Muhafazakâr dönüşüm öncelikle tarihi hakikatlerden kaçmadan tarihi doğru okumak ve konuşlandırmaktan geçmekte. Bunun metodu da önyargısız yeni bir paradigma inşasından geçmekte. Bu konuya kafa yoran alt yapısı olan siyasetçi ve aydınların işleri çok zor. Sorumlulukları da çok yüksek.

1699 Karlofça’dan sonra sürekli toprak kayıpları ve yenilgiler sadece Devleti-ali-Osmaniye’nin yöneticilerini değil kurucu unsurun çekirdeği Sünni-Türk Müslüman halkı da kaygılandırıyordu. Bazı Osmanlı mütefekkirleri, Bernard Lewis’in dediği gibi adeta bugünleri anımsatırcasına gerilemenin nedenini gerçek İslam’dan uzaklaşmak, gece namazlarını ihmal etmek gibi sebeplere de bağlamaktaydı. Ama işin sonun da Osmanlı bürokrasisi, konuyu sadece askeri ve bürokratik reformlara bağlamıştı. Ordu düzeninin değişimi, kıyafetlerin değişmesi ve yüksek borçlarla yeni ateşli silahların alınması süreci başlamıştı. Abdülaziz’in bu meyanda oluşturduğu donanma bir ara dünyada en güçlü ilk beşe girmesine rağmen ekonomik, yönetimsel ve siyasal sebeplerle Abdülhamit döneminde sıralamada on altıya kadar inmişti.

İşte bu koşullarda batı tipi bürokratik reformun ve zihniyetin bizde zirvesini gören İttihat ve Terakki yönetimi en azından İmparatorluğu şanı kaybedilmiş Müslüman topraklarında tekrar genişletebilmek amacıyla, donanmaya borç harç da olsa dahil edebilmek için 1911-13 arası ve 1915 de teslim edilmek üzere Britanya’dan Reşadiye, Sultan Osman ve Fatih Sultan Mehmet adını verdikleri zamanının buharlı teknolojisine haiz yeni gemileri sipariş etmişti. Gemiler çoğunluğu Donanma cemiyeti üzerinden toplanan paralarla finanse edilmişti. Donanma Cemiyeti 1919 yılına kadar halktan bağış, kurban derisi, fitre ve zekât olarak 600 milyon lirayı geçen miktarda para toplamıştı. Cemiyetin ilk gelir kaynaklarından birisini de Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra el konulan şahsi mücevherlerinin satışından gelen 1.710.229 altın lira oluşturmuştu. Ama ne yazık ki bugünkü F 35 sorununa nazire yaparcasına ilgili gemileri İngiltere, bırakın teslim etmeği aldığı parasını dahi Lozan’da dahi geri ödemeyecekti. Halkın, mahallelinin sadece emekleri değil hayalleri çalınmıştı.

Geçenlerde Ulusalcı olarak bilinen Cumhur ittifakı yanlısı popüler bir yazar sosyal medya paylaşımında “kim ne derse desin ülkemiz son imparatorluk 200 yılı dahil hiçbir zaman bölgesinde bugünkü bu kadar etkin ve bahsedilir hale gelememişti” diyordu. Ben de bu paylaşımı mahalleli, değerli, kıt kanaat helalinden geçinmeye çalışan bir dostum ile paylaştığımda derinden bir “Elhamdülillah” çektiğinin hissiyatını ve cevabını sms ile almıştım.

Aslında ulusalcı derin olarak zannedilen yazar haksız da değildi. Soğuk savaş dönemi dış siyaset ve bürokrasi Malkoçoğlu ve Kurtlar vadisi benzer filim ve dizileri dışında mahalleye heyecan vermiyordu. Her ne kadar Cumhuriyet yönetimi, Hatayı ilhak etmiş, II. Dünya savaşı kuyusundan ülkeyi korumuş ve Kıbrıs harekâtını yapmışsa da. Yeni yönetimin artık Libya kıta sahanlığı, Karabağ, K. Suriye ve Irak, Tahıl koridoru gibi hususlarda dost halklara güven düşmanlarımıza korku salan aktif siyaseti vardı. Ve bu yönetimin mahalleye sunduğu SSM yatırımlarıyla da onore eden vazgeçilmez bir yönü de vardı.

Ayrıca muhafazakâr mahalle için bu onuru hiçbir şekilde ülkenin son birkaç yılda düşen uluslararası endeksteki 10 000 doların altına düşen gelir seviyesi, ekonomi olarak G 20 liginden düşmesi, Adalet endeksinde Orta Afrika ligine yakın durması ve benzer birçok konudaki düşündürücü durumu gölgeleyemezdi. Uygur meselesi, Mısır ve İsrail geri dönüşleri ise sadece mahalleliye göre büyük planının sadece taktik dönüşleriydi.

Bir Türk Muhafazakarlığı dönüşür mü yazısında bu giriş sizlere yabancı olmamakla birlikte muhtemelen artık bu girişin resmin bütünü içindeki anlamını görmek isteyebileceğinizi tahmin ediyorum. Bu iki örnek Türk Muhafazakarlığının anlaşılmasındaki iki temel öge olan Mahalle ve Bürokrasinin kendilerini bugün ve düne dair konumlandırma şeklini açmak içindi. Bireysel izlenimim yukarıdaki örnekler, kendini derin devlet diye tanımlayan bir kısım bürokrasi-emeklilerinin ve köylülükten zihniyet olarak dönüşememiş mahallenin, son 200 yılına, doğru ve yanlış yaptıklarına ilişkin sade bir bakıştı.

Geçenlerde Prof. Ersin Kalaycıoğlu hoca ile Türk muhafazakarlığını ağırlıklı tartıştığımız bir YouTube programı yaptık.[1] Türk muhafazakarlığının dönüşebilirliğini tartışabilmek için öncelikle batıda adalet ve refahın dinamosu olan batı muhafazakarlığından farkını koymamız gerekiyordu. Örnek olarak Türk muhafazakarlığının İngiliz muhafazakarlığından ayrıldığı en önemli hususun Türk muhafazakarlığındaki (Türk sağındaki) dönüşemeyen köylülüğü olduğunu değerlendirdik. İngiliz muhafazakarlığının ise temelinde soylu köy aristokrasinin değerlerinin korunması olduğunu konuştuk. Ersin hocaya göre özellikle Britanya’da bu değerlerin oluşturduğu gelenek, ademi merkezi bir yapıyı ayakta tutmakta. Bizde ise gelenekler ne olursa olsun merkezi yapıyı ayakta tutmaya yönelik. II. Mahmut merkezdeki iktidarını ayakta tutabilmek için toprak kaybına (Mora yarımadası) razı olmuş. Bizde iktidar paylaşılabilen veya uzlaşılabilen bir şey değil. Belki de bugünkü bazı derin bürokrasisi süsü veren mafyayı da ön plana çıkaran gurupların adalet, refah, yolsuzluklar veya özgürlüklerden “Beka” uğruna güya verdikleri tavizler böyle okunabilir.

Tabi Kalaycıoğlu bizim mahallenin şu an değerlendirdiğimiz öteki ilişkileri ve vicdani tavır tartışmalarında konuyu 1560’lı yıllarda yaşanan Anadolu’daki Celali isyanlarına kadar götürmekte. Hoca bu isyanların bastırılma yönteminin Anadolu’da adalet duygusunun incinmesiyle büyük yoksulluk ve gayri-ahlaki bir bireyselliğe dönüştüğü görüşünde. Bunun bir başka bir sonucu da Anadolu köylülüğünün kural izlememe konusunda Avrupa köylülüğüne olan zıtlığı. Bunun neticede köylülüğü dönüşememiş bir Türk muhafazakarlığının gerçek bir kentli-görgü kültürüyle de hiçbir zaman dost olamayacağının tespitini de Ersin hoca yapmakta.

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Serbestiyet’e verdiği söyleşide [2]Türk muhafazakarlığının bugününe güncel eleştiriler getirmekte ve acilen dönüşümünün gerekliğinden bahsetmekte. Davutoğlu güncel ile ilişkili eleştirilerinde artık geleneksel muhafazakarlığın-Türk sağının ülkeyi taşıyamayacağından bahsetmekte. Buna “Güç muhafazakarlığı” da demekte. Yazımdaki eleştirileri tamamlarcasına Davutoğlu bugünkü Türk muhafazakarlığının evrensel değerleri kapsayıcı bir niteliğe bürünme gerekliliğinden bahsetmekte. Davutoğlu bugün mevcut olan ilgili anlayışın otorite, özgür irade ve devlet kavramlarının sorgulanması gerektiğinden bahsetmekte. Ayrıca mevcut sağın içindeki örgütlenmiş riyakâr ahlakçılığa dikkat çekmekte. Davutoğlu mahallenin önünde iki yol kaldığını belirtmekte; ya dışlayıcı kimlik kurgusuna dayalı muhafazakarlık veyahut ötekini de kapsayan evrensel değerleri de mezcetmiş bir muhafazakarlık ki bunu Davutoğlu “Çoğulcu muhafazakarlık” olarak da adlandırmakta.

Yazıda ifade ettiğimiz tarihsel örnekler ve uzman analizleri doğrultusunda baktığımızda Türk muhafazakarlığının özündeki sorun dönüşemeyen devlet aklı ve mahallelinin kaygısı içinde yatmakta. Özellikle Sayın Davutoğlu’nun çabalarını burada önemsemekteyim. Ancak muhafazakarlığın tarihsel yüzleşmesini yaparken özellikle o kitleye hitap eden bir siyasetçinin Abdülhamit ve Menderes’in ciddi sevapları yanında hatalarının da ciddi olduğunu anlatması en az Sayın Erdoğan’ın hatalarını mahalleliye anlatmak kadar da zor gözükmekte.

Muhafazakâr dönüşüm öncelikle tarihi hakikatlerden kaçmadan tarihi doğru okumak ve konuşlandırmaktan geçmekte. Bunun metodu da önyargısız yeni bir paradigma inşasından geçmekte. Bu konuya kafa yoran alt yapısı olan siyasetçi ve aydınların işleri çok zor. Sorumlulukları da çok yüksek.

Belki de bu şekilde devlet aklı ve mahalle, evhamlarını izale edebilip kapsayıcı anlamda dönüşmekten korkmayacaktır.

---

[1][2] https://serbestiyet.com/serbestiyet-in-english/ozel-roportaj-ahmet-davutoglu-geleneksel-muhafazakarlik-donemi-artik-kapanmistir-142013/