Cuma, Nisan 19, 2024

Üniversite kayıtları başlarken bazı düşünceler

İlter Turan
İlter Turan
İlter Turan, Prof. Dr. 1941 yılında İstanbul’da doğmuştur. Orta öğrenimini Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nde tamamlamıştır. 1962 yılında Oberlin Koleji’nden (ABD) Siyasal Bilimler Lisansı, 1964 yılında Columbia Üniversitesi’nden Siyasal Bilimler Yüksek Lisansı almıştır. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset İlmi Kürsüsü’ne asistan olarak girmiştir. Aynı kürsüde 1966 yılında Doktor, 1970 yılında Doçent, 1976 yılında da Profesör olmuştur. 1984 yılında İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne intisab etmiş, 1991 yılında aynı fakültede yeni kurulan Uluslararası İlişkiler Kürsüsü Başkanlığı’nı üstlenmiştir. 1993 yılında, İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılmış ve Koç Üniversitesi, İdari Bilimler ve İktisat Fakültesi’nde Siyasal Bilimler Profesörü olarak görev almıştır. Ekim 1998-2001 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Rektörlük görevini üstlenmiştir. Hali hazırda aynı üniversitenin Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi’dir.

Türkiye’de giderek artan işsiz üniversite mezunları ve üniversitelerin vasıflarını giderek yitirmesi üniversite mezunu olmanın anlamı hakkındaki şüpheleri artırıyor. Prof. Dr. İlter Turan, Türkiye’de üniversite ve eğitim kurumlarının mevcut durumunu yorumladı.

Geride bıraktığımız hafta sonunda ÖSYM sınavına giren gençlerimiz ilk tercihlerini tamamlayarak sonuçları beklemeye başladılar. Şimdi ilk sonuçlar gelecek, kayıtlar yapılacak, sonra açık kalan kontenjanların dolabilmesi için yeni kayıtlar açılacak. Yine de bazı üniversitelerin bazı bölümleri öğrenci bulmakta güçlük çekecekler. Hatta öğrenci bulmakta zorlanan bazı vakıf üniversitelerinin maddi sıkıntılar içine düşerek faaliyetlerini tatil etmeleri söz konusu olabilir diye korkarım.

Bu yıl, muhtemelen kontenjanların dolmasına yardımcı olur diye, asgari puan uygulamasının kaldırılması, genel uygulamaya ek olarak puan sınırlamalarına tabi bazı fakültelerde de puanların düşürülmesinin kalite düşüşlerine yol açacağından endişe ediliyor. Neler olacak, bekleyip hep birlikte göreceğiz.

Ülkemizde üniversiteye gitmek muhtelif sebeplerden çok kişinin arzuladığı bir olay. İlkin, maddi imkânları kısıtlı birçok aile için, çocuklarına daha iyi bir gelecek vermenin tek yolu, onların yüksek öğrenim görmesini sağlamak. İkinci olarak, bazı gençlerimiz daha lise yıllarında belirledikleri bir mesleği edinmek için özellikle belirli fakültelere girerek geleceklerini şekillendirmek istiyorlar. Üçüncü olarak, her şeye rağmen üniversite diploması kişiyi toplumsal itibar sıralamasında daha üst bir düzeye oturtuyor. Dördüncü olarak, çoğu lise öğrencisini bir iş yapacak donanımla yetiştirmediği için, gençlerin liseyi bitirince üniversiteye gitmekten başka yapacakları bir şey yok.

Son olarak, bazı aileler, çocuk boş gezeceğine bir okula gitsin, belki bir şeyler öğrenir, sonra paso filan da alır diye düşünüyorlar. Bu arada, bildiğiniz gibi, bazı görevlere talip olmak için üniversite diplomasına gerek olduğunu toplum muhtelif vesilelerle öğrenme fırsatı buldu.

Evet, üniversiteye gitmek önemli de üniversiteye gidenler beklediklerini elde edebiliyorlar mı? Burada ilk gerekçe özellikle önem arz ediyor zannederim: üniversite daha iyi bir geleceğin anahtarı mı, kişiyi tatmin edici bir işe götürüyor mu? Gençler arasındaki işsizlik oranının ortalamaların çok üstünde olmasından yola çıkacak olursak, üniversiteyi bitiren her genci parlak bir geleceğin beklemediğine hükmetmemiz gerekecektir.

İş bulamamanın bir gerekçesinin piyasada yeterli miktarda iş olmaması olduğunu kabul etsek de mevcut işlere uygun, yeterli donanımda eleman bulmanın da ayrı ve aşılması gereken bir sorun olduğu kesin. Üniversite sistemimiz nitelikli mezunlar üretemiyor.  İş yaratmak yüksek öğretim sisteminin işi değil ama gençlerimizi iyi yetiştirmek onun sorumluluğu. O zaman üniversite sistemi neden nitelikli mezunlar üretemiyor diye sormak lazım.

Bir kere, üniversiteye giren lise mezunları iyi yetişmemiş olduklarından, üniversite öğreniminden beklenen faydayı sağlayamıyorlar. Öğrencinin lise müfredatına ne oranda vakıf olduğunu test sistemi aracılığıyla ölçen giriş sistemi, aslında üniversite öğrencisinde bulunması gereken birçok vasfı ölçemiyor. İki, üç örnekle açıklamaya çalışayım. Örneğin, lise mezunlarından belirli bir konuda bir devlet dairesine bir dilekçe yazmalarını isteyin, önemli bir bölümü size Türkçesi bozuk ve ne istendiğini ifadeden aciz bir metin sunacaklardır. Ya da aynı kadroya bir gazete makalesi okutun, sonra okuduklarının ana fikrini özetlemelerini ve eleştirmelerini isteyin, size aktarılanlar karşısında hayretten hayrete sürüklenmeniz çok muhtemeldir.  Bu kadroya bir de basit bir matematik sorusu sorabilirsiniz, ama sorunuz öğrencinin öğrendiği matematiği somut bir duruma uygulamasını istesin. Çoğu öğrencinin bocaladığına şahit olacaksınız.

Tabii, özetlediğim bu durum öğrencinin kusuru değil. Öğretim sistemimizdeki yetmezliklerinden kaynaklanıyor. Ama sonuçta, üniversite öğreniminden sağlanacak faydayı zayıflatan bir unsur. Bazı ülkeler, bu eksikliklerin olabileceğini kabul ederek, üniversitenin ilk yıllarını lisede ihmal edilen becerilerin kazandırılmasına tahsis ediyor ama biz bu ciddi eksikliği görmezden geliyoruz.

Öğrencinin yetişmesini zayıflatan bir ikinci husus daha var. Öğrencilerin büyük bölümü, aldığı puanın kendisine hangi üniversitenin, hangi fakültesinin, hangi bölümüne sokacağına bakarak bir tercih yapıyor. Çoğu zaman öğrencinin girebildiği üniversite, fakülte ve bölümle, öğrencinin özlemleri arasında uyumsuzluk var.

Öğrencinin lise müfredatına ne oranda vakıf olduğunu test sistemi aracılığıyla ölçen giriş sistemi, aslında üniversite öğrencisinde bulunması gereken birçok vasfı ölçemiyor.

Bazı öğrenciler, bilahare girdikleri kurum ve alanla barışıyorlar, iyi bir derece ile mezun da olabiliyorlar. Önemli bir bölümü ise fazla gurur duymadığı bir kurumda, fazla yakınlık duymadığı bir alanda öğrenim görüyor. Asgari bir çabayla kayıtsız kaldıkları bir alandaki öğrenimlerini tamamlamayı bekliyorlar.  Mezuniyet için öngörülen asgari sürenin bir hayli ötesinde bir sürede mezun olup, iş aramaya başlıyorlar. Bazen iş buluyor, bazen bulamıyorlar. Sık sık da kendilerine uygun gördükleri seviyenin altında ya da yetişmeleri ile bağlantısını kuramadıkları bir işe mecburen giriyorlar.

Şu ana kadar olaya öğrenci açısından baktık. Şimdi biraz da girdikleri kurumlar açısında bakalım. Son yıllarda ülkemizde adı üniversite olan kurumların sayısı hızla arttı. Dikkat ederseniz adı üniversite olan dedim, çünkü en azından bir bölümünün üniversite adını taşıması için gerekli bulunabilecek ne akademik kadroları ne kütüphaneleri ne laboratuvarları ne de binaları var.

Demokratik siyasetin bir cilvesi olsa gerek, her il bir üniversiteye sahip olmak için bastırıyor ve bir kuruluş kanunu çıkartıyor. Bunu il için bir prestij sorunu olarak görüyorlar. Tabii bunun yanında, üniversite açılırsa memurlar gelir, öğrenciler gelir, iktisadi hayat canlanır, sonra inşaat faaliyeti filan artar gibi bekleyişler de ticaret erbabını harekete sevk ediyor.

Hatta, bu faaliyetten ilçeler de nasiplerini alarak, kendilerinde bir fakültenin, hiç olmazsa bir yüksek okulun açılması için yarışıyorlar. Böylece, darmadağınık bir fakülteler ve yüksek okullar konfederasyonu, üniversite adı altında gelişmeye başlıyor. Ancak, işin başlangıç noktası plansız, programsız ve hazırlıksız üniversite açmaya imkân sağlayan siyaset. Son yıllarda bu yaygınlaşma kervanına bir de muhtelif nedenlerle açılan vakıf üniversiteleri katıldı.

Bir üniversitenin açılmasına karar verildikten kısa bir süre sonra faaliyete geçmesi bekleniyor. Burada faaliyete geçmekten kast edilen öğrenci almaya başlamak. Çoğu zaman az sayıda hoca çok sayıda dersi vermeye çalışıyor, hocalar bildikleri yanında az bildikleri veya bilmedikleri konularda da ders vermeye başlıyorlar. Ders yükünü ağırlığı hem hazırlanmalarını hem de kendilerini yetiştirmelerini engeller duruma geliyor. Ders vermek öğrenci yetiştirmeyi amaçlayan bir faaliyet olmaktan uzaklaşarak, yerine getirilmesi gereken bir mecburiyete dönüşüyor.

Hocası bulunmayan dersler için kent veya kasabadaki kabiliyetlerden yararlanılması cihetine gidiliyor. Örneğin hukuk derslerinde avukatlardan ve yargıçlardan, teknik konularda mühendislerden, kamu yönetiminde yüksek dereceli memurlardan, tıpta doktorlardan, dişçilerden, eczacılıkta mahallenin eczacılarından yararlanılıyor. Böylece sistemden, felsefeden yoksun bir öğretim yerleşmeye başlıyor. Buna bir de gelişmenin kurulması nispeten kolay alanlarda gerçekleştiğini eklemek gerekiyor. Çoğu zaman ilk kurulan fakültelerin iktisadi idari bilimler ve ilahiyat fakülteleri olması tesadüf değil.

Kuruluşu sağlam olmayan kurumların daha sonra kendilerini geliştirmeleri, iyileştirmeleri çok zor. Bunu bizzat tüm yüksek öğretim kurumlarını eşitmiş gibi kabul eden yüksek öğretim sistemi teşvik ediyor. Örneğin en hazırlıksız kurumların, ihtiyacımız var gerekçeleriyle itinasızca terfi eden kadroları tüm üniversite sisteminin içinde yer aldığı doçentlik jürilerinde yer alıyor ve çok daha güçlü yetişmiş kişilerin terfiinde söz sahibi olabiliyorlar.

Son yıllarda bir de üniversitelerin iktidarın anlayışına uygun adam yetiştirmesi, iktidarın anlayışını paylaşan kadrolar tarafından yönetilmesinin benimsenmesi, böylece üniversitelerin fikir çoğulculuğunun esas, aykırı düşüncelerin ifadesinin tabii karşılanması gereken yerler olmaktan uzaklaştırılması, yüksek öğretim kurumlarının daha nitelikli bir konuma ilerleme arayışlarını iyice durdurmuştur. Şu anda yeni kurumların ilerlemesi bir yana, uluslararası alanda konumlanmış az sayıda eski üniversitemizin gerilemesi olayı ile karşı karşıyayız.

Kuruluşu sağlam olmayan kurumların daha sonra kendilerini geliştirmeleri, iyileştirmeleri çok zor. Bunu bizzat tüm yüksek öğretim kurumlarını eşitmiş gibi kabul eden yüksek öğretim sistemi teşvik ediyor.

Bu koşullar karşısında, yeni açılan okulların mezunlarını parlak imkânların beklememesine şaşmamak gerek. Bilmiyorum, iktidar değişecek olursa, yeni hükümetler yüksek öğretim konularının üzerine eğilmeğe vakit bulacaklar mı, yoksa daha kısa vadeli sorunlarla uğraşmaktan yüksek öğretimin düzeltilmesi bir başka bahara mı kalacak ve kurumlarımız üniversite öğrenimi gördüğünü düşünen ama karma karışık ve ne işe yarayacağı belli olmayan bir öğrenim gören işsiz adayı yetiştirmeye devam mı edecekler?

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

İlter Turan
İlter Turan
İlter Turan, Prof. Dr. 1941 yılında İstanbul’da doğmuştur. Orta öğrenimini Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nde tamamlamıştır. 1962 yılında Oberlin Koleji’nden (ABD) Siyasal Bilimler Lisansı, 1964 yılında Columbia Üniversitesi’nden Siyasal Bilimler Yüksek Lisansı almıştır. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset İlmi Kürsüsü’ne asistan olarak girmiştir. Aynı kürsüde 1966 yılında Doktor, 1970 yılında Doçent, 1976 yılında da Profesör olmuştur. 1984 yılında İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne intisab etmiş, 1991 yılında aynı fakültede yeni kurulan Uluslararası İlişkiler Kürsüsü Başkanlığı’nı üstlenmiştir. 1993 yılında, İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılmış ve Koç Üniversitesi, İdari Bilimler ve İktisat Fakültesi’nde Siyasal Bilimler Profesörü olarak görev almıştır. Ekim 1998-2001 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Rektörlük görevini üstlenmiştir. Hali hazırda aynı üniversitenin Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi’dir.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI