Salı, Nisan 16, 2024

Türkiye’yi yürekle sevmek yetmez, akılla da sevmeliyiz

Türkiye’nin temel sorunlarından eğitimi psikolog, eğitimci Prof. Dr. Üstün Dökmen ile konuştuk. Dökmen, “Bu ülke için endişelenen pek çok insan kurtarıcı olarak ‘Atatürk’ bekliyor, bu yanlış dedi” ve ekledi; “ Bu ülkeyi seven pek çok insan, yüreğiyle seviyor ama aklıyla yeterince sevmiyor. Yani ülkeyi sadece yüreğimizle değil aklımızla da sevmeliyiz. Ülkeyi akılla sevmediğiniz zaman o ülkeyi geliştiremiyorsunuz.”

Sunuş

Türkiye Prof. Dr. Üstün Dökmen’i psikolog ve eğitimci olarak tanıyor. Ama onun bir özelliği de edebiyatçı kimliği. Son romanı Palandöken dışında 10 romanı ve tiyatro oyunları var. Dökmen bu özelliğimle de tanınmak isterim dedi ve ekledi; “İnsanlar okumuyor ama izliyor. O yüzden romanlarımı değil TV’deki Küçük Şeyler’i biliyorlar” dedi.

Üstün Dökmen ile edebiyat, romanları ve kaçınılmaz olarak eğitimi ve pozitif bilimin önemini de konuştuk.Dökmen, toplumun zihniyetinin toplumsal tercihleri doğrudan etkilediğini ifade ederek, üretime dikkat çekti; “Bir toplum üretmek istiyorsa köy enstitüsü kurar, okul açar, eğitime yatırım yapar. Üretmeden tüketmek istiyorsa AVM açar.” diyor Dökmen.

Tüm Türkiye sizi, psikolog, eğitimci olarak biliyor. Ama sizin bir özelliğiniz de edebiyatçı olmanız. Romanlarınız, tiyatro eserleriniz var. Biraz bu yönünüzü anlatsanız bize, edebiyat hayatınızın neresinde?

Açıkçası ben edebiyatın hayatımın merkezinde durmasını istiyorum ama ne yazık ki durmuyor. Çünkü ben kamuoyu önüne psikolog olarak çıktım. Uzun yıllar TV’de “Küçük Şeyler” programı yaptım ve bu program çok beğenildi. Ben de insanların aklında bu özelliğimle kaldım.

Ama ben bu süreç içinde roman da yazmaya başladım. Toplam 11 roman yazdım. Tiyatro oyunlarım var. Hatta devlet tiyatrosu repertuvarında rekor kırmış bir oyunum var. Şiir kitaplarım var. Ankara üzerine en uzun şiir bana aittir. Adı Ankara Destanı ve tam 400 sayfa.

Eğer toplum beni psikolog olarak, eğitimci olarak tanımasaydı, romancı olarak tanıyabilirdi. Psikolog kimliğim romancı kimliğimi örttü.

HAYATIMDA İKİ DİREK VARSA BİRİSİ EDEBİYATTIR

Nereden geliyor bu yazma merakınız?

Çocukluktan, 6 yaşında roman ve tiyatro yazmaya karar verdim. Daha okuma yazmayı tam bilmiyordum ama roman, tiyatro yazmaya karar vermiştim. Bunda annemin etkisi olabilir. Kendisi edebiyat öğretmeniydi. Babamın davranışlarını, annemin de daha çok sözlerini dünya görüşünü örnek almışımdır.

Evet psikolog olsam da eğitimci olsam da edebiyat dünyamda hep var oldu. Hayatımda iki direk varsa; biri psikolojidir, psikoloji ve eğitimden, diğeri ise edebiyattır, romandır.

11 roman az değil, son olarak Palandöken çıktı…

Evet, az değil. Benim edebiyatçı kimliğimden çok psikolog, eğitimci kimliğimde tanınmamda kuşkusun en önemli neden TV’deki programlar yani görsel basın oldu.

Nitekim bugün pek çok özelliği olmayan insan TV, görsel basın üstünden ünlü olabiliyor, meşhur olabiliyor. Beni TV’de gördüğü için tanıyan insanlar var ama yazdığım romanlar üzerinden tanıyan çok az insan var.

Neden, romanlar az okunduğu için mi?

Ne yazık ki. Ülkemizde okuma oranın batıya, Japonya’ya, Güney Kore’ye oranla çok düşük. İnsanlar okumuyor ama izliyor. O yüzden romanlarımı değil TV’deki Küçük Şeyler’i biliyor insanlar. Oysa bir romancı, edebiyatçı olarak daha çok tanınmak isterdim.

AZ KİTAP OKUNMASINDAN MUTSUZUM

Bu durum sizi mutsuz ediyor mu?

Beni mutsuz eden az kitap okunması. Ben psikolog, eğitimci olarak tanınmaktan şikayetçi değil, mutluyum. Çünkü Küçük Şeyler programı, ülkeme yararlı oldu. Bu programlarda pozitif bilim mantığını, insanlar arasında iyi ilişkilerin önemini vurguladık ve toplumu olumlu anlamda etkiledik.

Bu konuda üzüldüğüm konu şu…

Nedir?

Saydığım ülkeler yani Batılı ülkeler, Japonya ve Güney Kore ile eğitim konusunda, eğitime yaklaşım konusunda, okuma konusunda aramızda büyük makas farkı var.

Ama esas fark teknoloji kullanımında. Teknolojik gelişim günümüzün bir gerçeği. Birçok anne diyor ki “çocuğum internet bağımlısı”. Çocukların internet bağımlısı olması, sigara, madde bağımlılığı değil sonuçta. Bütün mesele bu alışkanlığı nasıl kullandığında.

Günümüzde teknoloji kullanımı, teknolojinin verimli kullanımı bireyleri, ülkeleri birkaç adım öne çıkarıyor. Bu yüzden teknoloji, interneti dışlayarak bu gelişimin gerisinde kalamayız.

Teknolojik gelişim, kuşkusuz okuma alışkanlıklarımızı etkiliyor. Basılı kitap yerini e-kitaba bırakabiliyor.

Pahalı olan sadece kitap değil. Hemen hemen her şey pahalı. Ama Türkiyede kitabı pahalı yapan başka bir neden de ülkedeki kâğıt fabrikalarının kapatılmasıdır. Fabrika olmayınca kâğıt ithal edersin ve fiyatı daha yüksek olur.

Kitaplar çok pahalı…

Pahalı olan sadece kitap değil. Hemen hemen her şey pahalı. Ama Türkiye’de kitabı pahalı yapan başka bir neden de ülkedeki kâğıt fabrikalarının kapatılmasıdır. Fabrika olmayınca kâğıt ithal edersin ve fiyatı daha yüksek olur.

Diğer yandan bu saydığımız ülkeleri (batılı ülkeler, Japonya, Güney Kore) Türkiye ile karşılaştırdığımızda çok daha temel fark var.

ÜRETMEZSEN TÜKETMEK İÇİN AVM AÇARSIN

Nedir o?

Daha temelde zihniyet farkı var, özgürlüğe bakış farkı var. Sonuçta ülkenin, toplumun zihniyeti toplumsal tercihleri doğrudan etkiliyor. Bir toplum üretmek istiyorsa köy enstitüsü kurar, okul açar, eğitime yatırım yapar. Üretmeden tüketmek istiyorsa AVM açar.

Şunu unutmayalım ki, AVM’lerde satılanları çok büyük bölümü ülkemizde üretilmiyor, ithal edilip, satılıyor. Bu açıdan mesele sadece az okumada değil, üretmiyoruz da. Her şeyi ithal ediyoruz son yıllarda.

Aslında bir ülkeye baktığınızda her şeyin birbiriyle uyumlu ya da uyumsuz olduğunu görürsünüz. Elbette bunun istisnaları vardır. Ama bir ülkede eğer adalet varsa, kuvvetler ayrılığı varsa, pozitif bilime değer veriliyorsa o ülkede üretim de vardır, kitap okuma alışkanlığı da. Bunların olduğu ülkede insanlar, interneti de TV’yi de daha etkili kullanıyordur.

Bizde ne yazık ki üretim değil tüketim odaklı yaşam var. Okuma oranı düşük. Bunlar birer sonuç, çünkü temelde adaletin, yargı bağımsızlığının, özgürlüğün tartışıldığı ortamda üretim olmaz, okuma alışkanlığı olmaz.

Bakın ben 21 yıl önce ilk romanımı yazdım. Adı Lades idi.

TEMEL SORUNUMUZ DÜRÜST OLAMAYIŞIMIZ

Konusu, ana fikri neydi?

Dünyanın ve Türkiye’nin en büyük eksikliğinin dürüstlük olduğunu anlatmaya çalıştım. Ladesi biliyorsunuz. Esas olarak iki kişi iddiaya girer ve birbirini kandırıp lades diyerek kazanmaya çalışır. Bu bir oyun. Ama gerçekte de herkes birbirini kandırmaya çalışıyor.  Gücü yeten yeteni kandırıyor. Büyük kurumlar küçük kurumları, devlet vatandaşı kandırmaya çalışıyor. Yine dünyadaki büyük ülkeler küçük ülkeleri kandırmaya çalışıyorlar. “Mış” gibi davranıyorlar.

Mesela eskiden “geri kalmış ülke”ler gerçekten bu adla anılırdı. Bu ülkeler gelişme yolunda çok mesafe alamamalarına rağmen sınıf atlamış gibi bu kez “gelişmekte olan ülke” dediler. Bu ad değişimi somut bir gelişmeye dayanmıyordu ama oldu. Bu açıdan ben şu soruyu soruyorum kendime; gelişmiş ülkeler, geri kalmış ülkelerin gelişmesini istiyor mu? Bence istemiyor. Bu ülkeler adeta kısık ateşte tutuluyor, o ülkeyi sömürecek kadar gelişsin isteniyor.

Buradan şuna geleyim, her alanda olduğu gibi burada da bir kandırma var, bir dürüstlük eksikliği var.

Ben şu soruyu soruyorum kendime; gelişmiş ülkeler, geri kalmış ülkelerin gelişmesini istiyor mu? Bence istemiyor. Bu ülkeler adeta kısık ateşte tutuluyor, o ülkeyi sömürecek kadar gelişsin isteniyor.

Peki son romanınız Palandöken, onda ne anlattınız?

Bu romanda da ülkemin ve dünyanın en büyük iki eksikliği anlatmaya çalıştım.  Bunlardan ilki dürüstlük, ikincisi de pozitif bilime bakış tarzında eksiklik.

BİLİMSELLİK OLMADAN OLMAZ

Ne demek pozitif bilime bakış tarzındaki eksiklik?

Ne yazık ki, insanlar pozitif bilimden giderek uzaklaşıyor. Oysa pozitif bilimin özü gözlem, deney yapmak. Evet, günlük yaşamda bir insan bilim insanı olmayabilir ama bilim insanı gibi düşünebilir ve düşünmelidir. Mesela mahallenin bakkalı bilim insanı değildir ama bakkalın varlığını sürdürmesinin yolu bilim insanı gibi düşünebilmesinden geçer. İşi oluruna bırakırsa, “ya nasip” derse, “kısmetse satışlar artar” derse bu işi kadere bırakmak olur. Bakkal, satışlarını artırmak için ne yapmak gerektiğini düşünmeli. İşte bilimsel bakış tarzı dediğimiz bu.  Bu bakış tarzının yaygınlaşması gerekiyor. Bir süredir bir kavram üzerine düşünüyorum.

 Nedir o?

“Boyutsallık”.

Ne demek?

Bu yeni bir kavram ve ben buna “bilimsel farkındalık” diyorum. Dünyada insanı rahatlatmayı amaçlayan pek çok yaklaşım var. Anı yaşamak, anda yaşamak, yoga, meditasyon gibi. Bütün bu yaklaşımların özünde ne var; iyi oluş hâli, kendi içinde huzurlu olma, çevresiyle barışık olma. Kendi içinde huzurlu, çevreye uyumlu, çevresiyle çatışmayan birey hedefliyor.

Bütün bunlarda bir şey eksik. O da bilimsel görüşe sahip olma. Bütün bu yaklaşımlar gündelik hayatta işi, mutluluğu hep şansa bırakıyor. Oysa bizim ihtiyacımız olan boyutsallık yani bilimsel farkındalık. Bunu sağlanmadan ne mutlu olabiliriz ne de yaptığımız işte başarılı.

HERKES KURTARICI BEKLİYOR

Peki bunu nasıl sağlayacağız?

Pek çok alanda olduğu gibi bu konu da ilkokulda hatta okul öncesi eğitimden başlayacak bir sistemle mümkün. Ancak ülke gerçeği de felsefenin müfredattan büyük ölçüde çıkarılmış olması. Mesela lise müfredatından evrim çıkarılmış. Bu çok önemli. Neden mi, müfredattan evrimi çıkarırsan, felsefeyi azaltırsan gelecek yüzyıla, dünya ile nasıl rekabet edeceksin. Oysa bizim müfredatta daha çok bilime, bilimsel bakışa, bilimsel mantığa ihtiyacımız var. İşte boyutsallık bu.

Bu bağlamda şunu da ifade edeyim…

Buyrun…

Ne yazık ki günümüzde insanlar ülkenin içinde bulunduğu koşullardan kurtarmak için “Atatürk” beklentisi var. Ben buna çok şaşırıyorum. İnsanlar neden kurtarıcı bekler?

Niye Atatürk’ü bekliyoruz? Neden bu koşullardan ülkeyi kurtarmak için çaba harcamıyoruz. Burada sorun nedir biliyor musunuz?

Açıkçası ben siyasetle ilgilenmiyorum. Ama şu da bir gerçek, ben, Cumhuriyetten yanayım. Bu açıdan da siyasetin içindeyim. İnsanlar Atatürk’ü överek siyaset yaptıklarını sanıyorlar. Atatürk’ü övmek siyaset değil bu düşünememe becerisidir, muhakeme eksikliğidir.

BU ÜLKEYİ AKLIMIZLA SEVMİYORUZ

Nedir?

Bu ülkeyi seven pek çok insan, yüreğiyle seviyor ama aklıyla yeterince sevmiyor. Yani ülkeyi sadece yüreğimizle değil aklımızla da sevmeliyiz. Ülkemizi, toplumu özetle her şeyi hem aklımızla hem de yüreğimizle sevmeliyiz. Bu ülkeyi ancak böyle kurabiliriz. Ülkeyi akılla sevmediğiniz zaman o ülkeyi geliştiremiyorsunuz.

Ülkeyi sevmek demek ülkenin gelişmesine katkıda bulunmak demektir. Ben ülkemden nasıl nemalanırım diye düşünmek ülke sevmek demek değildir. Ben anne babamdan nasıl nemalanırım nasıl fazla harçlık alırım diye düşünürseniz anne babanızı sevmiyorsunuz demektir.

Bunlar da ancak küçük yaşta başlayacak bilimsel bir eğitimle olur.

HANGİ PARTİ DEĞİL HANGİ DÜNYA GÖRÜŞÜ

Söylediklerinizden Türkiyenin yol ayrımında olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor muyum?

Açıkçası ben siyasetle ilgilenmiyorum. Ama şu da bir gerçek, ben, Cumhuriyet’ten yanayım. Bu açıdan da siyasetin içindeyim. İnsanlar Atatürk’ü överek siyaset yaptıklarını sanıyorlar. Atatürk’ü övmek siyaset değil bu düşünememe becerisidir, muhakeme eksikliğidir.

Ben ülkenin Cumhuriyetten yana, özgürlüklerden yana bir seçim yapmasını, oy kullanmasını istiyorum. Bu açıdan evet, Türkiye bir yol ayrımındadır.

Bu yıl içinde bir seçim olacak. Ben vatandaşlarımızdan bu seçimlerde pozitif bilimden yana, boyutsallıktan yana düşünmesini, sanata, kültüre değer vererek oy kullanmasını istiyorum. Demokrasiden, özgürlüklerden, kuvvetler ayrımından yana oy kullanmasını diliyorum. Bakın vatandaşın hangi partiye oy verdiği çok önemli değil hangi dünya görüşüne oy verdikleri çok önemli. Bilmem ifade edebildim mi?

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI