Perşembe, Mart 28, 2024

Türkiye ekonomisinin dış mihraklar sorunu

Neredeyse 20 yıllık iktidarın bir kalkınma projesi üretmeye fazlasıyla zamanı oldu. 2002 ile başlayan dönemin büyüme hikayesi büyük ölçüde kısa vadeli sermayeye dayandırıldı. Kısa vadeli yabancı sermaye o tarihlerde dış mihrak değil miydi?

Dış mihraklar söylemine tutunmak, Türkiye’de siyasetin popülizme başvurulduğunda sıkça kullandığı yöntemlerden biridir. Bugünkü iktidarın kimlik siyaseti çerçevesinde bu yöntemin seçmen nezdinde işe yaradığı görülüyor.

Son yılların kur krizleri toplumsal dikkati ekonomi politikalarına yoğunlaştırıyor. Uluslararası politikada, başta ABD olmak üzere herhangi bir ülkeyle yaşanan bir gerilim, dış mihraklar söyleminin bir ispatı olarak iktidar tarafından kullanılıyor.

Dış mihrak olarak görülenler, kurun yükselmesinde kısmi olarak pay sahibi olan uluslararası sermaye sahipleri. Yabancı para talebi yaratarak kuru yükselten diğer bir kesim de Türk vatandaşları. Zira, Türk Lirası’na güven duymuyorlar. Tasarrufunu yabancı para mevduatta değerlendirenlerin arasında dış mihraklar söylemini benimseyip iktidarın seçmeni olanlar elbette ki var.

Konuyu, siyasetin popülizminden kurtararak tarihsel ve bilimsel bir perspektiften ele alalım.

40’LARDAN 70’LERE EKONOMİNİN KİTABI BRETTON WOODS’TA YAZILDI

Dünya, 2. Dünya Savaşı’ndan (1939-1945) ağır bir ekonomik hasarla çıkmıştı. Savaşa girmeyen ülkeler için de ekonomik zorluklar büyüktü. Dünya ekonomisini yeniden inşa etmek gerekiyordu. Bu amaçla, bazı uluslararası kuruluşların yaratılması gerektiği düşünüldü.

1-22 Temmuz 1944 tarihleri arasında ABD’nin New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında bir konferans düzenlendi. Bu konferansın kararları, 1970’lerin başlarına kadar dünya ekonomisine yön verdi. IMF ve Dünya Bankası, Bretton Woods kararları ile kuruldu.

Savaş, Avrupa’da çıkmıştı ama ABD’nin katılması Aralık 1941 idi. Savaş sonrasında ABD, küresel güç olmak yolunda çok önemli bir ivme yakaladı. Avrupa’nın yeniden imarında önemli bir rol oynadı. Almanya’nın anayasasını dahi yazdı.

ABD’nin artan küresel nüfuzu ile Bretton Woods’ta alınan kararlar arasında bir paralellik bulunuyordu. IMF ve Dünya Bankası üyeliği olan ülkelerin kurları ABD Doları’na endekslenmişti. ABD Doları’nın değeri ise, altın ile arasındaki sabit bir fiyata bağlanarak altın döviz standardı oluşturuluyordu. ABD Doları, dünya ekonomisinin parasal düzeninde belirleyici bir role ulaşıyordu.

70’LERDE BRETTON WOODS DÜZENİNİ BİTİREN OLAY: STAGFLASYON

1970’lerin başlarında, dünya ekonomisi yeni bir durum ile karşılaştı. O güne kadar, ekonomik aktivitenin canlılığı enflasyonda yükselişe neden oluyordu. Ekonomik aktivitenin canlılığı, işsizliğin düşük olması demekti. İşsizlik ile enflasyon arasında ters yönlü bir ilişki vardı.

1970’lerin başlarında ortaya çıkan gelişmeler ile ekonomik aktivitede durgunluk ve dolayısıyla işsizlik ve enflasyon ilk kez aynı anda görülüyordu. İktisadın o güne kadar tespit etmediği bu yeni durumun adı enflasyon içinde durgunluk, yani stagflasyondu ve Bretton Woods düzeninin terk edilmesi zorunluluğunu beraberinde getiriyordu.

Bretton Woods düzeninde finansal piyasalar bugünkü yapı ve uluslararası yaygınlık düzeyinden çok uzaktı. Finansal baskılama adı verilen yöntemler uygulanıyordu. Dünya genelinde faiz oranları beklenen enflasyon oranının altında idi. Yani, “reel faiz negatif” düzeydeydi.

Savaştan sonra, ekonomilerin toparlanması gerekiyordu. Borcun maliyetinin, yani faiz oranının olabildiğince düşük tutulması gerekiyordu. Finansal baskılama yöntemleri, faize tavan uygulanması, kamu kesimine kaynak aktarılmasına yönelik düzenlemeler, finans sektöründe yatırım yapılmasının bazı durumlarda engellenmesi gibi önlemler içeriyordu.

Faize tavan uygulanmasının bugün neden itiraz oluşturduğuna dair soru işareti olabilir. Kapalı ekonomilerin olduğu bir dünyada, faiz tavanı uygulaması sorun yaratmıyordu. Bugün olduğu gibi uluslararası sermaye hareketleri serbest değildi.

73’TE LİBERALİZASYON FİKRİNİN ORTAYA ATILIŞI

Bretton Woods’un 1970’lerin başında çökmesi üzerine, 1973’te finansal baskılama yöntemlerinin yerini alması gerektiği düşünülen finansal serbestleşme (liberalizasyon) fikirleri ortaya atıldı. İktisat yazınında McKinnon-Shaw yaklaşımı olarak anılan bir tez gelişti.

Tez, 1970’lerin başında ortaya çıkan durgunluğu giderecek bir faiz politikası önerisi getiriyordu. Finansal baskılama uygulamalarının terk edilmesiyle, faiz oranı piyasa koşullarında belirlenecekti. Faiz, beklenen enflasyonun üzerine çıkacaktı. Negatif olan reel faiz, pozitif bir düzeye çıkacaktı. Çünkü, tasarruf sahipleri enflasyonun üzerinde getiri talep edecekti. “Pozitif reel faiz” ile beklenen sonuçlar sıralanıyordu.

Pozitif reel faiz ile tasarruflar artacak, tüketim azalacak, sermaye birikimi artacak ve kaynakların etkin dağılımı söz konusu olacaktı.

1973’te ortaya atılan finansal serbestleşme tezi, 1980’lerin liberalleşme havası, duvarların yıkılması, komünist ve sosyalist rejimlerin yok olması ve küreselleşme olgusunun gelişmesi ile uygulama buldu. Sürecin küresel politik liderliğini dönemin ABD başkanı Reagan ve İngiltere başbakanı Thatcher yaptı. Türkiye’de ise, bu yeni anlayışın uygulayıcısı başbakan Özal oldu.

Finansal serbestleşme, sermaye ihtiyacı olan ve reel faizin pozitif olduğu ülkelere tasarruf akışı sağlayacaktı. Tasarruflar, gittikleri ülkede sermaye birikimi yaratacak ve büyüme sağlanacaktı.

Finansal baskılama, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde (GOÜ) uygulama bulmuştu. Ülkeler arasında farklılık gösteren baskılama yöntemleri uygulansa da, uluslararası sermayenin sınırlar ötesine yönelmesi söz konusu değildi. Sermaye kontrolleri ve kontrollü kur rejimleri söz konusu idi. Bugün sermaye kontrolleri yok ve kur rejimleri kontrollü değil, serbest.

GOÜ’lerin dış tasarrufları kendilerine çekerek büyüme yaratacakları düşünülürken, teorinin beklemediği bazı süreçler çalışmaya başladı.

Teorinin anlattığı yabancı sermaye, finansal piyasalarda var olan ve portföy yatırımı olarak adlandırılan yabancı sermaye idi. Finansal serbestleşmeye konu olan sermaye, kısa vadeli idi. Portföy yatırımları, üretim kapasitelerinin yaratıldığı ve doğrudan yatırım olarak adlandırılan uzun vadeli yabancı sermaye değildi.

Finansal serbestleşme ile ilgili çok sayıda bilimsel makale üretildi ve GOÜ’ler üzerindeki etkileri analiz edildi. Kısa vadeli sermayenin GOÜ’lere hızlı giriş ve çıkışlarının yüksek oynaklığa neden olabildiği tespit edildi. GOÜ’lerde fiziki sermayenin ve nitelikli insan kaynağının yetersizliği, bu sermayenin verimli kullanılamamasına da yol açıyordu. Kısa vadeli sermaye, uzun vadeli fiziki yatırımları finanse edemeyeceği için, bazı GOÜ’lerde tüketimin finanse edilmesine neden oldu. Kısa vadeli sermaye ile uzun vadeli yatırımları finanse etmeyi tercih edenler için çok yüksek riskler söz konusuydu. Bu ülkelerde, ekonomi dışında oluşabilen riskler de kısa vadeli sermayenin bir anda o ülkeden çıkmasına yol açabiliyordu. Dolayısıyla, uzun vadeli yatırımların kısa vadeli sermaye ile finansmanı, kısa vadeli sermayeye bağımlı hale gelmek anlamını taşıyordu.

Bu yazı, dış mihraklar olarak adlandırılan kısa vadeli yabancı sermayenin tarihsel süreçte ve küresel boyutta nasıl etkin konuma geldiğini özetlemeyi amaçlamıştır. Ortada böyle bir sorun varken Türkiye neden bir kalkınma projesi üretmiyor?

Bu yazı, dış mihraklar olarak adlandırılan kısa vadeli yabancı sermayenin tarihsel süreçte ve küresel boyutta nasıl etkin konuma geldiğini özetlemeyi amaçlamıştır. Küresel finansal sistemin kendi içinde yarattığı kırılganlıklar 2008’de Büyük Resesyon ile kendini gösterdi. GOÜ’ler üzerinde yarattığı olumsuz etkiler ise birkaç on yıldır gözlemleniyor.

Türkiye de kısa vadeli sermaye bağımlılığına yakalanmış ülkelerden biridir. Uluslararası ilişkiler ülkelerin çıkarları için oluşturdukları stratejilere dayanır.

Ortada küresel boyutlu bir sorun varken ve bu soruna çözüm bulmak gerekiyorken, neden Türkiye bu sorunu çözmek için gerekli ekonomi politikalarını bugüne kadar üretmedi? Neden dış mihraklar söylemine tutunmak tercih ediliyor ve konunun tarihsel ve küresel boyutu ve çözümün ne olduğu seçmene anlatılarak Türkiye için bir kalkınma projesi üretilmiyor?

Neredeyse yirmi yıllık bir iktidarın bir kalkınma projesi üretmeye fazlasıyla zamanı oldu. 2002 ile başlayan dönemin büyüme hikayesi çok büyük ölçüde kısa vadeli sermayeye dayandırıldı ve mevcut iktidar o dönemin ekonomik gelişmelerini bir başarı hikayesi olarak seçmene anlatmayı tercih etti. Yoksa, kısa vadeli yabancı sermaye o tarihlerde dış mihrak değil miydi?

GOÜ statüsünde olup, bu küresel boyutlu sorun karşısında doğru analizler ve tespitler yaparak, akılcı stratejiler geliştirip kalkınma hamlesi yapmış ülkeler de var. Bu konuda, Güldem Atabay’ın aşağıdaki ““Gerçekler-101”: Güney Kore ihracata dayalı dünya devi bir ekonomi nasıl oldu?” başlıklı yazısını okumanızı öneririm.

Eğer ki ülkenin insan sermayesine yatırım yapmıyorsanız, demokrasiyi ve ifade özgürlüğünün gelişmesinden hoşlanmıyorsanız, bilimsel düşünmeyi terk etmişseniz, ekonomide verimi, yenilikçiliği, dönüşümü önceliklendirmiyorsanız, uluslararası ilişkilerde tutarlı ve ülkenin çıkarlarını gözetecek stratejileriniz yoksa, başarısız bir ekonomik tablo karşısında odağı değiştirecek tek nokta kalır: dış mihraklar.

Kaynaklar:

Finansal Serbestleşme ve Gelişmekte Olan Ülkeler (arda-tunca.blogspot.com)

Finansal Serbestleşme: McKinnon-Shaw Yaklaşımı (arda-tunca.blogspot.com)

Finansal Baskılama (Financial Repression) (arda-tunca.blogspot.com)

Bretton Woods: 2. Dünya Savaşı Sonrası Uluslararası Ekonomik Düzen (arda-tunca.blogspot.com)

“Gerçekler-101”: Güney Kore ihracata dayalı dünya devi bir ekonomi nasıl oldu? | PolitikYol Haber Sitesi

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI