Cuma, Nisan 19, 2024

Türk dış politikasında erken seçim

Türkiye, Batı ile Rusya arasındaki köprülerin atılmasıyla çok vektörlü dış politikasının sürdürülebilirliğini yitirdiği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalabilir.

Jeopolitik dengelerin yeniden şekillendiği bir dönemde geniş Avrasya bölgesi hızla Ortadoğu’nun yerini almaktadır. Ancak, Ortadoğu’daki mezhep-etnik-ekonomik krizlerin aksine Avrasya’daki gelişmelerin bir medeniyet ve değerler rekabetine evirildiğini önemle vurgulamak gerekmektedir. Demokrasi ve Liberal düşüncenin temsil merkezi Batı ile Otokrasi ve İlliberal (liberal ilkelere karşı) anlayışın kaynağı Doğu’nun uzun zamandır temassız süregelen mücadelesi sürtüşmelerin sürtünmeye başlamasıyla alev alabilir.

Özellikle, küresel boyutta ve yakın çevresinde mutlak hâkimiyetini, cazibesini ve çekim gücünü yitiren Rusya’nın ‘inatçı saldırganlığı’ bu ihtimali daha da kuvvetlendiren bir faktör olarak öne çıkmaktadır. Lâkin, Rusya’nın sert güç ile tekrar tesis etmeye çalıştığı bu üstünlük iddiası ne dünya siyasetinde ne de empoze yolu ile değerlerini dikte etmeye çalıştığı halklar nezdinde bir karşılık bulabilmektedir. Bu durum Kremlin’in kontrolü daha da kaybetmesine ve belki de 21. Yüzyılın en büyük devletlerarası savaşına sebebiyet veren aktör olarak tarih sayfalarında yer alabilmesine neden olabilir.

Türk Dış Politikasının Avrasya’daki bu gelişmelere kayıtsız kalabilmesi mümkün ve rasyonel gözükmemektedir. İdeolojik sebeplerden ötürü geleneksel Türk Dış Politikasının Batı ile olan ilişkilerini ‘Gordion düğümü’ olarak algılayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Putin ile şahsi yakınlaşmasını bu düğümü kesebilecek ‘kılıç’ olarak kullanmayı denemişti. Bu bağlamda reel-politik gerçekler ile yüzleşmek ve strateji değiştirmek zorunda kalan Erdoğan Rusya ile Batı’yı birbirine çarpıştırarak kazanım elde edebilme yolunu seçmişti. Lâkin bu stratejinin hem Rusya hem de Batı nezdinde Türkiye’ye karşı septik yaklaşımları ve güvensizliği derinleştirmesi Erdoğan Dış Politikasının bir başka başarısızlığı olarak öne çıkmıştı. Her iki vektör ile olan ilişkisini ‘kaldıraç’ ve/veya ‘dengeleme’ unsuru olarak kullanmaya çalışan Türkiye, Batı ile Rusya arasındaki köprülerin atılmasıyla çok vektörlü dış politikasının sürdürülebilirliğini yitirdiği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalabilir. Özellikle, Rusya ile olan asimetrik ilişkiler de göz önüne alındığında Ukrayna krizinin Türk Dış Politikasını zorunlu bir ‘erken seçime’ götürebileceği söylenebilir.

KÜRESEL POLİTİKA’ DA KİNETİK MOMENT

Dünya siyasetinde bir enerji birikimi olduğu ve bu birikimin gittikçe infilak noktasına yaklaştığı gözlemlenmektedir. Çift kutuplu dünya düzeninin sona ermesiyle devletlerarası savaşların yerini vesayet savaşlarına bırakması bu anlamda bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Global Hegemon, Bölgesel Hegemon ve Hegemon olma arzusundaki meşru devletlerin birbirlerine ‘üstünlük sağlama’ mücadelesini ‘aracı gruplar’ üzerinden sürdürmesi bu enerji birikiminin sebeplerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Zira 21. Yüzyıl Savaş Çalışmalarının (War Studies) fenomeni haline dönüşen ‘vekil savaşlarının’ en temel argümanı da bunu desteklemektedir. Binaenaleyh, birbirleriyle direkt temastan kaçınan hegemonların sponsorları oldukları vekil gruplar üzerinden yürüttükleri bu mücadele taraflardan hiçbirine kesin ve net bir zafer sağlamamaktadır. Aksine, vesayet savaşlarının uzun, masraflı ve yorucu bir nitelik kazanması uluslararası politikadaki kinetik momentin adım adım Supreme Momente (ölüm anı, son an) evirilmesine zemin hazırlamaktadır.

Gelinen noktada devletlerarası savaş ihtimali kimsenin kategorik olarak reddedemeyeceği bir senaryo haline dönüşmüştür. Özellikle Suriye, Libya, Ukrayna ve Moldova’daki vesayet unsurları üzerinden süregelen çatışmalardan kesin bir netice elde edemeyen Rusya’nın daha büyük riskler almaya hazır bir görüntü çizmesi bu olasılığı oldukça kuvvetlendirmektedir. Rusya’nın dizginleyemediği rövanşist ve irredantist eğilimleri, Kremlin’in ‘diplomasiyi’ savaş önleyici bir enstrümandan ziyade ‘savaş nedeni’ (casus belli) üretebilen bir işlevsellikte kullanmaya çalıştığını göstermektedir.

Vesayet savaşlarının uzun, masraflı ve yorucu bir nitelik kazanması uluslararası politikadaki kinetik momentin adım adım ‘Supreme Momente’ (ölüm anı, son an) evirilmesine zemin hazırlamaktadır.

Özellikle, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı olası askeri bir ‘sahte bayrak’ operasyon senaryolarına fazlaca odaklanıldığı bir dönemde Kremlin’in ‘diplomasi tuzağının’ göz ardı edildiğini vurgulamak gerekir. Diplomasi hattının davetiye yerine tehdit ile açılmış olması gerek Biden-Putin arasında gerçekleşen video-konferanslar gerekse de Rus-ABD heyetlerinin Cenevre’deki görüşmeleri Rus diplomasisinin ‘sahte bayrak’ operasyonu olarak değerlendirilebilir. Bilhassa, Rusya’nın bahisleri ‘NATO genişlemesi resmi olarak durdurulsun’ tarzında müdahili ve ‘kabul edilemez’ talepler listesiyle açmış olması bu durumun net bir göstergesi olarak öne çıkmaktadır. Dahası, Rusya’nın bilinçli, kademeli ve en önemlisi tehditkâr bir söylem çerçevesinde şart koştuğu diğer talepler de Rus diplomasisine atfedilmeye çalışılan işlevsellik hakkında net ipuçları sunmaktadır.

Bunlardan en dikkat çekeninin Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Ryabkov tarafından dile getirilen Venezuela ve Küba’ya orta ve uzun vadeli füze sistemleri yerleştirilebileceğinin tehdidi olduğunu önemle vurgulamak gerekmektedir. İçerik açısından Venezuela ve Küba üzerinden savaşı ABD’nin yakın çevresine sıçratma tehdidi içeren ve ABD’ye kendi evinde ‘Ukrayna’lar yaratma’ şantajını da barındıran bu Soğuk Savaş nostaljisinin ikili görüşmelerdeki bahisleri yükseltmekten başka bir getirisi olmadığı anlaşılmıştır. Buna ek olarak, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov tarafından ABD Dışişleri Bakanı Blinken’a sunulan ‘Bulgaristan ve Romanya’nın NATO’dan çıkartılması ve 1997 sınırlarına geri dönülmesi’ gibi sürreal taleplerin de Rus diplomasisinin girdiği rota hakkında ek veriler sunmuştur.

Geçtiğimiz Kasım ayından itibaren aşamalı olarak tansiyonu artıran Kremlin bütün planlarını Ukrayna krizi özelinde ikincil aktörler olarak gördüğü NATO ve AB gibi kurumları saf dışı bırakarak ABD ile baş başa kalma üzerine kurmuştu. Ancak, Ukrayna ile angajmanlarını artıran, NATO ve AB mekanizmalarını bypass ederek sürece Ukrayna’nın yanında müdahil olan çoğunluğu AB üyesi ülkeler, Kremlin’in planlarını bozmuş gözükmektedir. Dahası, Washington’un Kremlin’in öne sürdüğü grotesk talepleri kategorik olarak reddetmeden diplomasi masasına oturması da Kremlin’in ‘oyun planını’ alt üst etmiş gözükmektedir. En önemlisi de muhtemel bir savaş durumunda sorumluluğun Rusya’ya ait olacağı ve olası Rus saldırısına karşı zamanın silahlanmasına hız verilen Ukrayna’nın lehine işletilebilmiş olunması Batı’nın diplomatik başarısı olarak öne çıkmıştır.

SEMPATİ, ANTİPATİ VE YAYILIM ETKİSİ

Gelinen noktada Rus saldırganlığına karşı direnmeye çalışan Ukrayna gelişmiş dünya ülkelerinin sempatisini, askeri ve finansal desteğini alırken Rusya kendisine yönelik yarattığı antipati ile daha da yalnızlaşmaya devam etmektedir. Öyle ki, söz konusu bu krize müdahil olmak konusunda çekimser gözüken Hollanda, Danimarka, Kanada, İspanya ve İsveç gibi ülkeler de askeri ve finansal yardımlarını açıklayarak Ukrayna’nın yanında yer almaya karar verdiler. Küresel boyutta Ukrayna lehine oluşan bu sempati karşısında Rusya’nın yarattığı antipati hiç şüphesiz ki psikolojik avantajın Kiev tarafına geçmesine zemin hazırlamıştır.

Uluslararası politikada sempati ve antipatinin gücünü hafife almamak gerekmektedir. Özellikle, ‘mağdur’ ve ‘Tiran’ tanımlamaları üzerinden oluşturulabilecek böylesi bir algının dengeleri değiştirebilecek bir potansiyele sahip olabileceğini önemle belirtmek yerinde olabilir. Bilhassa, uzunca bir süredir iç ve dış siyasi konfigürasyonunu Batı Dünyası ve değerlerini Rusya’yı ‘kuşatan’ ve Rusları ‘yok etmek isteyen’ bir düzlem üzerine oturtmaya çalışan Kremlin’e karşı oluşan ‘global antipati’ Rusya açısından oldukça problematik olabilir. Tam da bu sebepten ötürü NATO’nun Ukrayna krizi özelinde bilinçli olarak ayrışık bir görüntü vermesi, Rusya’yı kendisine karşı ‘şeytanlaştırma’ enstrümanından mahrum bırakma taktiğinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Zira NATO üyesi ülkelerin (aynı AB örneğindeki gibi) kendi inisiyatifleriyle Ukrayna’ya askeri desteklerine devam etmesi bu stratejinin bir parçası olabilir.

Gelinen noktada Rus saldırganlığına karşı direnmeye çalışan Ukrayna, gelişmiş dünya ülkelerinin sempatisini, askeri ve finansal desteğini alırken Rusya kendisine yönelik yarattığı antipati ile daha da yalnızlaşmaktadır.

Bu argüman çerçevesinde aşağıdaki gelişmelere göz atmak konuyu daha da aydınlatabilir.

Danimarka Ukrayna’nın savunmasına destek için 22 milyon Euro tutarında bir destek politikası açıklamış;

İngiltere, sayısız sorti yaptırdığı askeri kargo uçaklarıyla Ukrayna’ya başta anti-tank ekipmanları olmak üzere birçok askeri teçhizat ve bir bölük özel Kuvvet birliği konuşlandırmış;

ABD, Ukrayna Silahlı Kuvvetlerine 2021 yılındaki toplam desteğini 450 milyon dolardan 700 milyon dolara çıkartmış;

Kanada, Ukrayna’ya bir bölük Özel Kuvvetler yollamış;

İspanya tam donanımlı iki savaş gemisini Ukrayna’ya destek için Karadeniz’e yolladığını açıklamış;

Baltık 3’lüsü olarak bilinen Litvanya, Estonya ve Letonya ise Ukrayna’ya desteklerini anti-tank Javelin ve hava savunması için Stinger sistemleri gönderimi ile açıklamış; Hollanda ise Almanya’nın vetosunu hiçe sayarak Ukrayna’ya adeti ve içeriği net olarak açıklanmayan askeri yardımda bulunacaklarını beyan etmişlerdir.

Bütün bu gelişmeler Kremlin’in olası bir işgal senaryosunu hayata geçirmesi durumunda Ukrayna’yı Rusya açısından ikinci bir ‘Afganistan’ ve/veya ‘Çeçenistan’a dönüştürme ve dolayısı ile Kremlin’in ödeyeceği bedeli olabildiğince ağırlaştırabilme üzerine odaklanıldığını işaret etmektedir.

Krizin en temel muhataplarından ABD Başkanı Biden ise direkt olarak Putin’i hedef alarak kendisini sıkıştırma politikası uygulamaya çalıştığı gözlemlenmiştir. Geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği bilgilendirme konuşmasında Putin’e bir ‘cesaret sınaması’ yapan Biden ağır teçhizatlar ile donatılmış 100.000 Rus askerini Ukrayna sınırına ‘şov yapmak’ için mi yoksa gerçekten ‘işgal etmek’ için mi konuşlandırıldığı sorusunu sordu. Kameralar önünde Putin’e yöneltilen bu sorunun diplomatik çevirisi ise ‘hodri meydan’ olarak okunabilir.

Peki, bütün bu risklere rağmen Putin’in Ukrayna ısrarı nasıl açıklanabilir?

Özellikle, Rusya gibi uçsuz bucaksız topraklara sahip bir ülkenin Ukrayna aleyhine daha da toprak genişlemesinin ana motivasyon olmadığı tespitiyle başlamak yerinde olabilir. Dolayısı ile Ukrayna üzerinden Batı’ya karşı açılan bu ‘değerler ve medeniyet’ savaşında Putin’in şahsi ihtiraslarına ve endişelerine değinmek aydınlatıcı olabilir.

Versailles antlaşmasının yarattığı sıkıntılar ve akabinde Almanya’nın Lebensraum iddiası ile kaybedilen toprakları geri elde etme hırsı dünyayı tarihin en kanlı savaşına sürükleyen bir süreci başlatmıştı. Rus rövanşizminin temel argümanlarından birisinin de Rusya dışındaki ‘Rusça konuşan toplulukları ve toprakları’ koruma ve bu bölgelere doğru genişleme arzusu içermesi dünya benzer bir sürecin içine sokabilir. Lâkin Putin’in temel endişesi daha derinlerde yatmaktadır.

Rus lider Ukrayna davasından vazgeçmesi durumunda bunun kendisi için negatif bir yayılım etkisi yaratacağının farkında.

Rus lider Ukrayna davasından vazgeçmesi durumunda bunun kendisi için negatif bir yayılım etkisi yaratacağının farkında. Özellikle, askeri güç ile Beyaz Rusya, Kazakistan, Tacikistan ve hatta Suriye’deki halkın çoğunluğuna rağmen ayakta tuttuğu ‘yönetici-egemen sınıfın’ buharlaşabileceğini de hesaba kattığını varsayabiliriz. Dolayısı ile Rusya açısından Ukrayna meselesinin salt olarak toprak genişleme arzusu ve milliyetçi hassasiyetler üzerinden okumak eksik bir yaklaşım olabilir. Putin’in Ukrayna hassasiyetini Rus rublesine tarihi kayıplar yaşatabilecek ekonomik ve Rusya’yı tüm dünyadan izole edebilecek politik yaptırımlara rağmen giriştiği bir ‘ölüm-kalım’ dinamiği üzerinden yaklaşmak daha açıklayıcı olabilir. Bir diğer deyişle, Ukrayna hali hazırda Putin’in ‘son kumarı’ olabilir. Ve Putin de elindeki bütün imkânlarını masaya sürerek ‘rest’ çekmek zorunda kalabilir.

BİFURKASYON VE TARAFGİRLİK

Ukrayna özelinde ve Avrasya genelinde yaşanan bu tehlikeli tırmanışa ek olarak hegemonlar arasındaki kırılmalar, yarılmalar ve tabakalaşmalar günün sonunda Ankara’yı seçim yapmaya zorlayabilecek bir bifurkasyona dönüşebilir. Birkaç ay önce kaleme aldığım bir yazıda Türk Dış Politikasında yaşanabilecek bir kimlik krizinin yakın zamanda Türkiye’yi bir seçim yapmaya zorlayabileceği ihtimalinden bahsetmiştim. Nitekim yaşanan son gelişmeler ışığında Türk Dış Politikasının zorunlu bir erken seçim sürecine girebileceği öne sürülebilir.

İlk olarak, Türk Dış Politikasının öncelikli ilgi alanına giren Kazakistan, Libya, Suriye, Karabağ ve hatta Bosna-Hersek’te Rusya ile karşı karşıya gelindiğini analiz etmek gerekmektedir. Bu durum romantizm ipleri üzerine serilen Türk-Rus ilişkilerini reel-politik karşısında zayıflatmış ancak kopartamamıştı. Lâkin olası bir kopuşun Ukrayna krizinin fiili bir savaşa dönüşmesi ile yaşanabileceğini ileri sürmek çok da gerçek dışı bir görüş olmayabilir.

Ukrayna özelinde ve Avrasya genelinde yaşanan bu tehlikeli tırmanışa ek olarak hegemonlar arasındaki kırılmalar, yarılmalar ve tabakalaşmalar günün sonunda Ankara’yı seçim yapmaya zorlayabilecek bir bifurkasyona dönüşebilir.

Putin-Erdoğan hattında Moskova’nın Suriye, Karabağ ve Libya üzerinden Ankara’ya gösterdiği sınırlı toleransı ve/veya dönemsel alan açmasını Rusya’nın Türkiye’ye göz yumması olarak okumak sağlıklı bir yaklaşım olmayabilir. Bunun en temel sebebinin NATO’nun ikinci en büyük ve Rus sınırlarına en yakın ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetlerini, NATO’dan yasal olarak olmasa bile fiilen ayrıştırabilme stratejisinin bir parçası olarak okumak daha geniş bir bakış açısı sağlayabilir. Zira son 20 senede Rusya ile askeri angajmana girmekten kaçınmayan (Suriye ve Libya) ve Putin’in şahsi tarihinde ‘karizmasını çizen’ tek hadisenin Rus uçağının düşürülmesi olayında Türk Ordusu ile yaşandığını hatırlamak gerekir. Velhasıl, ‘Putinoloji’ çalışmaları, Rus liderin uzun vadeli planlamalar yaptığını ve NATO ile Rusya’nın lehine sonuçlanacak bir mücadelenin sonunda NATO’dan ayrışmış bir Türkiye’yi kendi içinde eritebileceğini mutlaka hesap etmiş olduğunun göz önünde bulundurulmasını tavsiye etmektedir.

Ve Türk Dış Politikasındaki erken seçim sürecinin tam olarak bu noktada başladığını öne sürebiliriz.

Her ne kadar Ankara aleyhine asimetrik bir düzlemde seyretse de Türk-Rus ilişkilerinin ve iş birliğinin stratejik önemi yadsınamaz bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Lâkin Türk-Ukrayna ilişkilerinin artan bir şekilde Ankara’nın lehine evirilmesi, uzun vadede Rusya ile ilişkilerini bile sürklase edebilecek jeopolitik ve askeri fırsatları barındırması Türkiye’nin bir başka seçim yapması gereken yol ayrımı niteliği taşıyabilir.

Uzun vadede Ukrayna’nın Batı yanlısı tercihi de Türkiye’yi seçime zorlayan faktörlerden bir diğeri olarak öne çıkabilir. Zira hali hazırda kopmuş gözüken Rus-Ukrayna hattındaki her iki tarafla da yakın ilişkilere girebilme lüksünün iki aktör arasındaki gerilimin savaşa dönüşme ihtimali ile ortadan kalkabileceği de hesaba katılmalıdır.

Bu noktada Türk-Ukrayna ilişkilerini Ankara açısından daha cazip hale getiren faktörlere de kısaca değinmek faydalı olabilir.

Öncelikle, Rusya’nın Türkiye ile askeri ilişkilerinde teknoloji paylaşımını kategorik olarak reddetmesi ve buna karşılık Kiev’in Ankara’nın en kronik sorunlarından biri olan dizel ve jet motor teknolojisi alanında iş birliği önerisi bunların başında gelmektedir. Bu bağlamda, Türk ve Ukrayna savunma sanayilerinin gün geçtikçe daha çok iç içe geçtiğini de hatırlatalım.

Örneğin, Türkiye’nin yeni nesil insansız hava araçlarından olan Akıncı’nın Ivchenko-Progress AI-450 motorlarının Ukrayna yapımı olduğunu ve buna karşılık Türk üretimi olan ve Akıncı ile entegre bir şekilde kullanılması planlanan SOM füzelerinin en ciddi alıcılarından birinin Ukrayna olduğunu belirtelim. Dahası, ADA-Klas Korvet alımı için Ukrayna’nın Türkiye’ye sipariş verdiği ve gene Türkiye üretimi olan denizaltı alımı için Ankara’nın Kiev ile görüşmelerinin devam ettiği de bir başka önemli faktördür.

Bütün bu gelişmelere ek olarak Türk Dış Politikasını seçime zorlayacak bir başka faktörün de Rusya ve Türkiye arasındaki ‘jeopolitik çıkar uyumsuzluğu’ olduğunu öne sürebiliriz. Bilhassa, Kırım’ın işgal edilmesi ile Karadeniz’deki sahil ve kıta üstünlüğünü Rusya’ya kaptıran Türkiye her ne kadar Kırım’ın ilhakını tanımama politikasını devam ettirse de statükoyu kendi lehine değiştirebilmek için bugüne kadar somut bir girişimde bulunmadı. Lâkin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rus-Ukrayna hattında artan gerilim üzerine inisiyatif alarak tarafları diplomasi masasında bir araya getirme girişiminin Moskova tarafından Ankara’ya prestij kaybetme olarak algılanması ve sıcak karşılanmaması Erdoğan’ı rasyonel çizgiye yaklaştırdığı söylenebilir. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Rusya Kırım’a çöktü’ gibi alışagelmişin dışında sert bir açıklama yapması da bu çerçeveden değerlendirilebilir.

Dış Politikada keskin öngörülerde bulunmak beraberinde sayısız hatayı ve riski doğurabileceği için oldukça tehlike arz edebilir. Ancak, eldeki veriler üzerinden ihtimal taraması yapmak isabetli kararlar verebilmek adına elzem olabilir. İç siyasetteki beklentilerin ‘erken seçim’ ihtimaline odaklandığı bir dönemde yakın çevresindeki gelişmelerin Türk Dış Politikasını zorunlu bir seçime götürebileceği de bu ihtimallerden bir tanesi olarak göz önünde bulundurulabilir.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI