Hayatta kalmak her canlının temel içgüdülerinden birisi ancak işte The Thing’deki Şey için bu içgüdü tersine çevrilmiş bir doğa fenomeni. Çünkü ona hayatta kalmak yetmiyor; o taklit ederek büyüyor. İlk başta bir anda soğuk bir ter basıyor, midem bulanıyor. Önce kusuyorum. Sonra isyan eden vücudum ishal ile cevap vermeye devam ediyor. Şu sıralar özellikle çocuklar arasında salgın hâline gelen bir hastalık, oğlum vasıtasıyla bana da ulaşıyor. Kitap okuyamıyorum, ellerim titriyor. Kemiklerim titremekten ağrıyor, battaniye altına her girdiğimde eşim ateşimin arttığını söyleyerek beni engelliyor. Geriye yapılacak tek bir şey kalıyor. Mümkün mertebe yatıp uzanıp uyumak ve uyanık zamanlarda film izlemek. Böyle durumlarda stokta bir iki film vardır. Hiçbir zaman şaşırtmaz. Genelde eski filmlerdir bunlar. Eski filmler hiçbir zaman hayalkırıklığına uğratmaz, hastalık ve sağlık arasındaki o ince çizgide ateşiniz çıkıp tir tir titrerken, kuytusuna saklanacağınız bir dağ gibidirler. Tanrı biliyor, The Thing kaç kere izlediğim film. Belki de 35-40 kere izlemişimdir. “Seninki de normal değil” diyeceksiniz. Ama bir dinleyin hele; eski filmlerin başka bir özelliği de her izlediğinizde başka bir şey yakalıyor olmanızdır. Aspirin gibidirler. Nasıl Aspirin’in her sene bir özelliği ortaya çıkıyor ise eski filmlerin de böyledir. Özellikle The Thing’in yönetmeni olan John Carpenter filmlerinin. B-tipi filmlerin bu olağanüstü yönetmeni, kendisine haklı bir şöhret kazandıracak filmler yapmıştır. Prince of Darkness, They Live, Escape from New York, Helloween, The Fog başlıca filmlerindendir. Carpenter’ın bir özelliği de filmlerin müziklerinin ana temasını kendisinin yapmasıdır. Carpenter’ın en önemli özelliği ise korku ve gizemi ustalıkla kullandığı filmlerinin alt metinlerinin güçlü ve aynı zamanda gizli mesajlar içeriyor olmasıdır. Özellikle The Thing, Carpenter’ın bu konudaki yeteneğinin şaha kalktığı bir film. Dediğim gibi çok izledim bu filmi. İshal ve bulantı arasında gidip gelen bedenim ve ateş ile bulanan zihnime rağmen, filmin anlatmak istediğini bir kere daha takdir edebildiğimi sanıyorum. Hatta bu sefer geçirdiğim fiziksel rahatsızlıkla daha da iyi anladım. Bir ironi ise bedenimle ilgili bu kadar iğrenç sorunlar yumağının oluştuğu sırada, “body horror” türünün en iyilerinden biri olan The Thing’i (The Fly, Possessor, Scanners, Videodrome gibi bedene dair korku filmleri türünden) izlemiş olmam. Foucault, Kliniğin Doğuşu’nda “belki de insanın neden sağlıklı olduğunu değil niye bu kadar sağlıksız olduğunu sormalıyız” der. İnsan belki de sağlıktan uzaklaştıkça bedeni ile ilgili bazı hakikatlerin farkına varıyor; onun ne kadar kırılgan ne kadar kontrolünden uzak olduğunu fark ediyor. İşte, Antarktika’da bir araştırma istasyonundaki bir grup Amerikalı bilimadamının karşılaştığı musibetleri konu alan film böyle bir alt metni barındırıyor. Bu istasyonda çalışan 12 bilimadamı bir anda kapılarında beliren Norveçli meslektaşlarının helikopterle kovaladığı bir Sibirya kurdu karşılaşıyorlar. Dillerini anlamadığı için Norveçlilerin neden köpeği öldürmek istediğini de anlamıyorlar. Köpek aslında dış uzaydan gelmiş bilinçli bir yaratığın asimile ettiği bir hayvan. Bizim bilimadamları ise film boyunca gizemi çözebilmek için Norveçlilerin istasyonunu ziyaret ediyor, hatta buzulda gömülü bir uzay gemisi de buluyorlar. Ancak “film de burada kopuyor.” Bu yaratık, bu “şey”, Amerikalı ekip içerisindeki insanları da asimile etmeye başlıyor ve ekip içerisinde paranoya hat safhaya ulaşıyor. Bir insanın Şey tarafından asimile edip edilmediğini öğrenmek için ekipteki araştırmacıların kan örneklerinden test yapmak istiyorlar; birisi kan örneklerini yok ediyor. O “birisi” ve o “şey” kim? Bilmiyoruz ve film boyunca da bilmemizin çok önemli olmadığını anlıyoruz. Carpenter, gizemi ve ketumluğu elden bırakmasa da efektlerin açıkça karşımıza çıkardığı Şey figürü, pek çok insanı ve hayvanı asimile edip, taklit edebilen bir yaratığı gösteriyor. Usta özel efekt sanatçısı Stan Winston’ın efektleriyle hayat bulan Şey, ekibin içinde bulunan paranoyayı üst seviyeye çıkaran bir varlık. Kimse onun ne olduğunu bilmiyor ama ne olabileceğini biliyor; bir insan. O, canlı olabilecek her şeyi taklit ediyor. Ama daha da önemlisi insanı, tüm “varlığıyla” taklit ediyor. Hatta belki de yerine geçtiği kişide -şayet bir bilinç kırıntısı kalmışsa- bile taklit edildiği izlenimini uyandırmıyor.
The Thing, bu bağlamda insanın kozmos karşısındaki çaresizliğini ve bu çaresizliğin getirdiği yabancılaşmayı, kahramanların bulunduğu yeri de göz önüne alarak anlatıyor.
Tam bu noktada The Thing ile ilgili pek çok “screen theory” üretilebilir. 12 erkek ve bu 12 erkeğin tehdit altındaki maskülenite ile savaşması ya da hatta filmin başındaki sahnelerden çıkarılabileceği kadarıyla çevreye yabancılaşma. Filmin başındaki bir sahnedeki atık varili, sigaraları buraya atmayın uyarılarını görünce böyle yorumlamak da mümkün. Bunların hepsi elbette bir yorum ve değerli yorumlar. Baş edilemeyen maskülenite, çevre ve saire. Ancak bence film bundan çok daha fazlasını saklıyor. İyi de saklıyor; kozmik yabancılaşma. The Thing, dünyanın unutulmuş bir yerinde, her şeyden uzak, her yere yabancı ve bilinen tüm medeni köşelerin aşinalığından farklı bir yerde, Antarktika’da geçiyor. Antarktika, medeniyetin ve insanlığın filizlenemeyeceği bir yer (eğer daha fazla ısınmazsa). The Thing, bu bağlamda insanın kozmos karşısındaki çaresizliğini ve bu çaresizliğin getirdiği yabancılaşmayı, kahramanların bulunduğu yeri de göz önüne alarak anlatıyor. Tam da bu sebeple The Thing, Lovecraftian bir film. Şey’in ne olduğu ve nasıl davranacağı konusunda hiçbir tahmin yürütülemiyor. O adeta bir polimorf, çoklu bir morfolojisi var. O’nun kim olduğunu bilemiyoruz. Filmde de görüleceği üzere daha önce taklit ettiği varlıkları (köpekler de dahil) da içinde barındırıyor. Bu ise tam da bir body horror filminden beklenen bir dünya kurgusu ve anlatı. Çünkü insan vücudu ile ilgili her anormallik, her anomali bir yabancılaşma duygusunun ya sonucu ya da semptomu oluyor. Şey, adeta bir vagina dentata usulünce bilimadamlarını yiyor, parçalıyor ve onları özenle taklit ediyor. Vücut, içine aldığı şeyi dışarı çıkarak kendisini yineliyor. Bu yinelemenin neticesinde onun sadece ve sadece tek bir şeyi hedeflediği yargısına ulaşıyoruz; hayatta kalmak. Şey, hayatta kalmaya uğraşıyor. Bunu da başarıyla yapıyor. Belli ki binlerce yıldır gömülü olduğu buzuldan hayata döndüğünde ilk işi bulduğu ilk canlı formunu taklit etmek oluyor. Filmde bir sahnede bilimadamlarından birisinin “bu Şey daha önceki gezegenlerde de başka varlıkları taklit etmiş ve sıra buraya gelmiş olabilir” dediğini izliyoruz. Bu bence oldukça gözden kaçan bir replikti. Bilmem kaçıncı izlemeden sonra filmin vurgularından birisinin burada olduğunu anladım. Çünkü işin aslı astarı öyle değil. Yaratık sadece hayatta kalmak istemiyor. Tek bir vücut içerisinde yaşamak varken neden kendisini bu kadar riske atsın? Gömülü olduğu yerden çıkarıldıktan sonra neden bu kadar insana musallat olsun?
Filmin nirengi noktası şu: Doğanın kurallarını hiçe sayan bir yaratık ve yaratık gerçek. Doğaya aykırı bir varlık. Doğanın kabul etmediği bir varlık. Sınırsızca kendisini kopyalayabilen bir yaratık, bir virüs.
Hayatta kalmak her canlının temel içgüdülerinden birisi ancak işte The Thing’deki Şey için bu içgüdü tersine çevrilmiş bir doğa fenomeni. Çünkü ona hayatta kalmak yetmiyor; o taklit ederek büyüyor. Taklit ettiği her bir varlık kendi hücresel morfolojisini çeşitlendiriyor. Filmin kahramanı MacReady’nin de gördüğü gibi onun her bir hücresi aslında onun bir organı oluyor ve MacReady, bu sebeple kanı ısıtılmış telle kızdırarak kimin Şey olup olmadığını anlayabiliyor. İşte bu aslında filmin nirengi noktası. Doğanın kurallarını hiçe sayan bir yaratık ve yaratık gerçek. Doğaya aykırı bir varlık. Doğanın kabul etmediği bir varlık. Sınırsızca kendisini kopyalayabilen bir yaratık, bir virüs. Doğaya aykırı bir varlık, gerçek olabilir mi? İşte bu soruya verilebilecek cevap bizi bambaşka yerlere götürüyor. İşte ben de filmi izleyip hastalıktan titrerken, esasında tarif edilen insan olabilir mi diye kendime soruyorum. Kareli gömleğimi çekiştiriyorum ve Carpenter’ın dehasını hayranlıkla sonuna kadar izliyorum. MacReady’nin dediği gibi: “Buradan kurtulalım ya da kurtulmayalım farketmez, bu Şey’in tekrar donmasına izin veremeyiz. Belki de burada etrafı biraz daha ısıtmalıyız. Buradan canlı çıkamayacağız. Fakat Şey de canlı çıkamayacak.” Ateşim çıktıkça virüsün donmasını istiyorum. Neyse ki filmi izlemememden bu yana bir gün geçti ve iyileşiyorum. Şey’in nasıl canlı çıkamayacağını merak ediyorum.