Perşembe, Mart 28, 2024

Türkiye’de Millet ve Milli Kimlik: Olgular, Yorumlar ve Siyaset

Türk kimliğini etnik bir kimliğe indirgemek, hem eleştirenler hem de benimseyenler açısından, Türk milliyetçiliğini müspet milliyetçilikten uzaklaştıran bir argüman.

Evvelki gün yazımda şiddetin ve silahlı örgütlerin gölgesinden azade bir Türkiye’de[1] “Kürt Sorunu’nu hangi uygulanabilir ve sürdürülebilir reformlarla çözeriz” diye sormuş, bu soruya yanıt bulabilmenin müspet milliyetçilik ve milli kimlikle bağına değinmiştim. Müspet milliyetçiliğin ise iki özelliğini hatırlatmıştım:

  1. “Siyasal egemenliğe sahip olan siyasal millet kimlerden oluşuyor?” sorusuna yanıt: Milli kimliğin kapsayıcı, dinamik ve geleceğe dönük kriterler üzerinden tanımlanması.
  1. “Ulusun üyeleri arasında gerekli olduğu iddia edilen dayanışmanın gerekçesi, temeli ne? Neden ortak çıkarları ve birbirlerinin üzerinde hakları var?” sorusuna yanıt: ulusal dayanışmanın kaynağının soyut ve mistik, özel çıkarlarca istismara açık kriterlerde değil somut ve akılcı, kamu yararında aranması.

Peki Türkiye’de insanların milliyetçilik yorumu bu koşulları ne oranda karşılıyor?

Şimdi buna Ankara Enstitüsü ve İstanbul Politikalar Merkezi tarafından yayımlanan Ferhat Kentel ve Hatem Ete imzalı çalışma[2] üzerinden bakalım.

Vatandaşların gözünde milli kimlik dışlayıcı ve statik mi yoksa kapsayıcı ve dinamik bir kimlik mi?

“Sizce bir insanın Türk sayılabilmesi için en önemlisi hangisidir?” sorusuna katılımcıların en büyük kısmı yani yüzde 43’ü “T.C. vatandaşı olmak” yanıtını veriyor.

Yani farklı kültür, doğum yeri, anadil ve etnisiteden insanların bu milli kimliğe ait olabileceğini ve kabul görebileceğini düşünüyor. Doğuştan gelen, değiştirilemez ve soya bağlı değil, vatandaşlık yoluyla edinilebilen bir kategori olarak anlıyor.

Zaten milleti oluşturan vatandaşlarımızın büyük kısmının farklı coğrafya ve etnisitelerden geldiği toplumsal ve tarihsel, bilinen ve ifade edilen bir olgu. Genelde kimse de kimseye senin ataların Kafkaslardan, Balkanlardan veya Ortadoğu’dan gelmiş o zaman Türk olamazsın demiyor ve dememeli.

Bu bir zenginlik. Türkiye’nin dünyadaki yumuşak gücünü de artırıyor. Örneğin Avrupalı iş insanlarından farklı olarak bizim Rusya, Kazakistan, Sırbistan, Ürdün, Etiyopya, Azerbaycan’da ve Kuzey Irak’ta da kendini kültürel olarak evde hissedebilen ,, iletişlim kurmakta zorlanmayan iş insanlarımız var (tabii Cumhuriyet’i ve modern Türk kimliğini inşa eden siyasal elitlerin çok iyi takdir ettiği üzere Avrupalıların da elinde teknoloji ve sermaye var, kültürel yakınlığın ticarette bir yere kadar işe yaradığını unutmayalım).

Bu milli kimlik anlayışı aslında anayasamızdaki “vatandaşlık” ve milli kimlik (Türklük) tanımıyla da örtüşüyor:

“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” (MADDE 66).

Bu madde (haklı olarak) çok eleştiriliyor. Çünkü 1924 anayasasında olduğu gibi “vatandaşlık bakımından” bile demediği için, sanki anayasa yoluyla toplumsal mühendislik yapıyor ve sosyolojik olguları belirlemeye çalışıyormuş izlenimini veriyor.

Ama bunun yanı sıra bu madde, sıkça anlaşıldığının aksine aslında vatandaşlıktan çok devletin gözünde geçerli bir “Türklük” tanımı da yapıyor. Soya dayalı Türklük veya milli kimlik anlayışlarını devre dışı bırakıyor. Çünkü “Türk olan (soyundan olan) herkes vatandaş olabilir” demiyor. “Soyu etnisitesi ne olursa olsun her vatandaş Türktür” diyor. Bu kimlik anayasa ve devlet gözünde “vatandaşlık bağı ile kazanılan” bir şeydir, devlet kimseye kültürel aidiyetinden dolayı “sen bu millete ait değilsin, olamazsın diyemez” demiş oluyor.

Tabii pratikte devletin Türklüğe dair uygulamalarının her vatandaşı aynı oranda kapsayıcı olmadığını gayet iyi biliyoruz. Örneğin tarih kitaplarımızda çocuklarımıza ülkemizdeki Çerkeslerden Alevilere, Araplara, Kürtlere ve Müslüman olmayanlara kadar farklı kültürlere ve tarihlere dair hiçbir şey öğretilmiyor. Oysa dinlediğimiz müzikten yediğimiz yemeğe, kullandığımız deyimlere, kokladığımız çiçeğe ve camilerimiz dahil ibadet ettiğimiz binaların mimarisine kadar kendi hayatımızı bunlardan bağımsız anlamak ve özümsemek mümkün değil.

Toplumsal algılara geri dönersek eğer, yurttaşların ekseriyeti (çokluğu) için milli kimlik soydan bağımsız, dinamik bir kimlik. Yani müspet milliyetçiliğin yukarı zikrettiğim birinci koşuluyla çelişmiyor.

Tabii ekseriyet için. Aynı soruya katılımcıların yüzde 30’u “Türk soyundan olmak”, yüzde 16’sı da “Müslüman olmak” cevabını vermiş. Bunun bir nedeni de, ders kitaplarımızın (anayasaya aykırı olarak!?) milli kimlik deyince hep soy, ortak kültür gibi kavramlara vurgu yapması olabilir mi?

Öte yandan araştırmadaki ilginç sonuçlardan biri ise Türk kimliğinin tanımlanış şeklinin Kürtler arasında da pek farklı olmaması. Kendini Kürt/Zaza olarak tanımlayanların ve HDP seçmenlerinin ekseriyeti de (yüzde 37,4 ve 37) Türk olmanın en önemli koşulu olarak “T.C. vatandaşlığını” görmüş; “soy” tanımı yüzde 28,9 ve 36 ile ikinci sırada. [3]

Burada verileri yorumlama biçimin ne kadar önemli olduğunu da görüyoruz. Değerli araştırmacılar bu verileri ”Kürtlerin azımsanmayacak bir oranının vatandaşlık ile Türklük arasında kurulan özdeşliğe itiraz ettiğini, Türklüğü soy ile ilişkili bir kategori olarak gördüğünü göstermektedir” şeklinde yorumlamış.[4] Oysa bu konuda kendini Türk ve Kürt/Zaza olarak tanımlayanlar arasındaki fark beklememiz gerekenden “çok az”: yuvarlarsak Türklerin yüzde 32’si, Kürt/Zazaların yüzde 29’u. Ne anlamda “beklenenden az” diyorum? Düişünün sonuç olarak Kürtler çok uzun yıllardır devlet eliyle ve Türklük adına, hasbelkader içine doğdukları aileden yani soylarından kaynaklanan anadilleri, (tabii tüm Türkiye ile ortak tarihleri yanında) münhasır tarihleri yok sayılmış vatandaşlarımız. “Ben Kürdüm, T.C. vatandaşıyım ama farklı soyum anadilim var” dediğinde milli kimliğe aidiyetleri sorgulanabilmiş. Bu durumda Türklüğü soy temelinde tanımlama oranı daha yüksek beklenebilirdi.

Tabii konu buranın sınırlarını aşıyor, farklı analizler de yapılabilir; siyasal ve entelektüel dil düzeyinde ise Kürt vatandaşlarımızın ve temsilcilerinin Türk kimliğini etnik bir kimlik olarak tanımlama ve ifade etme eğilimi yüksek oldu. Ve kanaatimce bu, geçmiş çözüm ve demokratikleşme süreçlerini olumsuz etkileyen bir etken oldu. [5] Türk kimliğini etnik bir kimliğe indirgemek, hem eleştirenler hem de benimseyenler açısından, Türk milliyetçiliğini müspet milliyetçilikten uzaklaştıran bir argüman. Çünkü kapsayıcı ve dinamik olamaz.

Ama ülkemiz için olumlu olgu şu: Türklüğü soya/etnisiteye bağlı gören Kürtler de sonuçta “Türkiyeli” kimliğini aynen Türklerin ekseriyetinin “Türklüğü” tanımladığı gibi tanımlıyor ve benimsiyor. Yani “T.C. vatandaşı olmak” ve ülkesini sevmek şeklinde görüyor.

Yani Türkiye’deki ortak milli kimliğe bakışları çok farklı değil. Burada daha çok milli kimliğin ismi üzerine bir anlaşmazlık söz konusu ki, bu çözülmesi mümkün bir mesele.[6]

Kürtlerin karşı çıktığının “toplum mühendisliği” olduğu görülüyor. Yani vatandaşların hukuki anamda değil toplumsal ve kültürel anlamda kim olduğunun devlet tarafından belirlenmeye ve değiştirilmeye çalışılması. Dolayısıyla HDP seçmenlerinin yüzde 37’si Türk olmanın en önemli koşulu olarak “T.C. vatandaşlığını” görürken; sadece yüzde 12,5’u “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk olarak tanımlanmalıdır” ifadesine katılıyor. İlk ifade vatandaşlık yoluyla bir aidiyet hakkı sunarken, ikinci ifade kişilerin aidiyetini onlar adına belirliyor izlenimi veriyor.

Vatandaşların gözünde ulusal dayanışmanın kaynağı kamu yararı mı?

Araştırmadaki birçok veri, ulusal dayanışmanın kaynağını (Türklük, Müslümanlık veya “devlet böyle diyor” vb) sorgulanamaz ve soyut kriterlerde değil, (ekonomi, eğitim, güvenlikte ortak çıkar ve kamu yararı vb) somut, denetlenebilir ve akla dayalı sorgulanabilir kriterlere dayandırdığını gösteriyor.

Bu konudaki verilerden üç örnek vermekle yetineyim ve başka katkılara atıf yapayım.

Katılımcıların yüzde 51,5 çoğunluğu “devletimin her yaptığıyla gurur duymuyorum” ifadesine katılıyor. Türkler ve Kürt/Zazalar arasında önemli bir fark yok.[7]

Yüzde 72,7 “Ülkesini eleştirmek, toplumun daha sağlıklı olması için gereklidir; bu vatana ihanet değildir” ifadesine katılıyor. [8]

Türkiye hangisi ile daha güçlü olur? sorusuna yüzde “ekonomik güç”, yüzde 30,6 “güçlü bir demokrasi” ve yüzde 20,1 “toplumsal barış” yanıtını tercih ediyor. “Askeri güç” diyenler yüzde 9,6.[9]

Peki verileri yorumlamakta eski ezberleri aşabiliyor muyuz?

Türkiye çok uzun süre yanıltıcı ikiliklerle uğraştı. “Laiklik mi Müslümanlık mı?”, “Millet mi Din mi?” gibi. Belki de siyasal partiler eğitim, sağlık, çevre, ekonomi, dış politika üzerine içerikli programlar ve farklı fikirler geliştiremedikleri için bunlar üzerinden ayrışmayı ve toplumu hareketlendirmeyi tercih ettiler.[10]

Son otuz yılda demokratikleşme ve başta Kürt meselesi olmak üzere ülkemizdeki toplumsal çeşitlilikle barışma yolunda birçok toplumsal ve siyasal atılım yapıldı. Bunların başarısız olmasının da en önemli nedenlerden biri milliyetçilik, Türklük, millet gibi kavramların ele alınmasındaki bazı düşünsel zaaflar olduğu kanaatindeyim.[11]

Araştırmanın tasarım ve yorumlarındaki bazı kısımlar, 1990’lar ve 2000’lerden kalma bazı önyargıları henüz yeterince sorgulamadığımızı düşündürüyor.      

Örneğin “ülkeme bağlılığım dinime bağlılığımdan daha fazladır” ifadesi bence sorunlu.[12] Tabii katılımcıların yüzde 54,5’u bu ifadeye katılmamış. Çünkü bu ifade elmayla armut arasında bir karşılaştırma içeriyor. Araştırmalarda sorular teorik veya kuramsal dünyadan kaynaklanan bazı hipotezlere dayalı olur. Bu soru, tabii yanlış anlaşılmasın kasten olduğunu söylemiyorum, olsa olsa: ülkemizde yıllarca özellikle siyasal İslamcıların dillendirdiği, “laik milliyetçilik dini ortadan kaldırmaya, en azından kamusal alandan silmeye çalıştı” safsatasına dayanabilir. [13]

Aksi taktirde bu soru bize nasıl bir bulgu sunuyor olabilir? Aynı soru “ülkeme bağlılığım evlatlarıma bağlılığımdan daha fazladır” diye sorulsaydı, ve tabii insanların çoğu katılmasaydı, “milliyetçilik zayıf” sonucuna mı varacaktık? Son derece istisnai durumlar dışında evlat sevgisiyle vatan sevgisi arasında bir ikilik yok ki.

Keza “Önce Müslüman sonra Türküm” ifadesi de sorulmuş. Tabii katılımcıların yüzde 66’sı katılmış, yüzde 23’ü katılmamış. Bu sonuç araştırma tarafından şöyle yorumlanmış:

“Bu bulgu, radikal reformlara, resmi söylem ve politikalara karşın, yüz yıl sonra bile, toplumun Türklüğü Müslümanlığın yerine ikame etme, Müslümanlığı Türklük lehine geriletme çabalarına destek vermediğini, toplumun çoğunluğu için önceliğin Müslümanlık, daha doğrusu dini aidiyet olduğunu ortaya koymaktadır.” [14]

Katılmıyorum. Elbette Cumhuriyet’in (ve öncesinde Osmanlı modernleşme çabalarının) Türkiye’de (din ile çelişmeyen) bir milli kimlik inşa etmeye çalıştığı doğru. Ama Müslümanlığı gerçekten geriletmeye mi çalışmış yoksa laiklikle ve moderniteyle bağdaştırmaya mı? Hatta tüm nitelikli akademik çalımaların gösterdiği gibi, bence büyük ölçüde pratik nedenlerle, kültürel Müslümanlığı millet tanımının merkezine mi koymuş? Türkiye’de Laikliğin dini dönüştürme ve kontrol etme çabaları demokrasi ve laiklik açısından eleştirilebilir. Ama Müslümanlığı geriletmeye çalıştığı, okuldan çok cami bulunan bir ülkede, siyasal ve olgularla çelişen bir iddia.

Bu soru ve yorum elmayla armut karşılaştırmasını içeriyor. Din ve milliyet birbiriyle rekabet eden, aynı aidiyet alanına yönelik kimlikler değil. Biri siyasal aidiyet ve egemenlik, diğeri maneviyatla ilgili.

Nitekim aynı soru “Önce dinim gelir sonra çocuklarım” diye sorulsaydı, Hazreti  İbrahim bir yana, birçok insan “katılmıyorum” deseydi, Türkiye’de “Müslümanlık zayıf” sonucunu mu çıkaracaktık? Din ile insanların evlat sevgisi arasında bir rekabet, bir tercih söz konusu olmadığını düşünüyorsak bu soru anlamsız olmaz mıydı?

Ülkemizde birçok insan örneğin kadınların dinen örtünmesi veya kimle evleneceklerine babalarının karar vermesi gerektiğine inanıyor ama aynı zamanda da, “ama kızımın tercihine saygı gösteririm” diyebiliyor. Bunun dini inancın zayıflığını mı güçlülüğünü mü gösterdiği sonucuna varmak gerekir? Bence güçlülüğünü. Çünkü kişinin dini inancıyla sevdiklerinin özgür iradeleri arasında “ya o ya öteki” ilişkisi yoktur. Tabii örneğin Selefi inancına sahip değilseniz. O zaman da böyle bir soru yani hipotez anlamsızlaşıyor.

Burada asıl ele alınması gereken veri kanaatimce milli kimlik içinde “Müslümanlığın rolü” verisi. Dini ve laik aidiyet nerede rekabet edebilir? Örneğin milli kimliğin tanımında edebilir. Türkiye’de İslamcı ve muhafazakâr milliyetçiler/yurtseverler ile laik cumhuriyetçiler arasında bu konuda bir farklılık elbette var. Biri Türklük/milli kimlik içinde Müslümanlığa görece daha çok ağırlık veriyor. Ama bu başka bir mesele.

Keza yorum konusunun önemi bir başka soruda da ortaya çıkıyor. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk olarak tanımlanmalıdır” sorusu ve ilgili bölümün başlığına konan “T.C. vatandaşı olan herkes Türktür” ifadesi çok farklı ifadeler değil mi?[15] Biri normatif bir yargı öbürü ise olgusal, toplumsal olgulara dair bir iddia. Yukarıda bahsettiğim gibi Kürtlerin karşı çıktığı da ikincisi, yani toplum mühendisliği.

Siyaset, Analiz ve Politika

Bu yazıda düşündürücü bir araştırmadan da yola çıkarak Türkiye’de müspet milliyetçiliğin toplumsal zeminini sorguladım. Böyle bir potansiyelin zayıf olmadığı yorumunu yaptım.

Ama böyle bir potansiyelin siyaset tarafından bir programa ve söylem dönüştürülmesi, sonra da devlet politikalarını ve yasaları şekillendirmesi ayrı bir konu.

Bu konuda hem siyasete hem de analizcilere düşen titizlik ve sorumluluk azımsanmayacak kadar büyük.

[1] Yazımda Selahattin Demirtaş’ın önemli açıklamalarına değindim ama elbette konu sadece Demirtaş değil. Mithat Sancar’ın ve başka HDP yetkililerinin de benzer açıklamaları var. Kararı HDP ve HDP’liler verecek. Diğer muhalefet ve sivil toplum ise destek olmalı.

[2] Araştırma telefonla arama yöntemiyle yapılmış. Bu sık kullanılan bir yöntem olmakla beraber metodolojik zayıflıkları var. Burada başka araştırmalarda da görülen genel metodolojik sıkıntılara değinmiyorum.

[3] Syf. 50-51.

[4] Syf. 50.

[5] Murat Somer. Return to Point Zero: The Turkish-Kurdish Question and How Politics and Ideas (Re-)Make Empires, Nations and States. (Albany: State University of New York Press, 2022). Ayrıca bkz. Murat Somer. Milada Dönüş: Ulus-Devletten Devlet-Ulusa Türk ve Kürt Meselesinin Üç İkilemi (Return to Point Zero: From Nation-State to State-Nation, the Three Dilemmas of the Turkish and Kurdish Question) (Istanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2015, 2. Baskı 2016).

[6] A.g.e.

[7] Syf.37.

[8] Syf.40.

[9] Syf.60.

[10] Murat Somer. Old and New Polarizations and Failed Democratizations in Turkey, in Güneş Murat Tezcür, ed. Oxford Handbook of Turkish Politics (Oxford: Oxford University Press, 2020)

[11] Murat Somer. Return to Point Zero: The Turkish-Kurdish Question and How Politics and Ideas (Re-)Make Empires, Nations and States. (Albany: State University of New York Press, 2022).

[12] Syf.70.

[13] Berna Turam, ed. Secular State and Religious Society: Two Forces in Play in Turkey. New York: Palgrave MacMillan 2012; Murat Somer. Turkish Secularism: Looking Forward and Beyond the West, pp. 37-54 in Matthew Whiting and Alpaslan Özerdem, eds, Routledge Handbook on Turkish Politics (2019).

[14] Syf.74.

[15] Syf.54.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

1 Yorum

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI