı Oxford’dayken bir meslektaşıma anlattım ve o da bana cumartesi sabahları sinemaya gittiğini ve ekranda belirli bir kişi göründüğünde tüm seyircilerin ıslık çalıp yuhaladığını söyledi. Bir süre bu kişinin Hitler olduğunu sanmış, daha sonra Churchill olduğunu öğrenmiş.

1970’lerde bir New York Times yazarı, bir TV programında Churchill’i canlandıran Richard Burton ile röportaj yaparken oldukça şaşırmıştı. Bu muhteşem adam hakkındaki görüşleri sorulan aktör, “Churchill’den ve tüm benzerlerinden nefret ediyorum … kötü bir adam … kinci bir oyuncak asker çocuğu.” Burton, Galler vadilerinde büyümüştü.

Dunkirk Ruhu

Peki bu büyük nefretin nedeni ne? Churchill modern İngiliz tarihindeki tek gerici politikacı değildi. Neden olarak gösterilen şey çoğunlukla kibri. Ve belki de insanları kızdıran şey onun övünmeyi seven biri olmasıydı. Zaferlerinden fazlaca zevk alıyordu.

İngilizler açık sözlü liderlerden rahatsız olmazlar, ancak İngiliz burnunun İngiliz tozuna bulaşmasından hoşlanmazlar. Churchill ise çok kere kendi vatandaşlarına düşmanca davrandı  –1910’da Tonypandy’de, 1926’da İrlanda’da Genel Grev sırasında–. Bu evrensel olarak nasıl popüler olabilir?

Bununla birlikte Tarih öngörülemez. Bir oyuncu seçer, onu güzel kostümlerle donatır, belirli bir rolü oynamaya zorlar ve rol gerçeklikle bütünleşir. Perde kapandığında onları kovar, toy ama öğrenmeye hevesli yeni aktörler seçer ve onları sahneye atar.

Churchill, çağının yarattığı böyle bir aktördü. Bu onu söz konusu çağda bir kült figür haline getirmedi, hatta tam tersi. Churchill bir savaş lideri olarak kabul edildi, ancak hakkındaki şüpheler asla ortadan kalkmadı. Clement Attlee’nin başbakan yardımcısı olduğu Ulusal Hükümetin başbakanlığını yaptığı dönem insanlar uğruna savaşacak başka hiçbir şeyleri olmadığını fark ettiler. Bu yüzden ondan kurtulma fırsatı ortaya çıkana kadar onu desteklediler ve bunu 1945’te pek de pişmanlık duymadan hemen yaptılar.

Bununla birlikte savaş sırasında bile Churchill’e verilen destek koşulluydu. Churchill’in ünlü “asla teslim olmayacağız” konuşmasına yer veren ve çokça beğenilen Darkest Hour filminin dramatikliğine rağmen Dunkirk’teki yenilginin ulusu travmatize ettiği unutulmamalı. Birinci Dünya Savaşı’nda sergilenen sürü zihniyetinin bir daha işe yaramayacağı daha o zamandan belliydi. Dunkirk’ten kaçan askerler ne kadar hazırlıksız ve kötü silahlanmış olduklarını biliyorlardı ve yönetici sınıfın bunun neden olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu.

Yarı galibiyetler bile üstlerine itaat etmeyi öğrenenlerin kafasında sorular uyandırır. Dunkirk yönetici sınıf çevrelerinde ciddi bir özgüven kaybına neden oldu. Ülkeyi yöneten Tory çetesi İngiltere’nin hayatta kalabileceğinden emin değildi. Propaganda savaşını kazanmışlardı, ancak çokça lanse edilen “Dunkirk ruhu”, kederli ve korkulu bir yüzü gizleyen bir zafer maskesinden pek de fazlası değildi.

1 Temmuz 1940’ta The Times’da, bugün hâlâ aşağı yukarı geçerli olan, ancak Rupert Murdoch’un herhangi bir çalışanının veya hatta Batı dünyasındaki herhangi bir liberal medya kuruluşunun yayınlayamayacağı dikkate değer bir başyazı yer aldı:

Demokrasiden bahsederken kastımız oy hakkı veren ama çalışma ve yaşama hakkını unutan bir demokrasi değil. Özgürlükten bahsederken kastımız toplumsal örgütlenmeyi ve ekonomik planlamayı dışlayan katı bir bireycilik değil. Eşitlikten bahsederken kastımız sosyal ve ekonomik ayrıcalıklar tarafından geçersiz kılınan siyasi bir eşitlik değil. Ekonomik yeniden inşadan bahsederken maksimum üretimden ziyade (bu da gerekli olsa da) adil bölüşümü kastediyoruz. … Önce kendi evimize çeki düzen vermedikçe Avrupa evine çeki düzen veremeyiz. Yeni düzen ayrıcalıkların korunması temelinde inşa edilemez: bu ayrıcalıklar ister bir ülkenin, ister bir sınıfın, isterse de bir bireyinki olsun.

Mitler ve Bellek

1943’e gelindiğinde yönetici elit Churchill’in liderliğinden hoşnutsuzluk duymaya başlamıştı. Singapur Japonya’ya yenilmişti. Gandhi ve Nehru, topçu olarak hizmet eden on binlerce Hintlinin İngiltere’ye karşı tutumunu etkileyen bir Hindistan’dan Çık hareketi başlatmıştı. Aşırı milliyetçi Subhas Chandra Bose, Japonlar tarafından ele geçirilen Hint savaş esirlerinden oluşan ve Hindistan’da İngilizlerle savaşmakla görevli bir Hint Ulusal Ordusu kurmaya karar vermişti.

İngiltere’nin üretim hedeflerine ulaşamaması ülke içindeki ve cephedeki tedarikleri etkilemişti. Bir Gallup anketi, nüfusun yalnızca üçte birinin savaş kabinesinden, yani Churchill’den memnuniyet duyduğunu ortaya koydu. Muhafazakâr politikacıların dostu olan Cecil Beaton, Churchill’in kusurlarını ve zayıflıklarını özgürce tartıştıklarını söyledi. Yerine kimin geçebileceği sorulduğunda, “Sir Stafford Cripps” yanıtını verdi.

Orduda da ciddi bir hoşnutsuzluk söz konusuydu. Bugün artık unutulmuş olan “Güçler Parlamentosu” 1943 ve 1944 yılları arasında Kahire’de toplandı. Savaş sonrası Britanyasının geleceğini tartışmak üzere askerler tarafından düzenlenen “Kahire Parlamentosu”, Levellerlar[2] ile Oliver Cromwell arasındaki Putney tartışmalarından ilham aldı. Toplantıda kamulaştırma, arazi ve bankacılık reformu, miras ve çalışma konuları ele alındı. Seçim provasında İşçi Partisi büyük bir çoğunluk elde etti. Toryler sonuncu oldu. Tatbikat kaçınılmaz olarak hızla sona erdirildi.

Churchill’in savaştaki prestiji göz önüne alındığında 1945 genel seçimlerinde Tory’nin zaferinin kaçınılmaz olduğu düşünülüyordu. Ancak The Times’ın başyazarının kehaneti gerçekleşti. Özellikle işçi sınıfı içinde Churchill karşıtı duygular savaş boyunca oldukça güçlüydü. İşçi Partisi The Times’ın başyazısını slogan olarak kullanan bir sosyal demokrat programla zafere ulaştı.

Kâğıttan Tapınaklar

Churchill 1965’te öldüğünde ardından methiyeler düzüldü. İşçi Partisi entelektüeli ve Harold Wilson Kabinesinin kıdemli üyesi Richard Crossman cenazeye katılmaya zorlanması konusunda alenen yakındı ve daha sonra Churchill’in ölümünün “bir çağın, hatta belki de bir ulusun sonu gelmiş gibi hissettirdiğini” yazdı. Crossman ciddi biçimde yanılmıştı. Diğerleri de.

Savaş sonrası mutabakat, yurtdışındaki kademeli dekolonizasyon ve rahatlatıcı, mutlu aile atmosferiyle bir refah devleti yaratılması, geçmişin günahlarını silmiş ve Churchill sonrası modernizmin temellerini atmıştı. Coğrafi olarak dev Asya kıtasına bağlı bir pelerinden biraz daha fazlası olan Avrupa, savaş sonrası politikacılar için umudun vücut bulmuş hali ve Batı medeniyetinin kalesi haline gelecekti. İngiltere’nin ülke içindeki ve dışındaki suçları, emperyal, sivil ve dini savaşları neredeyse unutuldu.

Ölüm ilanlarının çoğunda Churchill’in savaş zamanı başbakanlığı methediliyordu. Diğer konulardaysa fikirler farklılaşıyordu. Churchill’in hem yarattığı hem de katıldığı moral artırıcı propaganda, kolektif dayanıklılık anlamına geliyordu. Churchill bu konuda usta bir retorik taktisyen olmuştu. Methiyeleri kaleme alanların unuttuğu şey, bu dayanıklılığın tarihinin bir anın kahramanca cazibesinden çok daha derinde ve çok daha kalıcı olduğuydu.

1920’ler ve 30’ların kitlesel işsizliğinden muzdarip olanların çoğu henüz vefat etmemişti. “Ailem (veya babam) Churchill’den nefret ederdi” gibi sözler sıklıkla duyuluyordu. Savaş sırasında onu alkışlarla karşılayan askerlerin çoğu da aleyhinde oy kullanmıştı. O günlerde bellekler daha kalıcıydı.

Churchill İngiliz egemen sınıfının maceracı kanadını, yani bu kesimin şiddet eğilimini, kibrini, kayıtsızlığını ve beyaz üstünlükçülüğünü simgeliyordu.

Emsallerinin çoğunun aksine Churchill bir arka oda çocuğu veya pasif bir Parlamento Üyesi olmaktan memnun değildi. Her şeyden önce bir emperyal eylemciydi. Savaşmak, öldürmek ve gerekirse, aklındaki en yüksek dava için, Britanya İmparatorluğu için ölmek istiyordu. Yurt içindeki ve dışındaki tüm düşmanları için ölüm istiyordu. Ve beyazların diğer beyazları (Boerler, İrlandalılar, Almanlar) öldürmekte zorlandığı yerlerde beyaz üstünlükçülüğünü tamamlayıcı ideolojiler devreye sokulabilirdi.

Churchillizmin patlaması kırk yıl önce başladı ve Churchill’in tarihi bir bütün olarak Britanya’nın (ya da en azından İngiltere’nin) tarihi haline geldi. 1965’i unutmak kolay. O zamanlar hicivciler, film yapımcıları ve diğerleri emperyal savaşlara şiddetle karşı çıkıyorlardı.

Joan Littlewood’ın Birinci Dünya Savaşı’na yönelik amansız bir saldırıyı ifade eden alaycı Oh! What a Lovely War eseri Kraliyet Tiyatrosu’nu doldurdu. Tony Richardson’ın Charge of the Light Brigade şiiri Büyük İmparatorluk Oyunu’nun ilahlaştırılmasını açıkça gözler önüne serdi. O zamanlar Margaret Thatcher’ın yükselişini, Falkland savaşını, Churchill’in araçsallaştırılmasını ve bugün Tory ikonu haline gelişini öngörmek zor olurdu.

Ve efsane Atlantik’in iki yakasında da büyüdü. Churchill ile onun küçük ve büyük savaşlarını anan kâğıttan tapınakların çoğunu iğrenç bir tütsü kokusu çevreliyor. Selüloit versiyonları ile birlikte etkinlikleri inkâr edilemez. Bununla birlikte sömürge karşıtlarının ve müttefiklerinin tartışılmaz hale getirdiği şey yeni bir hareketin başlamış olduğudur.

( https://jacobinmag.com/2022/01/winston-churchill-british-empire-imperialism-ruling-class adresinden Pelin Tuştaş tarafından çevirilmiştir.)

[1] II. Dünya Savaşı sırasında, 7 Eylül 1940 ile 16 Mayıs 1941 tarihleri arasında Birleşik Krallık’ın Nazi Almanya’sı tarafından aralıksız biçimde bombalandığı hava saldırıları.

[2] Levellerlar ya da Düzleyiciler, İngiliz İç Savaşı döneminde halk egemenliğini, genel genişletilmiş oy hakkını, kanun önünde eşitliği ve dini hoşgörüyü savunan siyasi hareket.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER