Cuma, Nisan 19, 2024

Türkiye’de devletin değişmezliği üstüne

Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman tarihsel bir perspektiften “devlet” ve onun değişmezliğini ele alıyor. Gelinen noktada modernleşme vektörünün Lockecu devletten Hobbescu devlete dönüştüğü tespitini yapıyor

Türkiye bir devlet arıyor. 1000 yıllık devlet geçmişine, geleneğine, birikimine sahip Türkiye, rasyonel, objektif, araçsallaşmış bir devletin peşinde. Tarihselleşmiş hakim devlet yapısının Türkiye’ye dar geldiği açık. Aranan devletin aynı zamanda demokratik, çoğulcu, katılımcı, paylaşımcı olmasındaki zorunluluk çağın diretmesiyle oluşuyor. Tanzimat’tan beri aranan rasyonel ve objektif devlete neden bir türlü geçilememesi, sürekli olarak bir patinajın yaşanması çok ciddi bir sorundur. Kritik nokta her defasında esoterik dediğim geleneksel hatta mitolojik devlet ideolojisine dönmektir. Söz konusu dönüşler her defasında toplumun ürettiği canlı, diri yenilikçi yaklaşımları ezmiştir. Sadece ideolojik ve politik açıdan değil, fonksiyonel devlet bakımından da önemli bir kısıtlama yaşıyor Türkiye. Devletten bugün tam da bu noktada yakınılıyorsa bu yetersizliği, aşılması için gerekli koşulları devletin ideolojik tercihleriyle, farklı siyasal anlayışların her defasında gelip bu devlet modeliyle özdeşleşmesinde, bütünleşmesinde sorgulamak gerekir. yaşanan son deprem bu bakımdan yeni bir sınama eşiğidir.

I

Türkiye depremle bir yanardağın ağzına düşmüş gibi oldu. Kıyameti andıran görüntüler sadece depremle sınırlı değil. Görüntüler aynı zamanda devlet yönetimini, devlet anlayışını, yerel yönetim sorunlarını, sivil toplum etkinliklerini, tüm bunlarla ilgili toplum değerlendirmelerini yansıtıyor. Yıkılan bir binayı ve altında kalıp canını yitiren insanı gösteren resim olguların tamamını içeriyor.  Görünenin görünmeyeni gösterme gücü olduğunu görselliğin ideolojisi ve semantiği bu gerçeği bize çok zaman önce öğretti. İnsanlar, deprem bölgesinin ve tüm ülkenin bu sarsıntıyla yeniden şekilleneceğini, hadisenin kapsamını ve genişliğini düşünüyor ve yüreklerinde duyuyor. Toprak altında kalan ve herhalde 100 binleri bulan ölü sayısı elbette herkesi teknik konuları konuşmaya itiyor. İstanbul’da beklenen depremin tetiklediği bir huzursuzlukla herkes kelimenin gerçek anlamında can derdine düşmüş durumda: yitirdiklerine canı yanıyor ve kendi canlarının endişesiyle kavruluyor insanlar.

İlk günden beri herkes doğal olarak devleti arıyor ve elbette hataları nedeniyle devleti sorumlu tutuyor. Devlet yaptıkları kadar yapmadıklarıyla da mükelleftir. Türkiye’deki devlet-insan ilişkisinin bitmeyen tartışmaları, sorgulamaları tamı tamına böyle bir noktada duruyor bugün. Kemal Tahir’in ‘kerim’leştirdiği devlet, çok uzun bir süredir atfedilen ve elbette gerçekle ilişkisi bulunmayan bu niteliğinin mevcut kısmını da yitirmiş durumda. Türkiye’de devlet, daha önce birçok yerde yazdığım ve söylediğim gibi, insanların bilinç dışıdır. ‘Ceberrut’la ‘kerim’ arasındaki geniş hatta yayılan devlet, bizdeki kabullere göre, kısmen dünyada da öyle, sert ama esirgeyen, zalim ama verici bir üst otorite.

Siyasal modernleşme devleti bu anlayışın dışına taşıyarak kavramlaştırır. ‘Modern’ devlet sübjektif değerlerden mümkün olduğunca arınmış, mekanik, ussallaşmış, araçsallaşmış devlettir. Ne kerimdir ne ceberrut. Sosyal devlettir. Kameralizmden yani maliye öncelikli somut devlet projesinden başlayarak sosyal devlete gelen çizginin Weberci bürokratik modernizasyonla biçimlendiğini, eş anlamlı olduğunu artık orta okul çocukları da biliyor.

Her benzeri olayda olduğu gibi toptancı yaklaşımlar devreye giriyor. Mevcut iktidarın depremle gelip depremle gideceğini öne sürenler var. Hayat bu kadar basit değil. Kuşkusuz deprem mevcut iktidarın oluşumunda önemliydi. Ama yukarıda verdiğim kronoloji dahi iç içe geçmelerin ve anakronizmaların daha karmaşık şekilde işlediğini gösteriyor

Türkiye’de sosyal, araçsal ve ussal devleti aramanın son aşaması 1999 Ağustos depremidir. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel deprem sabahı ‘korkmamak mümkün mü?’ diye gerçeği çok doğru şekilde dile getirirken, sadece korkusunu (daha doğrusu ‘ürküntüsünü’) değil devletin çaresizliğini de kabul etmişi. Siyasal yöneticiler o gün kimi suçladıklarını bilmeden depreme karşı hiçbir hazırlığın yapılmadığını itiraf ediyordu.

Ürküntüyü ortadaki nihai sonuç değil tüm bir zincir hazırlamıştı: yönetmeliğine uygun yapılmayan binalar, bizatihi yönetmeliklerin eksik, yanlış, çağ dışı kalmış bilgileri, onları onaylayanlar, kirli ilişkiler zincirinin bir anda depremle sarsılıp çökmesi. Bilenler bilir. Aynı durum bugün de geçerli. Aradan geçen sürede hiçbir şeyin değişmediğini Kahramanmaraş depremiyle anladık. Nerede ussal devlet?

İş, 1999’da kalmadı. Hemen ertesinde, 2004 yılında ‘hızlı tren’ faciası yaşanmıştı. Aynı sitem-sonuç ilişkisi yeniden göz önüne serilmişti. O tarihlerde yazdığım Radikal’de, faciaları ele alarak mevcut devletin çöktüğünü söylemiştim. Gerçekten de 2002 seçimleri 1999’da iş başında bulunan, kağşamış iktidarı tasfiye etmişti. Ama 2004 kazası yeni dönemin aldığı ilk büyük darbeydi. Halk muhtemelen pek bir şeyin değişmediğini düşünüyordu. Türkiye, tüm değişimlere rağmen aynı kalan ülkenin adıydı: plus ça change, plus c’est la meme chose: ne kadar değişse o kadar aynı!

Şimdi bu iktidarın yani esas itibariyle ussal olmayan devletin, devletin usallıktan uzaklaşmasının tartılacağı bir seçimin eşiğinde duruyoruz. Akıl almaz büyüklüğüyle ve ifade edilemeyen trajik boyutlarıyla karşımıza dikilen deprem ülkenin bir bölgesini jeografisi ve jeolojisi itibariyle yeniden tanzim ederken (ülke dört metre güneydoğusuna kaymıştır) iki aydan az sürenin kaldığı seçimlerin nasıl yapılacağı ‘fiziksel’ olarak başlı başına bir soru. İktidarın yaşanan faciadan nasıl etkileneceğini ise herhalde yakınlarda yapılacak bazı ölçümlerle daha da net göreceğiz.

Her benzeri olayda olduğu gibi toptancı yaklaşımlar devreye giriyor. Mevcut iktidarın depremle gelip depremle gideceğini öne sürenler var. Hayat bu kadar basit değil. Kuşkusuz deprem mevcut iktidarın oluşumunda önemliydi. Ama yukarıda verdiğim kronoloji dahi iç içe geçmelerin ve anakronizmaların daha karmaşık şekilde işlediğini gösteriyor. Otuz yıl iş başında kalmış bir iktidarı tek bir olguyla açıklamak çok alışkın olduğumuz ve hayli sakat sonuçlar üreten monokasualist yaklaşımımızı bir daha kaya vurup tuza ve toza çevirir. 2023 depremi iktidar tercihlerine çok tesir edecek ama siyaset karmaşık bir şey. Bu seçimde bir kere daha devlet-siyaset ilişkisi tartılacak ve hemen belirteyim siyaset tüm karmaşasıyla devlet yönetiminde görülen sapmaların sınandığı çok daha ussal bir zemin. Siyaset devleti yönetmek için yapılır ama yanlış devlet yönetim de hesabını siyasete verir.

II

Türkiye’de bildiğim ve tanık olduğum, yaşadığım ve çeşitli bağlamlarda katkıda bulunduğum tüm tarih boyunca devletin bir ‘sorun’ olduğunu gördüm. Devletin sorun olmadığı bir yer de bilmiyorum. Hemen her dönemde devlet-toplum çatışması yaşandı Türkiye’de fakat bazı dönemlerde bu çatışma çok şiddetlendi. Hemen her dönemde ‘Allah devlete zeval vermesin’ demesine rağmen, toplumun devletten şikayetçi olduğunu müşahede ettim. Söz konusu yaklaşıma karşı bir tek eleştiri yükseltildi, toplum her şeyi devletten bekliyor dendi. Doğrudur. Binlerce yıl kendisine özgü devlet modelleri içinde (hidrolik despotik imparatorluk (Wittfogel), barut imparatorluğu (Hodgson), Asyatik üretim tarzı (Marx)) Anadolu toplumunun devletle karmaşık ilişkiler kurduğu gerçektir.

Toplumun devleti kavramlaştırması muhtemelen 19. Yüzyılda çok radikal bir dönüşüm geçirdi. Mutlak/iyetçi devletten, bu niteliğini muhafaza ediyor görünse de iktidarını paylaşan devlete dönüşmek halkın ilgisinden muaf olamazdı. İlk parlamento seçimlerinin bu çizgideki en somut hamle olduğu muhakkaktır. O dönemin ‘cumhuriyet’ kavramını tartışması, 20. Yüzyıl başında bu yönetim modelinin imparatorluğun çeşitli yerlerinde hem de meclisleriyle birlikte fiili bir sisteme dönüşmesi ayrıca önemlidir. 1908 öncesi ve sonrasının halkçılık, köycülük önermeleri, egemenliğin halka aidiyetinin vazgeçilmeyen, sürekliliğini korumuş tek ideolojik araç olarak telaffuzu, devlet-toplum ilişkisini Osmanlı klasisizminden öteye taşımıştır.

1950 ve 1960 sonrası iktidar ve otorite odaklı denemelere açık olsa da iktidar ve otorite öncelikli devlet anlayışından kurumlar devletine yani kısmen araçsal devlete geçişin ipuçlarını içinde barındırır. Sistemin çekirdeği 1957’de CHP’nin yayınladığı İlk Hedefler Beyannamesi’dir. 1961 Anayasası kurumları oluştururken devletçi ve bürokratik vesayeti sağlam bir zemine oturtmanın yöntemini sağlasa bile bahsettiğim ‘kameralizm sonrası devlet’ anlayışında farklı bir noktaya gelindi. Zaman zaman jüristokrasilere, zaman zaman katı hegemonik bürokrasilere sapılmakla birlikte kurumlar devleti önemli bir dönüşümdür. Ayrıca dönemin sol hareketliliği toplumsal katılım paydasını sürekli olarak genişletmiştir.

İkinci yirmi yıl (2002-2022) tam da bu olgudan, sivil toplumun yeni sosyolojiler dediğim çerçeve içinde kısmen de aşağıdan yukarıya kuruluşunun veya o yöndeki hareketlerin sivil toplumun gelişimi olarak düşünüldüğü dönemidir.

1960’ların büyük sorunu ileride daha geniş şekilde ele alacağımız bir sorundur, devleti yöneten zihniyetin toplumsal genleşme ihtiyacını hissedememesidir. Dönemin yönetimi, özeti katılım ve paylaşım olan taleplerin önünü açsaydı Türkiye’deki devlet sorunsalı çok farklı bir noktada kristalize olacaktı. Soğuk Savaşın aşırı kontrolcü ve hiçbir toplumsallığa geçit vermeyen yaklaşımı, mutlak devlet iktidarının üstelik de faşizan ordu hamleleriyle birleşerek sivil yönetime karşı işlemesine yol açmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin anlamı budur.

12 Eylül sonrasındaki yani son kırk yıldaki devleti ikiye ayırmak gerekir. Son 20 yıl ve öncesi. Bu iki eşit parçanın ortak ve karşıt zeminleri mevcuttur. İlk 20 yıl (1983-2002) 1930’lardaki hegemonik mutlak devleti ihya etmek diye tanımlayabileceğimiz son hamledir ve 12 Eylül’le biçimlenir. Devlet bu defa tahakkümünü Anayasal düzenlemelerle ihya ediyordu ve o anlayış 12 Mart’ın uzantısıydı.  Devletin, sözde ve yetersiz de olsa Özal dönemindeki ‘sivil toplum’ gibi denemelerle uzlaşmayacağı belliydi. Henüz yeterince çözümlenmemiş bir açılımla Özal, uzak ve zayıf bir denklemle olsa bile, 12 Eylül Anayasasıyla toplumu karşı karşıya getiriyordu. Her şeyde kendisini gösteren eklektik yaklaşım siyaset-devlet ikileminde de ortaya çıkmıştı. Bir yanda başkanlık sistemi özlemleri diğer yanda 12 Eylül anayasasının sürdürülen koşulları. Sonunda sürekli olarak yinelenen model/yapı kendisini göstermişti. Özal, 10 yıllık iktidarında bizzat önerdiği sivil toplum anlayışını terk ederek mütehakkim devlete her gün biraz daha yaklaşmıştı. ‘Asiyab-ı devlet’ gene kazanmıştı. Kurulan eklektik modelden geriye cılız bir sivil toplum özlemi kalmıştır. O sivil toplum kavramı da Türkiye’de toplumun kültürel özellikleri çerçevesinde, toplumsal ihtiyaçlarıyla pratikleri bağlamında düşünülmekteydi. O kadar ki ‘sivil toplum beklentisi’ diye öne sürülen ama devletten beklenen bazı hamleler olduğunu da biliyoruz. Sivil toplumun Türkiye’de elbette Hegelci manasında kurulmayacağı açıktı.

İkinci yirmi yıl (2002-2022) tam da bu olgudan, sivil toplumun yeni sosyolojiler dediğim çerçeve içinde kısmen de aşağıdan yukarıya kuruluşunun veya o yöndeki hareketlerin sivil toplumun gelişimi olarak düşünüldüğü dönemidir. Bu bakımdan 1995 seçimleri sonrasında teşekkül eden din odaklı/güdümlü/motifli oluşumlar sivil toplumun kendine dönük, kendine özgü kavramlaştırmasıdır demekte pek bir sakınca yok. Hareket beraberinde birçok mikro sosyolojik oluşum getirmiştir. Kırsal nüfusun kente zannedilirken kent çevresine göçü, kent dışında mukim kitlelerin kültürel kodlarıyla merkeze taşınması, 12 Eylül Anayasası’nın hareket noktası olan 1930’ların öngördüğü (ve her siyasal öngörünün içerdiği oranda arzu ettiği) doktriner ve pozitivist laikçiliğin tartışılması ilk on yılın parametreleridir ve çok önemli olgulardır. Avrupa Birliği süreçlerinin ayrıca ittiği yeni demokrasi anlayışının/arayışının tümüyle din-laiklik zıtlaşması etrafında cereyan etmesi de başka bir olgudur. ‘Establishment’ın 1930’lara ve 1981 Anayasasına dayanarak biri ilk 20 yılda (28 Şubat 1997), diğeri ikinci yirmi yılda (2007 CB seçimleri öncesi) gerçekleştirdiği iki müdahale, İbn Haldun’un terminolojisiyle söylersem, ‘devlet asabiyesinin’ toplumsal arayış ve hareketliliğin tamamen dışında kaldığını kanıtlar. Sonuç bir devrin kapanıp diğerinin açılmasıdır.

III

Ne var ki, yazının başlığında belirttiğim gibi, Türkiye’de devletçi zihniyet (‘devletçilik’ değil) sonunda ağır basıyor. Bülent Ecevit’in, Doğu Perinçek’in politik, Attila İlhan’ın entelektüel kariyeri maksadımı gayet özlü şekilde ifade eder. Fetişleştirilmiş bir devlet anlayışının zamanın cilasıyla tahkim edilmesi olan bu tutum, işin kötüsü, devlet yönetiminde de kendisini gösteriyor. İkinci yirmi yılın ilk on yılı (2002-2013) daha toplum ağırlıklı bir anlayışla cereyan etse ve bu tutum doğallıkla daha demokratik bir anlayış içerse de ikinci on yıl içe kapanma dönemi olarak gelişmiştir. Daha önce Türk siyaseti üstünde yapılan çalışmalar genişlemeci ve daralmacı (diyastolik-sistolik) dönem analizleri yapmıştır. Bu yorumu, toplumcu (genişlemeci) devletçi (daralmacı) dönemler olarak yeniden tanımlamak ve kurgulamak gerekir.

2014 sonrasında bilhassa MHP’nin iktidardaki ağırlığının ve yaptırım gücünün giderek artması, daha fazla etkinleşen esoterik devletçi yaklaşımla son dönemde öne çıkan sorunları birlikte düşünmeye zorluyor izleyenleri. Türkiye’de de dünyada da popülizmle at başı giden bu oluşum devletin odakta olduğu bir kapanma/daralma döneminden beslenmiştir. Daha genişlemeci ve demokratikleşme yanlısı bir dönemde katılımcı ve paylaşımcı politikaların uygulanması kaçınılmazken kapanma dönemlerinde nepotistik ve rantiyeci yaklaşımlar öne çıkıyor. Çeşitli şekillerde tezahür eden devlet eksenli şiddet aynı dönemlerde gelişiyor ve bu bağlamda anlamını kazanıyor. Kabul ve tatbik edilen sistemin dışında kalan sesin susturulması demek olan bu yaklaşımı anlamak sınıfsal bazı dinamikleri kavramakla mümkündür.

Bürokratik elitist devlet şu veya bu sınıfın elinde olabilir. Fakat faşizm kuramlarının öğrettiği bir gerçek var. Buna göre (alt) orta sınıflarla aristokrasinin ittifakı esastır. Türkiye’de aristokrasinin ne olduğunu bilmiyoruz. Bizdeki devlet öncelikli/odaklı sistemik kurguların orta sınıfların Marx’ın tabiriyle ‘küçük burjuva radikalizmi’ çerçevesinde algılanması gerekir. Son 100 yıllık tarihimiz ‘milli burjuva’yı yaratmakla geçti. Çabanın farklı dönemlerde kazandığı farklı yönsemeler söz konusudur. Cumhuriyet burjuvazisi ile 1950’lerde dönüşen ticaret burjuvazisi, 1960’larda öne çıkan sanayi burjuvazisi aynı damardan beslenmez. Attila İlhan’ın daha 1960’larda romanlarında işlediği Müslüman burjuvazi de bu kadrolarla örtüşmez. Söz konusu sosyolojiler bizde hiç incelenmediğinden oluşumların kültürel plandaki yansımalarını ancak yordamlarla bulabiliyoruz.

Belirleyici dinamiklerin 1995/2002 sonrasında geldiği nokta ayrıca çözümlenmeyi muhtaçtır. Dönemin, taşra burjuvazisinin Müslüman kanadının güçlendirilmesi olarak tezahür ettiği açıktır. ‘Anadolu kaplanları’ diye anılan bu çevrenin 1970’lerde biçimlenmeye başladı, devletle hayli karmaşık ilişkiler kurduğu (DPT Teşvik Dairesi üstünde bugüne değin tek bir çalışma okumadık), sistemi çok kontrollü şekilde nispeten uzaktan izlediği söylenebilir. Küreselleşmenin getirdiği olanaklar bu çevrenin 1990’lardan başlayarak devletten neredeyse bağımsız şekilde bir sermaye biriktirdiğini de gösteriyor. Bir yerde sermaye varsa orada kendisini koruyacak bir iktidar arayışı da vardır. Her sermaye kendi devletini kurmak çabasındadır. Anadolu Müslüman burjuvazisinin de 1965/70-1973/95 arasında sermayesini biriktirdikten sonra kendi siyasetini açıktan açığa ve güç arayışı ihtiyacıyla muhakkak şekilde tahkim edecekti. 2002 bu bakımdan dönemeçtir.

Göç, nüfus, kentleşme, imar politikalarının bu anlayışla cereyan ettiğini son çalışmalar ortaya koyuyor. Rant ekonomisi diye ifade edilen durum ve dinamikler soyut ve sübjektif tercihler değildir. Merkezi hükumetin kendi tabanına kaynak aktarmasıdır. Mekanizmaların doğasına uygun şekilde geliştirilen tutumun şaşırtıcılığı sınıflar arasındaki açık ya da zımni anlaşma şartlarının tamamen ihmal edilmesinde yatar. Akpartide hakim olan bugünkü iç iktidarın 2007’deki CB seçimlerinde istemeyerek de olsa Batılı büyük burjuvaziye verdiği tavizden sonra o çizgiden adım adım uzaklaştığı, kendi tabanını, icabında onları da zorlayacak şekilde tahkim ettiği açıktır. Özellikle 2013 sonrasında doğan gerilimin ana nedeni Akparti iktidarının büyük, kentli, Batılı burjuvaziyle ödünsüzce zıtlaşması, her iki çevrenin de birbirine karşı amansızca tavır almasıdır. Kısacası ekonomik kökenli bir sınıf savaşı 2014 sonrasında neredeyse geriye dönüşsüz şekilde ilerletilmiştir.

İkincisi, kaynak aktarımı her dönemde ve iktidarda görülür ve yaşanır, fakat ilişkilerin hukuk devletinin kuralları içinde cereyan etmesi şarttır. Modern devletin Marxçı sosyo-ekonomik kabullere getirdiği katkı budur. Hukukun kurallarını da ihmal eden bir uygulama söz konusuysa orada büsbütün içine kapanmış nepotik bir devletten söz edilebilir ancak. Daron Acemoğlu’nun geniş kabul gören tezleri hukuk devletinin niçin zorunlu olduğunu kanıtlar. Türkiye’de devlet-ekonomi-çıkar ilişkisinde son zamanlarda iyice yakınılan suiistimallerin bütünüyle benzeri bir nedenden kaynaklandığını düşünmek gerekir. Sınıf tahkimi çabasıyla kuralsız sermaye biriktirme çabasının yukarıda değindiğim ‘küçük burjuva radikalizmiyle’ bütünleşmesinden söz ediyoruz. İttihatçılar dönemindeki ‘vagon ticareti’nin nedenlerini de başka yerde aramamak gerekir. 1950’lerde Adana ve çevresi aynı anlayışla zenginleştirildi. 1980’lerin ‘Papatyalar’ı halen hatırlardadır. Aradaki fark bahsettiğim zımni sözleşme hükümlerine ve hukuka belki biraz daha saygı gösteriliyordu.

Kritik olan nokta, Türkiye’de hegemonik-hakim devletin öne çıkmasını sağlayan düzendir. Başka şekilde soralım: Akparti her şeye rağmen anlaşılabilecek (ama elbette kabul edilmeyecek) tutumunu kurar ve sürdürürken bunca içine kapanmasına ihtiyaç var mıydı? Akla gelen ilk cevap elbette en yanlış olanıdır ki, o da seçim/başkanlık sisteminin partileri %50+1 nedeniyle ittifaklara mahkum etmesi. Kuşkusuz bir faktördür ama öteki nedenlerin üstünü örtmemesi gerekir. O nedenleri ararken iktidarın çok uzamasını da bir faktör olarak görmek gerekir. Her iktidar uzadıkça yıpranır. İktidarda kalmayı istemek içe kapanmaya, devlet erkini seferber etmeye ihtiyaç duyar. Türkiye’de bu koşulun işlemediğini kimse söyleyemez. Üçüncü neden demokratik-otokratizmin veya tavizsiz çoğunluk hakimiyetinin dünyada genleşmesi, sistemlerin bu platformda işlemeye başlamasıdır. Başka nedenler yok değilse de belirttiğim üç koşulun da bizi altta yatan ortak paydaya götürdüğü besbelli: devletin hem ideoloji hem de çıplak erk olarak kendisini sistemde muhafaza etmesi, hiçbir siyasetin o devleti ortadan kaldırmak için yeterli çaba harcamaması. Siyasette bu türden ciddi girişimler sadece istekle olmaz. Hazırlayıcı koşulların mevcudiyetini gerekir. Onların başında da demokratik talepler gelir. Devletin dönüştürülmesini sağlayacak yüksek bir iradenin sınıfsal olarak yükselmesi şarttır.

Türkiye’nin ana problemi burada başlar. Türkiye’deki kurulu düzen 1960’larda büyük bir krize sürüklendi. ‘Kriz’, ülkedeki gençlik ve emek kesimlerinin yükselen talepleridir. Küçük burjuva radikalizmi diye nitelendirdiğim sınıfsal davranış 1960’larda bugünkü tutumu içinde değildi.

IV

Demokratikleşmenin iki önemli ideolojik talep zemini vardır. Bunlardan ilki liberal görüştür. Liberalizmin sağ mı yoksa sol bir ideoloji mi olduğu literatürde çok tartışılır. İki yöne de açılan bir dokusunun bulunduğu kesindir. Amerikan siyasal söyleminde birbirinin yerine kullanılan ‘liberal’ ve ‘solcu’ terimleri sadece bir yanlış adlandırma sayılmaz. Devletin yerini bırakması gereken bireysel özgürlükler alanı liberalizmi sol görüşe açmıştır. Eğer Stalinci anlamda devletçi siyasetin her şeyin üstünü kapadığı bir solculuktan söz edilmiyorsa solla liberalizm arasındaki ayrımı kapitalizme atfedilen önem ve verilen değer saptar. Liberalizmin, kurucuları bir yana bırakalım şimdilik, geç 20. Yüzyılda ve bugün kapitalizmle ciddi bir çelişkisi olduğunu kimse söyleyemez.

Solun öyküsü, istediği kadar ılımlı olsun, kapitalizm eleştirisiyle başlar. Eleştirinin şiddeti solun ideolojik konumunun ölçüsüdür. Kapitalizmin eleştirisi soyut ya da muğlak bir söylem veya keyfi bir anlayış değildir. Temel haklarla ilgilidir. Kapitalizmin bünyesinde temel hak artık-değer yani kâr yani kazançtır. Sol, artık-değerin paylaşılmasını vazgeçilmez bir hak olarak talep eder. İşçi, patronla ortaklaşmalı, paylaşmalıdır. Böyle bir talebin somutlaştırılması negatif hakların güçlendirilmesini zorunlu kılacaktır. Demokratik zeminlerde gerçekleşmeyen hak arayışları farklı yöntemleri devreye sokar. Bu kabaca anlatımdan çıkarsanacağı gibi, demokratik hak ekonomik hak talebinin zorunlu zeminidir, ikisi birbirinden koparılamaz.

Türkiye’nin ana problemi burada başlar. Türkiye’deki kurulu düzen 1960’larda büyük bir krize sürüklendi. ‘Kriz’, ülkedeki gençlik ve emek kesimlerinin yükselen talepleridir. Küçük burjuva radikalizmi diye nitelendirdiğim sınıfsal davranış 1960’larda bugünkü tutumu içinde değildi. Basit ve bireysel mülkiyetçiliğin kitlesel toplumsal taleplerle ikame edilmesi tarihin ancak belirli dönemlerinde görülür. Bazı sosyolojik değişimlerin tetiklediği durumu 1960’larda taşra ticaret burjuvazisinin sanayi burjuvazisine dönüştürmesi hazırlıyordu. O da gücünü ithal ikameci modelden alıyordu. Denklem sağlamdı. Büyük şehre yönelen göç bugünkünden çok farklı olarak sanayi işçiliğinde emiliyordu. Gençliğin hızla öğrendiği Marksizm üstünden yönlendirdiği emekçi çevrelerin yükselen talepleri ortaklaşma/paylaşma anlayışı içinde demokratik taleplerle bütünleşiyordu. Sendikalaşma hayati bir demokratik örgütlenme biçimidir. İşçinin yönetime ortak olmasıdır. Sendikalı işçi talebiyle yönetime kitle ölçeğinde müdahale eder.

1960’ların sonu, 1970’lerin başı Türkiye’deki sol gelişme hareketlerini izler. Kırılma noktası 15-16 Haziran 1970 günü yaşanan büyük işçi hareketidir. Hemen akabinde dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç’ın zihinlere yerleşen ve izleyecek 12 Mart’ın bir tür gerekçesi olacak sözü o çevreler bakımından çok açıklayıcıdır: ‘sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı’. Tağmaç, işçi hareketini durdurmak ‘gerektiğini’ işaret ediyordu. 12 Mart 1971 muhtırası ordunun içinde bu türden hareketlere destek olanlarla onları durdurmak isteyenler arasındaki iç hesaplaşmadır. Üstelik 12 Mart darbesi hükümete karşı yapılmış gibi gösterilirken esasen 9 Mart 1971’deki Baas benzeri bir devlet düzeni arayanlara karşı yapılıyordu. İşin ilginç yanı o gece başlatılan hareketin NATO ordularının Sovyetik veya sol bir tehlike gördüklerinde uygulayabilecekleri alarm kullanılarak gerçekleştirilmişti.

12 Mart muhtırasını ordunun içindeki sağ-Kemalist kanadın örgütlediği anlaşıldığında Türkiye’deki sağ büyük rahatlama içine girmiş ve derhal ordu yanında yer almıştı. Buna, darbeyle devrilen Demirel dahildir ve yaklaşımı şaşırtıcı olamaz, çünkü, 1965-71 arasında sürekli olarak 1961 Anayasasından ve kurumlarından yakınmıştır. Daha da öteye giderek, askeri bir deniz tatbikatı sırasında istirahata çekildiği komutanın kamarasında Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabını görerek huzursuzluk duymuştur. Ürküntüsünün kaynakları vardı. Dönemin Genelkurmay Başkanı, son bölümü bir askeri darbeyi meşrulaştırmak üzere kaleme alınmış kitap için 9 Mart girişiminin planlayıcısı Celil Gürkan’a ‘bu kitabı okumayan subayı eksik sayarım’ demiştir. O koşullarda, Demirel gibi henüz demokrasiden şikayet eden bir Başbakanın 12 Mart sonrasındaki anayasa düzenlemelerini desteklemesi doğaldır.

Gerek sol oluşumları hazırlayan gerekse sağ iktidarın ona tepki göstermesine yol açan bir diğer eden, modern Türkiye’nin 1945 yılında ve çok özel bir ‘görevle’ kurulmasıdır. Savaşın bittiği yıl Türkiye Batı ittifaklarına girme sürecini başlatmıştır. Birleşmiş Milletler ve NATO’ya girerek Türkiye açıkça Batı bloğuna yerleşirken bir bedel de ödemiştir: Sovyetler Birliği düşmanı olmak. Şu şekilde söylemek gerekir: modern Türkiye Rusya’ya karşı, Rusya’ya düşman bir devlet olarak kurulmuştur. Kısacası, modern Türkiye, Batı ittifakının Türkiye’si Soğuk Savaşın tüm şiddetini yaşayan bir ülkedir. 1945 sonrasından başlayarak 1980 sonrasına kadar Türkiye’de atılan tüm büyük siyasi adımlar bu doğrultudadır. 1950’lere kadar CHP yönetiminin sürdürdüğü sol avı 1960’a kadar DP tarafından devralınıp acımasızca uygulanmıştır. 1965’te başlayan Demirel dönemi aynı yönde hareket eder. 1971, sola karşı darbedir. 1980’e kadar Soğuk Savaş Türkiye’de iç savaşı en üst düzeye çıkarmış, nihayet 1980 darbesi solu bütün bütüne yok etmek kararlılığıyla hareket etmiştir.

Türkiye’de rejimin belirttiğim daire içinde cereyan ettiğinin somut örneği AK Parti-MHP iş birliğidir. Unutulan şey tarih olamaz. Türkiye 2015’i bile usuna getirmiyor. Oysa yanı yıl hem de CHP ve Kılıçdaroğlu MHP’ye ortaklık, Bahçeli’ye de Başbakanlık önermişti. MHP, şaşırtıcı şekilde ve çok ağır cevaplar vererek teklifi reddetmiş ama yaklaşık iki yıl içinde başkanlık sistemi önerisinde bulunmuştur.

Sola karşı verilecek mücadeleyle sadece sağ siyasetin meşgul olması yetmeyeceği düşünüldüğünden milis güçler, para-militer güçler daima yedekte tutuluyordu. Devlet onları günü geldiğinde kullandı, literatürdeki tabiriyle sokak faşizmi olarak örgütledi, günü geldiğinde devlet faşizmine geçildi, o örgütler yok edilmedi ama uyutuldu. Öte yandan devletin sol taleplerin önünü açmaması toplumun büsbütün ve çok ağır şekilde sıkışmasını getirmiştir. Soldan geldiği varsayılan, olanak verilirse solu güçlendireceğinden korkulan, Batı/NATO blokunu rahatsız edeceği hesap edilen demokratik taleplerin önü tıkanıyordu. Solun soluğu kesildiğinde Türkiye’nin de soluğu kesilmiş, ülke faşizmin eline düşmüştü. Çizdiğim vahim tablonun manası açık: Türkiye’de sağ siyaset Soğuk Savaştan beslenmiş, onun izinde kalmış, demokratik taleplere kapısını kapamıştır.

Reel solun Türkiye’de oluşmasının önündeki en ciddi engel bu zemindir. Solun olmadığı bir ülkenin siyasal ideoloji ve onun pratikleri olarak nerede duracağı bilinmez. Türkiye somut örnektir. 1930’lardan başlayarak devam eden sol nefreti, Türkiye’deki solu değil demokratisinin oluşumunu, güçlenmesini engellemiştir. Demokratik taleplerin sürekli canlı, diri ve ayakta tutulan para-militer sağ tarafından boğulmasına yol açmıştır. Öylelikle de kısır döngü oluşmuştur: baskıcı devlet-demokratik talep-sağ baskı. Söz konusu sağ yapılanma içinde devletin demokratik kontrol mekanizmalarından uzaklaşması sağlanmış, suiistimal, istismar, sürekli olarak toplumla çatışan devlet modeli güçlendirilmiştir. Başka türlü söylersem toplumla çatışan devlet planlanmış, tasarlanmış ve model olarak benimsenmiştir. Sert, şedit, baskıcı devlet kendiliğinden gelişmemiştir.

1980 sonrasında adım adım güçlenen ve tüm dünyadaki yaygın, demokratik süreçleri de tayin eden ekonomik model neo-liberalizmin Türkiye’de dayanağı olabilecek bir tasarımdan ve gerçekten söz ediyoruz. 1980’lerin göreli nispi döneminde çok yaptığımız bir tartışmadır bu: demokratik ayağı sağlamlaştırılmamış bir neo-liberal anlayış toplumu ancak kendi içinde bir sömürge modeline dönüştürür. 1980 askeri darbesinin maksadı başka yerde aranamaz: 1970’lerdeki yükselen sosyal bilincin neo-liberal sisteme dönüştürülmesindeki güçlük askeri darbeyle aşıldı. 2000’lerde neo-liberal ekonomilerin gelip dayandığı noktada uluslararası pazar etkinlikleri de demokratik mekanizmanın kendi kendisini kısırlaştırmasıyla sağlanabilecekti. Tüm dünyada geçerli olan otokratik yönelimleri bu zemin hazırlamıştır. Batıdaki gelişmiş demokrasiler, Amerika’daki Trump dönemi (bırakalım Rusya’yı bir yana) aynı doğrultuda kalmıştır. Tüm bu ülkeler ve demokrasiler şimdi çok yaygın kitaplarda eleştirildiği ve verileri ortaya konduğu şekilde neo-liberal ekonomileri daha da güçlendirmek maksadıyla iç mekanizmalarını dönüştürerek demokrasiden ödün verip daha otoriter rejimlere geçmiştir.

Türkiye’de rejimin ne kadar şu belirttiğim daire içinde cereyan ettiğinin somut örneği AK Parti-MHP iş birliğidir. Unutulan şey tarih olamaz. Tarih sürekli anımsayan bellektir. Türkiye 2015’i bile usuna getirmiyor. Oysa yanı yıl hem de CHP ve Kılıçdaroğlu MHP’ye ortaklık, Bahçeli’ye de Başbakanlık önermişti. MHP, şaşırtıcı şekilde ve çok ağır cevaplar vererek teklifi reddetmiş ama yaklaşık bir yıl içinde başkanlık sistemi önerisinde bulunmuştur. Başka türlü kabul ettirilemeyecek bir sistem dönüşümünün o partinin desteğiyle sağlanması neticesinde MHP iktidarın ortağı olmuştur. Çıkışın muhtemelen en önemli nedeni 2015 seçimlerinde HDP’nin parlamentoya MHP’den daha fazla milletvekili göndermesidir. Çözüm sürecinin, her ne kadar akamete uğrasa bile, ağırlık kazanması MHP’nin ittifak arayışı güçlendiren ‘derin devleti’ mutlaka uyarmıştır. Gene hatırlamak gerekir ki, MHP, 2010 referandumunda CHP’yle birlikte ‘hayır’ diyen ikinci partiydi. Söz konusu dönemeçler Türkiye’nin ‘makus’ iç yapısının değişmediğini kanıtlıyor.

Kısacası…

Yazının başında Türkiye’nin ussal, araçsal, modern devleti kuramadığından söz ettim. Zannederim o iddiayı geçerli gerekçelerle doğrulayabildim. Fakat çok ilginç bir noktaya geldik. Şu anlattığım neo-liberal sistemin kurulması, güçlendirilmesi, eğer modernleşme arkadan gelene intikal etmesiyse elbette modernleşme olarak değerlendirilebilir. Peki, bu durumda Hobbescu devletten Lockecu devlete geçiş bir modernleşmeydi. Oradan da Weberci devlete geldik, aynı modernleşme yörüngesinde. Bu şartlarda soru belli: nasıl oluyor da modernleşme vektörü bu defa Lockecu devletten Hobbescu devlete dönüşüyor, demokratik haklarda buna yitim meydana geliyor?

Bu soru dünya sistemi bakımından çok kritik sonuçlara işaret eder. Çünkü, demokrasi dendiğinde son derecede zorlu bir yerde duruyoruz. Önümüzdeki dönemin momentumu tam da bu soruyu yanıtlamakla ilgili olacaktır.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI