Ülkücülük neyi hedefliyor? Devleti adeta bir kült merkezi olarak gören “ocak” olarak. Bu ocak, ülkücünün pozitivizm ile karışık devşirdiği Türk kozmolojisinde tüm evrenin merkezi olmaya devam ediyor ve edecek. Milliyetçiliğin ve özelde Türkiye’de ülkücülüğün kodları ve genetiği üzerine çok yazılıp çizildi, bu yazının da bu konuda son sözü söylemek gibi bir niyeti yok. Meral Akşener’in geçen seneden bu yana içinde bulunduğu muhalefet masasını, 1980’lerde ülkücü lokallerde “asenalık” yaptığı dönemlerin okey masası gibi dağıtmaya kalkarak aksülamelini göstermesi ve son anda da bazı tavizlerle masaya geri dönmesi beni şaşırtmadı. Hatta tahmin de etmiştim: Çünkü ülkücülüğün ıslak rüyası devlettir. Türkiye’de iktidara gelen herkesin devlete “konmaya” çalıştığı doğrudur ancak ülkücülüğün -şayet devlete konmaya yönelik böyle bir yarış varsa- şampiyonluğa koşmak gibi bir hevesi ve iştiyakı ziyadesiyle vardır. Peki bu ıslak rüyanın sebebi nedir? Albert Sorel’den, Rıza Nur’a, Yusuf Akçura’dan ve Nihal Atsız’a ülkücü ideolojinin bu ıslak rüyasının sözde rasyonel gerekçelerini tarihin ironileriyle dolu bir serüven içerisinde bulmaya çalışmalarını ibretle izleyebiliriz. Bu beyhude çabaların nasıl bir ideoloji yarattığı ve bu ideolojinin neticesi ise Mahmud Esat Bozkur’tan, Alparslan Türkeş’e, Devlet Bahçeli’den, Meral Akşener’e kadar pek çok Türkçü ve ülkücü siyasetçinin açıklamalarının ve davranışlarının genetiğinde görülebilir. Devlet denilen ne idüğü belirsiz ve dönemden döneme değişen bir tanımın Türkler için kutsal olduğuna yönelik sözüm ona hakikat, Bahaeddin Öğel gibi masal anlatıcılarının katkılarıyla Türkçülük içerisine çok güzel bir şekilde yedirilmiştir. Ülkücülük, tıpkı batıdaki diğer ultra-milliyetçi diskurlar gibi tarihsel olarak açıklanamaz ve belirsiz olanı, kesin bir tarihsel sona bağlar; bu yolla adeta tarihte açıklanamaz olanın günlerin sonunda nihayet faş olacağı bir revelation (ifşa) bir mitos kurgular. Devlet nasıl bazı yorumcularca -yanlış bir şekilde- Hegel’e göre tanrı olarak görülmüşse, ülkücülük de tarihin sonundaki Minerva’nın Baykuş’udur. Ya da kuzgun mu diyelim? Ya devlet başa ya kuzgun leşe… Evvela, şunu da ortaya koymak gerekir. Elbette, ülkücülük de tıpkı 20. yüzyılın başında giderek formalize olan ulusçu hareketlerin neticelerinden biri olarak Türkçülüğe dayanan bir gelenekten gelir ve Türkçülük de tıpkı 19. yüzyılda sona eren pek çok şeyin (din, tanrı, maneviyat vb.) ortaya çıkardığı kaosa karşı beynelmilel halklar nezdinde bir çare olarak ileri sürülmüştür. Elbette bu çarenin bir hikâyesi olması gerekiyordu ve bu hikâye de çok güzel bir şekilde neşredilmiştir. Bu hikâyenin izahı için Yusuf Akçura’nın yıllar önce okuduğum Üç Tarz-ı Siyaset’ine tekrar baktığımda şu ilginç cümleyi gördüm: “Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince, Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı hâlde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlar da Türkleştirilebilecekti. Lâkin asıl büyük fayda; dilleri ırkları, âdetleri ve hattâ ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmıyle Avrupa’nın şarkına yayılmış bulunan Türklerin birleşmesine ve böylece diğer büyük milletler arasında varlığını muhafaza edebilecek büyük bir siyasi milliyet teşkil eylemelerine hizmet edilecek ve işbu büyük toplulukta Türk toplumlarının en güçlü ve en medenileşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en mühim rolü oynayacaktı. Son vakaların fikre getirdiği uzakça bir istikbalde, meydana gelecek beyazlar ve sarılar âlemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve bu orta dünyada Osmanlı Devleti, şimdi Japonya’nın sarılar âleminde yapmak istediği vazifeyi üzerine alacaktı.”[1] Akçura’nın kastettiği beyazlar ve sarılar âlemi (Kafkasyen ve Uzak Asyalılar) arasındaki orta-dünya…Yüzüklerin Efendisi’nde Elflerin, cücelerin ve cümle ırkın arasında kurtarılmış bir bölge gibi. Beyazların ve sarıların cirit attığı bir diyarda (!) kendisine en uygun ve en altın ortayı, adaleti yakalamış bir krallık. Mükemmel bir ütopyanın faşizmle sonuçlanan distopyası. Her ulus dünyada kendisine yer bulurken sadece Türk ırkından müteşekkil bir ulusun yarattığı sığınacak bir liman (safe haven). Ancak böyle bir sığınma limanının en büyük sorunlarından birisi, bu limanın sahiplerinin adı konusunda olmuştur.
Ülkücülük için devlet denilen kaide, ideolojik ve teorik bir usul ve bir arkhe olmaktan ziyade pragmatik ve de facto bir yapıdır. Ülkücülüğün sebeb-i hikmeti araştırıldığında devletin buyurduğunu yerine getirmek olduğu cevabı alındığını görürsek şaşırmayız.
Ülkücülüğün tam da bu sebeple batıdaki muadillerinden daha özensiz ve dikkatsiz bir şekilde teorize edilmesi, onun tarihsel arka planı hakkındaki fikirlerin çok kısa sürede ortaya çıkmasına yol açar. En bilimsel “hesaplamalara” ve hatta en vicdani reaksiyonlara dayansa bile her ideolojinin belirli bir çatı ve iskeleti vardır; bu da tıpkı gerçek hayatta yaptığımız evler ve binalar gibidir. Belirli bir konstrükte dayanırlar. Ülkücülük ise tıpkı Türkiye’de neşv-ü nema bulan diğer sağ fikirler gibi sağlam bir teorik forma ulaştırılamamıştır. Bu sebeple iskambil destesinden bir konstrükt gibi görmek gerekir. Aslında iyi bakıldığında dünyadaki çoğu milliyetçi ve ulusçu hikâyenin temelinde bunu görmek mümkündür. Örneğin batıda Alman milliyetçiliği, Alman idealizmi ve romantizmi böyle bir milliyetçiliği hiçbir zaman desteklememiş olmasına karşılık bu köklerden iyi bir şekilde beslenmiştir. Tam da bu yüzden ülkücülük için devlet denilen kaide, ideolojik ve teorik bir usul ve bir arkhe olmaktan ziyade pragmatik ve de facto bir yapıdır. Ülkücü siyasetin normlarının arkasındaki sebeb-i hikmet araştırılıp gerekçe ve motivasyonun ne olduğu sorulduğunda, arkasındaki sebebin çoğunlukla “millet sevgisi” (ki bu da yeterince muğlaktır zaten) değil devletin buyurduğunu yerine getirmek olduğu cevabı alındığını görürsek şaşırmayız. Burası bir anlamda kopuş noktasıdır (point de rupture). Irk ve millet gibi yakası bir araya gelmesi zor kavramları birbirine kolajlayıp yapıştırdınız, elinizde bir yapı var. Bu yapının da şimdi devleti yönetmek için tekrar tanımlanması gerekiyor. Yapının çöktüğü yer de tam olarak burası. Çünkü Türk tanımı bir “ırk” olarak tıpkı diğer ırk tanımlarında olduğu gibi tarihsel olarak açıklandığında elinizde binlerce tanımsal açmazlar, muğlaklıklar ve problemlerle karşı karşıya geliyorsunuz. Nihal Atsız, belki de ironik olarak Türk Tarihinde Meseleler eserinde kendisini nasıl ele veriyor bakalım: “Türk tarihinin başlangıcındaki anlaşmazlık, Türk tarihinin kadrosu hakkında da anlaşmazlık demek olmakla beraber, daha sonraki çağlarda kimlerin Türk tarihine sokulacağı meselesi bütün çapraşıklığı ile karşımızda durmaktadır. Meselâ, Karahıtaylar'ın Türkistan'da hâkimiyeti zamanını Türk tarihinin bir devri gibi kabul etmek doğru mudur? Yoksa Karahıtaylar Moğol oldukları için bu devir bir yabancı hâkimiyeti devri midir? Yahut Gazneliler devleti Türk tarihi kadrosuna girer mi, yoksa yabancı halkın oturduğu yerlerde hâkim oldukları için bunların millî kadrodan çıkarılması mı gerekir? Hangilerininki sömürge veya sadece hanedan tarihi olarak göz önüne alınmalıdır? Bunlar Türk tarihinin ciddî meseleleridir ve henüz hallolunup kesin bir sonuca varılmış değildir.”[2]
Ülkücü için devlete doğru koşmak, devletin aslında temerküz etmesi, onun yapılandırılması anlamına gelmiyor. İdarecilik, Türk için bir sanat yani bir muse. Bir zanaat yani bir techne değil.
Elbette yeterli tarihi araştırma ile bu soruların bazılarının cevabı bulunur ancak söylenmeyen şeyler her zaman olduğu gibi metin arasındadır; “Gazneliler devleti Türk tarihi kadrosuna girer mi, yoksa yabancı halkın oturduğu yerlerde hâkim oldukları için bunların millî kadrodan çıkarılması mı gerekir?” sorusuna dikkatli bir şekilde bakalım. Burada “millî kadrodan çıkarılması gerekliliği”nin sebebini araştırdığımızda elle avuca gelen bir açıklama bulamıyoruz. Gerçekten hangi Türk ya da başka bir devlet yönetiminde bulunan etnik bir unsur, hangi sebeple o tarihsel devamlılığı ifade ettiği yerden çıkarılabilir? Mısır tarihini ele alın. Eğer devamlılık bir meseleyse -ki ulusçuluk için meseledir- Mısır sadece son elli yılda devlettir. Oysa ki Antik Mısır’dan, Hiksos yönetimine, Romalılardan, Fatımîlere, Araplara ve İngilizlere kadar uzanan uzun bir tarihi vardır. Ancak bunların hangisinin dışarı çıkarılıp hangisinin dahil edileceğine yönelik karardır sorun olan. Ki bu karar da kesinlikle tarih biliminin sorunu değildir. Bu kararı kimin aldığıdır asıl problem ve burada tarihin öznesinin esasında ulusçuluk ve milliyetçilik eliyle öznesizleştirildiğini, kavramın dışına atılarak belirteci (denotive) olduğu gerçekliği nasıl sumen altı ettiğini görebiliriz. Tüm bunların Akşener ile ilgisi nedir? Çünkü tüm bu davranış örüntülerinin arkasındaki ideoloji bunu gösteriyor. Ülkücü için devlete doğru koşmak, devletin aslında temerküz etmesi, onun yapılandırılması anlamına gelmiyor. İdarecilik, Türk için bir sanat yani bir muse. Bir zanaat yani bir techne değil. Belirli bir bilimi, belirli bir yapısal konumlandırması olduğu gerçeğini Türkiye’de kabul etmek çok zor. Bunun arkasında elbette başka tarihi sebepler de yatıyor. Ancak Meral Akşener’in durumunda anlaşılabilir olan tam olarak da bu; iktidarın temelde sadece koltuktan oluştuğuna yönelik o vülger prensip ülkücü için hâlâ çalışıyor. Kısacası ülkücülük neyi hedefliyor? Devleti adeta bir kült merkezi olarak gören “ocak” olarak. Bu ocak, ülkücünün pozitivizm ile karışık kozmolojisinde tüm evrenin merkezi olmaya devam ediyor ve edecek. Çünkü ocak kavramı eski Türklerden bu yana oldukça önemli bir kavram. Ancak ocağın kadim ve tanrısal yerini, Türkçülerin hiç de beklemediği o pozitivist ulusçu yorum alıyor. Akşener, bu ocağın cezbediciliğine kendisini daha ne kadar kaptırır? Bu da benim yorumum olarak kalsın ama hiçbir ülkücü tam da bu sebeple bana güven telkin etmiyor. [1] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları VII. Dizi sa.73, Ankara: 1976, s.34. [2] Nihal Atsız, Türk Tarihinde Meseleler, Ötüken Yayınları, s.19.