Türkiye’nin İranlaşması tartışmaları çok eski. Savaş Porgham son dönemde; sokaklarda, otobüs duraklarında, toplu taşıma araçlarında, parklardaki banklardan sosyal yaşamın her alanında yaşam tarzı yüzünden insanlar karşı karşıya gelmelerini İran deneyimi üzerinden yorumladı.

Türkiye’de siyasal İslam’ın her devr-i iktidarında seküler ve laik kesimin toplumsal ve bireysel hayat tarzlarına müdahale edilmesi ve özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla birlikte akıllarına gelen en klişe ve çarpıcı soru “Türkiye İran olur mu?” olagelmiştir. İran referansı aslında derin bir endişenin dışavurumudur çünkü İran'daki molla rejimi 1979 İslam Devrimi'nden buyana 44 yıllık süreç içerisinde adım adım muhaliflerini tasfiye etmiş, kamusal alandaki seküler hayatı ve laikliği yok etmiş, "dini hassasiyet" kisvesi altında yaşamın her alanını başta kadınlar olmak üzere ilerici tüm bireylere dar etmiş, yaşam tarzının sınırlarını çizmiş, İslami totaliter bir perspektifle aşama aşama tüm özgürlükleri yok eden bir toplumsal mühendislik yoluna gitmiştir.

Tüm bu olgular bir günde meydana gelmedi elbette; İran rejimi bazen baskının dozunu artırıp dönem dönem azaltarak teo-faşist bir yaklaşımla sanattan spora, yeme içme kültüründen kurumsal tarihe, giyim kuşamdan izlenecek televizyon programlarına, toplumsal kadın erkek ilişkilerinden sinemaya, tatil kültüründen yas kültürüne, dini ve hamasi mezhep perspektifinden eğitim sistemine kadar toplumsal hayatın tüm alanlarına varıncaya kadar ülke sosyolojisinin kılcal damarlarına kadar nüfuz edecek bir teorik ve pratik siyaset inşa etti. Burada en önemli enstrümanları da Şii mezhebi doktrini üzerinden bir ortak din algısı ve Fars milliyetçiliği üzerinden bir ortak ırk algısı olagelmiştir.

Konserlerden sempozyumlara, sinema filmlerinden tiyatro oyunlarına, müzikten resime, heykelden tüm kültürel sanat ve bilim dallarına kadar her alana ambargo koyan İran rejimi her nevi faaliyeti "resmî izne" bağlayıp kendisine bağlı radikal unsurlarla sıkı ve katıksız bir denetim mekanizması yarattı.

Her yasak mutlaka kendi isyankârlarını oluşturur ve İran toplumu da bu gerçeklerden vareste değil. İran, 44 yıllık devrim sonrası döneminde neredeyse her alanda büyük ve geniş toplumsal eylemlere sahne oldu ve bu süreç özellikle son 11 aylık dönemde doruk noktasına ulaşmış durumda. Yani molla rejimi elinde bulundurduğu tüm baskı aparatlarına rağmen İran toplumunun ilerici akımlarını tamamen durdurabilmiş ve geri adım attırabilmiş değil.

Çeşitli vaizlerin ve dinci aidiyeti olan kişilerin farklı yayınlarda kadınları ve seküler yaşamı hedef alarak sürekli cinsel konularda "fetva" vermeleri, başörtüsünün yasal zemine çekilmesi gibi olgular tam da 44 yıldır İran'da yaşananları hatırlatıyor ve sivil halkın sürekli sokakta karşı karşıya gelmesi endişe verici bir durum.

Türkiye'nin şu an içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal dinamiklerine baktığımızda; yaşanan bazı olguların ülkeyi İranlaşmaya doğru sürüklediği aşikâr. Bunun en önemli sebebi son seçimlerin ardından iktidar cenahında şekillenen ittifaklar sonrasında dinci ve gerici radikal unsurların siyasi güç ve mevzi kazanarak meclise girip arkalarına iktidarın icracı desteğini de almalarıdır.

Konserlerin yasaklanması, tiyatro oyunlarının yasaklanması, içki tüketimine yönelik yasak ve kısıtlamalar, muhalif sanatçı ve aydınların baskı altına alınması, ifade özgürlüğünün kısıtlanması, toplumsal yaşam tarzının din eksenli tek tipçi totaliter bir bakışla dizayn edilmeye çalışılması, karma eğitimin tartışmaya açılması ve kadınlar üzerinde hem yasal zeminde hem de sosyal yaşamda kurulan ağır baskılar dikkatlerden kaçmamalı.

İranlaşma bağlamında son dönemde Türkiye'de çok önemli bir olgu yükselişte; artık sokaklarda, otobüs duraklarında, toplu taşıma araçlarında, parklardaki banklardan sosyal yaşamın her alanında yaşam tarzı yüzünden insanlar karşı karşıya gelmeye başladılar. İçki içtiği için insanların kendilerine "Tebliğci" diyen gerici tarikat ve cemaat üyeleri tarafından sokaklarda uyarılması, birbirine sarılan veya birbirini öpen çiftlerin gerici saldırılar ve şiddete maruz kalmaları, kıyafet tarzından dolayı kadınların sokaklarda sözlü ve fiziki tacize uğramaları, kendisine "hocaefendi" diyen çeşitli vaizlerin ve dinci aidiyeti olan kişilerin farklı yayınlarda kadınları ve seküler yaşamı hedef alarak sürekli cinsel konularda "fetva" vermeleri, başörtüsünün yasal zemine çekilmesi gibi olgular tam da 44 yıldır İran'da yaşananları hatırlatıyor ve sivil halkın sürekli sokakta karşı karşıya gelmesi endişe verici bir durum.

İran rejimini sadece din temelli toplumsal baskı bağlamında "örnek" alan Türkiye'deki gerici güç odakları bu baskılara İranlı kadınların ve ilerici toplum kesimlerinin verdikleri yanıtı da gözden kaçırmamalılar.

İran'da rejim destekli radikal sivil unsurlar "Emri bi'l maruf ve nehyi anil münker (iyiliğe emretmek ve kötülükten menetmek)" kisvesi altında sokaklarda ve toplumsal yaşamın her alanında insanların yaşam ve giyim tarzına müdahale etmeyi kendilerine bir hak olarak görüyorlar ve hem siyasi güç hem de yargı tarafından bunu yapmaya teşvik ediliyorlar. Türkiye'de de tam olarak bu süreç yaşanıyor ve hızla yükseliyor. Yani evet; pek çok konuda Türkiye artık İran gibi oldu!

İran rejimini sadece din temelli toplumsal baskı bağlamında "örnek" alan Türkiye'deki gerici güç odakları bu baskılara İranlı kadınların ve ilerici toplum kesimlerinin verdikleri yanıtı da gözden kaçırmamalılar. Eğer 44 yıllık her nevi şiddet, idam, darp, tecavüz, sürgün, işsizlik ve öldürülme tehdidine rağmen İran'ın ilerici toplum kesimleri özgürlük mücadelesinden geri adım atmıyorlarsa, ağır aksak da olsa 100 yıllık cumhuriyet geleneği olan Türkiye'nin ilerici toplum kesimleri asla baskılara boyun eğmeyecektir...