Rejimin radikalleşerek ayakta kalabilmesi, kişi kültünün siyasi dehasına değil ancak imkanlarının giderek daralmasına işaret ediyor. Ayrıca unutmayalım ki, Erdoğan’ın son on yılı, kısa zamanda ayağına dolanan kendi adına öngörüsüz, fütursuz kararlarla dolu. Şüphesiz Türkiye siyasetini takip eden herkesin ortaklaştığı konu 15 Temmuz darbe girişiminin ülkenin otoriterleşmesi sürecindeki kilit rolü. Bu kriz anının etkileri oldukça çeşitli. Sadece buradaki tartışma açısından en kritik olanlara değinmek isterim. 15 Temmuz’un mutlak bir dönüm noktasına işaret ettiği bir konu iktidarın meşruiyet algısıdır. 15 Temmuz sonrasında siyasi elit için artık meşruiyetin kaynağı sandık veya seçim değil o gece “millet”’in darbecilere karşı döktüğü kandı. Zira Erdoğan çevresine göre darbe girişimi ancak “millet”’in konsolide ve mobilize olmasıyla engellenmiş ve devlet ve vatan böylece korunabilmişti. Bir başka deyişle bu elit artık kendine “devrimci” kapasite atfediyordu. Daha açık söylersem, toplumu, siyaseti ve uzamı kendi arzusuna, önceliklerine göre kökten yeniden yapılandırma hakkına sahip olduklarını düşünüyorlardı. Darbe girişimi bu istikamette agresifçe kullanıldı. Bu bağlamda, eğer Gezi protestoları “millet”’in tanımlanması aşamasına işaret ediyorsa bu yeni ortam “millet”’in söylem, vicdan ve itaat birliğine sahip bir küme olarak dizayn edilmesine ve hatta yeniden yaratılmasına vesile edildi. İkinci bir önemli gelişme ise Erdoğan’ın siyasi kariyerinin en yüksek popülaritesine 15 Temmuz gecesi ulaşmasıydı. Erdoğan tek adamlığını muzaffer başkomutanlıkla payelendirildi, kişi kültü pekiştirildi. İktidar çevrelerince Erdoğan’ın imajı giderek siyasi değil doğal liderlik olarak sunulmaya başlandı. İlerleyen dönemde kişi kültüne bir tek devrimci kapasiteyi haiz doğal bir liderlik değil, aynı zamanda yaygınca uhrevi meziyet ve misyon kutsiyeti atfedildi. Erdoğan’ın kendini bu tariflerin çok ötesinde gördüğünü de düşünmüyorum. Ayrıca yakın zamanda anayasa, devlet idaresi ve felaketle ilgili iktidar çevreleri ve sarayın giderek artarak kullandığı rabbani dil bir tek sorumluluk inkarına işaret etmiyor; aynı zamanda devrimci meşruiyet iddiasının yanında ilahi misyon vurgusunu büyütüyor. Bir diğer dikkate değer gelişme ise uzun yıllar “bir büyük müttefik” ile bürokratik alanda egemenlik sağlayan iktidarın 15 Temmuz sonrası boşaltılan koltuk ve koridorları ancak çeşitlenen irili-ufaklı çok sayıda müttefik arasında parselleme olanağı bulmasıydı. Bu durum devlet ağı içerisinde, liyakat sorunu bir yana, ardı gelmez itişme, ilintilenme endişesi ve parçalanmalara ortam sundu, sunuyor.
Otoriterliğin ilerleyişinin sıçramalı, kümülatif ve doğrusal olması. Tutarlı bir biçimde karşı karşıya kalınan kriz anlarında sarayın el yükseltmesiyle geçilen aşamalar bu rejim altında geriye dönüşü imkânsız otoriterleşme kazanımlarına dönüşüyor.
16 Nisan 2017’de Türkiye hem hukuki hem de siyasi “olağanüstü hâl” altındayken yapılan referandum YSK’nın skandal kararıyla gölgelendi. YSK’nın oy verme işlemi devam ederken siyasi yönlendirmeyle aldığı karar 2017 itibariyle rejimin hiçbir oyun kuralına riayet etmeme olanak, cesaret ve özgüvenine ulaştığını gösterdi. O günlerden akıllarda kalan “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü ise iktidarın ülkede yasaları, kurumları ve usulleri bypass etme kapasitesiyle muhalefetin karşı koyma olanak, cesaret ve repertuarı arasındaki makasın büyüklüğünü kaydetti. 24 Haziran 2018’de kritik bir kırılma noktası olarak yakın tarihteki yerini aldı. Zira yukarıda tarif ettiğim türden yüceltilmiş bir misyon ve kendilik algısına sahip siyasi liderlik emsalsiz ve neredeyse denetim dışı yetkilerle donatılmış bir koltuğu ele geçirdi. Büyük müttefiki MHP sayesinde TBMM’de de çoğunluğu sağladı. Bu durum ülke siyasetinin reform veya devrim yol ayrımında devrim, yani mevcut rejim sonrasına geçişin anayasal yollardan olması ihtimalini büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Öte yandan 24 Haziran’da cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği için kurulan sandık Türkiye’de mevcut rejim alında kurulmuş son “doğrudan” seçme ve siyasi temsil kazandırma yetisi olan sadık olarak hatırlanmalı. Zira 31 Mart 2019 mahalli seçimleri öncesinde’ rejim sözcüleri ekseriyetle HDP ve kimi CHP adaylarını kastederek kazanmaları hâlinde durumlarının değerlendirileceğini kamuoyuna ilan etmekten imtina etmediler. Sonuç gerçekten de öyle oldu. Sandıkta çoğu zaman açık farkla kazanan üçü büyükşehir, beşi il belediyesi başkanı olmak üzere seçilmiş yetmiş HDP'li başkan Ağustos 2019’dan başlayarak peş peşe görevlerinden alındı, yerlerine kayyum atandı. Bunların birçoğu da tutuklandı. Şu an HDP ancak altı ilçe ve beldede başkanlık koltuğuna sahip.
Çok çarpıcı bir nokta, otoriterleşme bakiyesi rejimin sonraki hamleleri konusunda gayet net ipuçları vermesi. Zira, herhangi bir otoriterleşme seviyesinde stabilize olamayan bir siyasal rejim ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hayatta kalması ancak konsolide olmasını daha da zora sokan radikalleşmeyle mümkün oluyor.
CHP adaylarından seçim öncesi en fazla hedef alınan isim Mansur Yavaş oldu. Ancak CHP adayı İmamoğlu’nun zaferi okları bir anda İstanbul'a çevirdi. Bu hesapta olmayan gelişmeye cevap ise YSK vasıtasıyla seçimin iptalini oldu. Bu tabloya dokunulmazlıkları kaldırılan veya kaldırılma tehdidi altında olan muhalif ve meclis üyeliğinden düşürülen HDP'li vekilleri de ekleyince 31 Mart seçimleri sonrasında ülke seçimlerinin (şimdilik belli hedefler gözetilerek de olsa) fiilen iki aşamalı hâle geldiğini söylemek mümkün: İlk başta sandıkta seçilmek, sonra rejimin kara listesine girmeme seçimini “kazanmak”! Bu bağlamda İmamoğlu’na verilen cezayı yeni bir başlık ve yukarıdaki gelişmenin daha ileri götürülmesinin bir örneği, olarak ele almak gerekecek. Zira 31 Mart seçiminde sandıktan çıktıktan sonra ilga edilen temsil hakkı, İmamoğlu kararıyla seçilme hakkının önceden engellenmesiyle daha da geriye çekilmiş oluyor. Yukarıda son on yıllık otoriterleşme sonucunda bugün iktidar nezdinde seçim sandığına bakışın neye evrildiğini kritik eşikleri inceleyerek izah etmeye çalıştım. Burada dikkat çeken nokta otoriterliğin ilerleyişinin sıçramalı, kümülatif ve doğrusal olması. Tutarlı bir biçimde karşı karşıya kalınan kriz anlarında sarayın el yükseltmesiyle geçilen aşamalar bu rejim altında geriye dönüşü imkânsız otoriterleşme kazanımlarına dönüşüyor. Ayrıca, çok çarpıcı bir nokta, otoriterleşme bakiyesi rejimin sonraki hamleleri konusunda gayet net ipuçları vermesi. Zira, herhangi bir otoriterleşme seviyesinde stabilize olamayan bir siyasal rejim ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hayatta kalması ancak konsolide olmasını daha da zora sokan radikalleşmeyle mümkün oluyor. Bu noktada, rejimin lineer ve sıçramalı radikalleşmesi kuvvet (force) ve kudret (power) makasının ne denli açıldığını ölçüyor. Bir başka deyişle, sarayı tahkimle pansuman edilen her kriz, tek adamın elindeki sultayı genişletiyor. Ne var ki, bu durum bir idari, bürokratik ve siyasi ağ olarak devlet otoritesini neredeyse logaritmik olarak kudretsizleştiriyor. Kurucu olma kapasitesinden uzak, ardı arkası gelmez krizleri ancak ertelenen daha derin krizler pahasına atlatarak hayata tutunan bu rejimin davranışı, gün geçtikçe daha düzensiz ve savrulmalı bir hâl alıyor. Ancak, paradoksal da gözükse, rejimin bekasını sağlamasının imkanları giderek azalıyor. Bu noktada Ali Yaycıoğlu’nun bir hatırlatmasını eklemek isterim: Kuvvetle kudret arasındaki makasının açılması limitsiz düşünülebilecek, sürdürülebilecek bir ters orantı değil. Kuvvetin kudreti tümden kemirmesi veya yutması zaten kaçınılmaz ve nihai bir çökme alameti olacaktır. Bu yönüyle yukarıdaki kümülatif ve doğrusal radikalleşmeyi göz önüne alırsak, sarayın son üç yıldır artık belirginleşen popüler desteği kaybetme krizine vereceği tepki siyasi kariyerinin en zor kararlarından biri olsa gerek! 6 Şubat öncesi Türkiye’de sandık bu iktidarı “doğrudan” alaşağı etme marifetinden uzaklaştırılmış bir durumdaydı. Fakat sandıkta kazanmak muhalefet için, hâlâ, rejimin kurmay kadrosundaki itişmeleri, bileşenleri arasındaki kısa devreleri, bürokratik ağındaki kurum-içi/kurumlar-arası çatlakları tetiklemek ve daha da önemlisi muhalefetin çok geniş kesimlerini konsolide ve mobilize edebilmek aracı olarak manalı ve belki de elde kalan en etkili araç durumundaydı. Rejim cephesinde ise 14 Mayıs’ta kurulacak sandık, muhalefetin bir daha bu aracı kullanabilme ihtimalini de ortadan kaldıracak bir aşama olarak görüldüğü aşikardı. ‘Yeter söz milletin!’ sloganı, bu bağlamda, muhalefete dil sürçmesiyle atılmış bir pas değil, rejimin tepesindeki artarak depreşen ve varoluşsal hâl alan arzuyu ifade ediyordu: Rejimi değiştirmek değil, onu sarsma kabiliyetinden bile uzaklaştırılmış bir muhalefet ve sandık!
Önümüzdeki günlerde saray koridorlarının hummalı bir koşuşturmanın yaşanacağı muhakkak. Son kamuoyu araştırma sonuçları ve rejim bileşenlerinden gelen farklı sesler sarayın varaklı duvarlarında yankılanacak. Kapı arkalarında rakip ve endişeli hesaplar görülecek.
Otoriterleşmenin geldiği olgunluk seviyesi itibariyle rejimin tepesinin iktidarı sandık vasıtasıyla korumayı tek değil tercih edilen bir araç olarak gördüğü açık. Bu noktada Erdoğan’ın, aleyhteki birçok göstergeye rağmen, seçimi kazanabileceğine inanması muhalefet için olanak ve manevra alanı sağlıyordu. Bu inancın sarsılmasının rejim cephesinde hızlı bir radikalleşmeye yol açacağına şüphe yok. 6 Şubat felaketinin sonuçlarından birinin de sarayın bu inancının enkaz altında kalması olduğu yönünde kuvvetli emareler var. Başta değindiğim Erdoğan’ın hiddetli 7 Şubat açıklaması, kamuoyundan “bir yıl sabır” talebi, ardından başlatılan seçim ertelemesi tartışmaları ve rejim cephesindeki böyle bir ihtimali yalanlamamak konusundaki ısrar bu ihtimali güçlendiriyor. Olası bir erteleme kararı üç temel yeterliliğin sağlanmasına bağlı: Meşruiyet kaynağı, niyet ve kapasite. Yukarıda izah ettiğim gibi, rejim nihai meşruiyet kaynağı olarak sandığı görmekten 15 Temmuz itibariyle uzaklaştı. 5 Şubat itibariyle siyasi iktidarın tepesi kendine salt devrimci kapasite atfeden değil aynı zamanda bu kapasiteye giderek daha fazla ilahi bir misyonla kutsiyet izafe eden bir durumdaydı. Fakat, kendinde de facto kutsi devrimci meşruiyet görmek Türkiye’nin siyasal sistemi de jure değişmediği müddetçe derman bulamayan bir krize de işaret ediyor. Aşağıda kapasite kısmında da değineceğim gibi, Erdoğan emsalsiz genişleyen sultasına rağmen kendi partisi başta olmak üzere rejim bileşenlerine bu tür meşruiyet algısını tekrar tekrar onaylatmak gerilimini yaşamaya da devam ediyor. Niyet, yani iktidarın devredilemez olduğu konusunda da çıtanın çok uzun bir süredir aşıldığını düşünüyorum. Bu zaten farklı rejim ağızlarından defalarca dile getirildi. Geriye sadece kapasite sorunu kalıyor. Peki kapasitesini, yani böylesi bir kararı hayata geçirebilme imkanını, saray nasıl görüyor, neye göre değerlendiriyor? Bunu üç düzeyde ele alabiliriz. Birincisi, kurumsal/bürokratik işleyiş; ikincisi rejim bileşenlerinin bütünlüğü ve rızası, üçüncüsü, muhalefetin direnme imkanları. Bu üçü içerisinde Erdoğan’ın en önde tutacağı konu rejim bileşenlerinin rızası olacaktır. Zira, kurumsal/bürokratik fren koyma ancak rejim içi çatlak veya kontrol altına alınamayan iktidar karşıtı bir kitlesel protesto ile mümkün. Muhalefetin tepkisine ve bunun sonuçlarına gelince, sarayın, eğer seçim sandığından çıkamayacağına kani olursa,  buradan gelecek riski kaybettikten sonra göğüslemek yerine şu an almak konusunda tereddüt edeceğini sanmıyorum. Önümüzdeki günlerde saray koridorlarının hummalı bir koşuşturmanın yaşanacağı muhakkak. Son kamuoyu araştırma sonuçları ve rejim bileşenlerinden gelen farklı sesler sarayın varaklı duvarlarında yankılanacak. Kapı arkalarında rakip ve endişeli hesaplar görülecek. Ve önümüzdeki günlerde seçim konusunda Erdoğan net bir karara ulaşacak. Olası erteleme kararı şüphesiz otoriterliğin radikalleşmesinde çok önemli bir sıçramaya işaret edecektir. Böylesi bir senaryoda bürokrasinin, kurumsal yapı ve ağlarının amorflaşan, çelimsizleşen mimarisinin daha tahripkâr biçim ve işlev deformasyonuna uğraması kaçınılmaz olur. Daha da kritik bir sonucun bu rejim altında iktidara tehdit arz edebilecek bir sandığın artık kurulmaması olması gayet muhtemel. Rejimin radikalleşerek ayakta kalabilmesi, kişi kültünün siyasi dehasına değil ancak imkanlarının giderek daralmasına işaret ediyor. Ayrıca unutmayalım ki, Erdoğan’ın son on yılı, kısa zamanda ayağına dolanan kendi adına öngörüsüz, fütursuz kararlarla dolu. Son olarak, seçimin ertelenmesi, muhalefet açısından rejim değişikliği için zaten kaçınılmaz olan bir karşılaşmanın sadece öne çekilmesi manası taşır. Ve iktidarın bütün bu arzu ve manevralarını berhava edecek birikime ulaşmış ve 6 Şubat faciasıyla daha da derinleşen bıkkınlık ve öfke depreminin hayaleti Türkiye siyasetinin üzerinde dolaşıyor.