Perşembe, Mart 28, 2024

‘Yiyin Efendiler Yiyin’: Tevfik Fikret’i Unutmak Mümkün Mü?

Çocukken Nazım’dan ne zaman ‘dört nala gelip, Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan’ dizelerini okusam, steplerden dört nala koşan atların ayak sesleri dolardı kulaklarıma.

Orhan Veli’nin, Özdemir Asaf’ın, Ahmet Arif’in ve daha nice şairin dizelerine aşinaydım. Ama gölgesi bugüne uzanan Namık Kemalleri, Tevfik Fikretleri anlamak, şiirleriyle hemhal olmak çok da kolay değildi. Zor da olsa çocuk da olsan Namık Kemal’in ‘Yok mudur kurtaracak baht-ı kara mâderini’ dizesini okurken memleketi kurtarma haykırışını duymamak mümkün müydü?

Ya Tevfik Fikret? Fikret’in şiirleri taa çocukken yer etti yüreğime. Kim bilir kaç kez okudum ‘Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı yağma sizin, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin’ şiirini. Onun haksızlığa isyanı zaman ve mekândan bağımsız tüm insanlara ulaşan bir çığlıktı.

Tevfik Fikret şiirleriyle dönemini sarsan ve bugüne ulaşan büyük şair. Ama gölgede kalan ressamlığı, öğretmenliği, idareciliği, fikir işçiliği çok bilinmez ne yazık ki.

Özgürlük ve hak arayışının öne çıktığı günümüzde Fikret’i hatırlama zamanı. Zordur anlamak Fikret’i. Tüm yaşamı adalet ve özgürlük arayışı içinde geçmiş bir adam. İlkelerinin ardında kaya gibi sağlam duran Fikret’in, kalbi de bir o kadar kırılgandır. Yanlış işlerden, yanlış kişilerden uzak durur. Haksızlıklara ortak olmamak için çok severek yaptığı işlerden istifa eder ardına bakmadan, Bakanlık teklifini geri çevirir. Eyvallahı olmaz ne paraya ne de mevkiye. İlkeleri adına inzivaya çekilir çoğu kez bir derviş gibi. Aşiyan tepelerinden seslenir gümbür gümbür Köroğlu gibi yapılan haksızlıklara. Sesi olur mazlumların, hakkı yenen insanların. Mevlana’nın ‘ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün’ şiarı Fikret’e uygulandığında, o yazdıkları gibidir, eğilmeyen bükülmeyen.

Fikret’in Özgürlük Arayışı

1867’de İstanbul’da doğar Fikret. Babası Hüseyin Efendi Hariciye Kalemi’nde çalışır, annesi Hatice Hanım sonradan Müslüman olmuş Sakızlı Rum bir aileden gelir. Hac ziyaretinde kolera salgınında ölür annesi. Sonraki yıllarda, mutasarrıf olan babası, saraya jurnallenerek Arabistan’a sürgüne gönderilir. Fikret ve kız kardeşinin bakımını büyükanne üstlenir o dönem. Zor bir çocukluk geçirse de her zaman çalışkan, ne istediğini bilen, edebiyle çevresinde saygı uyandıran bir kişidir hep.

Tevfik Fikret’in gelişiminde ve düşünsel dünyasının zenginleşmesinde o zamanki adı Mekteb-i Sultânî olan Galatasaray’daki eğitim yılları önemli yer tutar. Çalışkan ve disiplinli bir öğrenci olarak Galatasaray Lisesi’ni birincilikle bitirir. Recâizâde Mahmud Ekrem, Muallim Nâci gibi dönemin önde gelen edebiyatçıları Fikret’in öğretmenleridir. Bu hocaların da etkisiyle edebiyata ve özellikle şiire karşı ilgisi artar. İlk şiirleri Tercümân-ı Hakîkat’ta yayınlanan Fikret, 1891’de bir derginin şiir yarışmasında birincilik kazanınca edebiyat çevrelerinde adını duyurur genç yaşta.

Şiirin yanı sıra resim sanatında da yetkindir. Şeker Ahmet Paşa’dan resim dersleri alan Fikret’in betimleme yeteneği güçlenir. Betimlemedeki ustalığı duyguları, kelimelere dökülen görsel bir şölene çevirir. Hatta Türk edebiyatında bir ilk olan ‘Aveng-i Tesâvîr’ eserinde Fuzuli, Nedim, Rıza Tevfik gibi sanatçıların portre şiirlerini yazar. Fikret oto-portre şiirinde de:

Kimseden bir fayda ummam ben, dilenmem kol kanat
Kendi boşluğum, kendi gökkubbemde kendim gezginim,
Bir eğik baş bir boyunduruktan ağırdır boynuma;
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim
’ diye anlatır kendini.

1888’de mezuniyet sonrası Hâriciye Odası’nda katip olarak çalışmaya başlasa da bağımsız karakteri nedeniyle memuriyete ısınamaz. Üstelik, pek bir iş yapmadan maaş almaktan da rahatsız olur. Bürokrasiye uyum sağlayamayan Fikret, bir süre sonra Hariciye’deki görevinden istifa eder. İstifa sonrası okullarda Fransızca ve güzel yazı, hat dersleri verir. O dönem Nâzıme Hanım’la evlenir.

Yaradılış olarak eğitmenliğe yatkın olan Fikret, 1892’de Galatasaray Lisesi’ne Türkçe öğretmeni olarak atanır, öğrencileri ile güçlü bir iletişim kurar.  Aynı anda edebiyat alanında da çalışmalarına devam eder, Ma‘lûmât dergisinde şiirleri, tercümeleri yayınlanır.

1895’te hükümetin memur maaşlarında kesintiye gitmesini protesto eden Fikret, Galatasaray’daki görevinden istifa eder. Müdür, Fikret’in ödenmeyen dört maaş tutarını, veznedarla evine gönderir. Tüm çalışanlara maaşların ödenip ödenmediğini soran Fikret, ‘hayır’ karşılığını alınca ‘beni diğer arkadaşlarımın sıkıntısına ortak olmaktan mahrum etmeyin’ cevabını verir, birikmiş maaşlarını almaz. Yine de kendisine toplu ödeme yapılınca, tüm parayı Göçmenler Komisyonu’na bağışlar. Hak konusunda gösterdiği hassasiyet, kişiliğinin en belirgin özelliğidir hep.

Abdülhamit Dönemi

Tanzimat ruhuyla yetişen, yeni değer yargılarıyla beslenen, yenilikçi ve değişimci bir karaktere sahiptir. 1896’da Servet-i Fünun Dergisi’nin Yazıişleri Müdürlüğü’ne getirilen Fikret yeni bir edebi hareketin başlatılmasına da öncülük eder.

O dönem Abdülhamid’in aydınlar üzerindeki baskısı yoğunlaşır, sansür ve jurnal karabasan gibi çöker. Hürriyet ve eşitlik fikirlerinden beslenen dönemin aydınları, yasakçı ve baskıcı Abdülhamit rejiminde ya işlerini kaybederler ya sürgüne mahkûm olurlar.

Fikret de bu baskılardan nasibini alır bir çok kez. Bir dost evinde Abdülhamid’i eleştiren bir şiirini okuması sonucu gözaltına alınır, evi aranır, söz konusu şiir ele geçmeyince serbest bırakılır. Hatta, Türkçe öğretmenliği yaptığı Robert Koleji’nde bir çaya eşiyle gitmesi bahane edilerek yeniden gözaltına alınır. Bir süre sonra babasının tekrar sürgüne gönderilmesi ve yakın arkadaşlarının tutuklanmaları Fikret’in ülkenin gidişatına ilişkin karamsarlığını derinleştirir.

Despotik rejimden bunalan Fikret ve arkadaşlarının ülkeden uzaklaşma arayışları da ilginçtir. Özgür yaşayabilecekleri bir ülke arayışına girerler. Tesadüf eseri Yeni Zelanda’yı tanıtan bir broşür geçer ellerine. Yeni Zelenda’ya gitmek isteseler de bu hayalleri gerçekleşmez, bir ‘ütopya’ olarak kalır.

İstanbul’dan uzaklaşma arayışı sonuç vermeyince, istibdatı her an ensesinde hisseden Fikret yeniden inzivaya çekilir ve şiire yoğunlaşır. Artık daha çok toplumsal sorunlara ağırlık veren, eleştirel dozu yüksek siyasal içerikli şiirler yazar. Servet-i Fünûn’da çıkan şiirlerini ‘Rübâb-ı Şikeste’ (Kırık Saz) kitabında toplar.

Bu arada bir dizi aile dramı yaşar, kız kardeşi vefat eder önce. 1905’te de 19 yıl sürgünde kalan babasının ölümü Fikret’i derin bir yeise sürükler. Aksaray’da yaşadığı mekândan uzaklaşmak isteyen Fikret, Boğaz sırtlarında adını Aşiyan verdiği, mimari çizimlerini de kendisinin yaptığı evine yerleşir eşi ve oğlu Halûk’la. Bugün Tevfik Fikret Müzesi olan Aşiyan (yuva) onun sadece evi değil, kendi iç yolculuğunun, inzivasının da mekanı olur.

Siyasal gelişmelerin dışında kalsa da yazdığı şiirlerle istibdat rejimine meydan okumaya devam eder. Sis, Sabah Olursa, Târîh-i Kadîm, Mâzî-Âtî ve Bir Lahza-i Teahhur gibi her biri manifesto olan şiirleri elden ele dolaşır.

Bu dönemin şiirleri arasında en çok ses getiren ‘Sis’tir. II. Abdülhamid istibdadının bütün ağırlığıyla hissedildiği İstanbul’u tasvir eder şiirinde. Hafiyelerce gözetlenen evinde kendini özgürlüğü elinden alınmış bir tutsak gibi gören Fikret, Boğaz’daki sis ile siyasal yaşamdaki boğucu havayı şiirde birleştirir. Mutluluğun tablosunu çizemeyince ‘despotizmin’ resmini yapar Fikret şiirde. İstibdat rejimine açıkça meydan okumakla kalmaz, toplumun çürümüşlüğünü, ahlâkî zaaflarını, yönetime boyun eğen zihniyeti de eleştirir, hicveder.

II.Meşrutiyet-ittihat ve Terakki

Abdülhamit’e karşı özgürlük getireceğine inandığı İttihat ve Terakki’yi destekleyen Fikret, II. Meşrutiyet’in ateşli savunucularındandır. Meşrutiyet’in 1908’de ilânı yepyeni bir başlangıçtır, hürriyetperverler için. Meclis’in açılmasıyla kabuğundan çıkan Fikret, ‘Millet Şarkısı’ şiirinde:

Zulmün topu var, güllesi var, Kal’ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır
dizelerini geleceğe umutla kaleme alır.

Özgürlüğe kavuştuklarını düşünerek, Hüseyin Cahit’le Tanin gazetesini yayınlamaya başlar. Hatta, İttihatçılar Fikret’e Maarif Nâzırlığını teklif ederler. Bürokrasiden hazzetmeyen Fikret, Bakan olmaktansa özgürce fikri tartışma yapabileceği gazetede çalışmayı tercih eder.

İttihatçılar’la gelen hürriyet havası da kısa sürer. Yönetimin kısa sürede kanun, hürriyet, adalet gibi kavramları icraatlarıyla ayaklar altına alması Fikret’te bu kez daha derin bir hayal kırıklığına yol açar.

İttihatçılar da tıpkı Abdülhamit gibi basın üzerinde baskıyı arttırır. Hatta Tanin gazetesini İttihatçılar kendi yayın organı yapmak ister. Fikret, çıkardığı gazetenin parti organı olmasına karşı çıkar, 1910’da gazeteden ayrılır.

İttihatçılar sadece düşünce dünyasını tahakküm altına almaz, Trablusgarp Savaşı’nı bahane ederek 1912’de Meclis-i Mebûsan’ı da fesheder. Fikret, bu feshi Abdülhamid’in hicri 1295 yılında ilk Meclis’i kapatmasına benzetir. ‘Doksan Beşe Doğru’ ismini verdiği şiirinde İttihatçıların, Meclis’i kapatarak Abdülhamit gibi hukuksuzluk yaptığını anlatır:

Kanun diye kanun diye kanun tepelendi,
Kanun diyoruz nerde o mescud-u muhayyel’.

Balkan Savaşında yaşanan hezimet, muhalefet partilerinin kapatılması, basının susturulması derin bir hayal kırıklığı yaratır. Millet yoksulluk ve hastalıkla perişan olurken, ülke yönetiminde keyfilik, şahsi ikbal arayışları, devletin kaynaklarının yağmalanması üzerine Fikret, meşhur ‘Han-ı Yağma’ şiirini 1912’de kaleme alır.

Sis’ nasıl Abdülhamit döneminin koyu despotizmini resmetmişse, İttihat dönemini ve yolsuzluklarını da ‘Hân-ı Yağmâ şiirinde resmeder, ağır bir hicivle:

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malini
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini…

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı pür-neva sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!’

Fikret, ayrıca, İttihatçıların öngörüsüz ve hazırlıksız bir şekilde Osmanlıyı I. Dünya Savaşı’na katmasına da karşı çıkar. Cihâd-ı Mukaddes ilân edilerek ülkeyi yok olmanın eşiğine getiren savaşı, ironik bir üslûpla ‘Fetâvâ-yı Şerîfeden Sonra Sancak-ı Şerîf Huzurunda’ adlı şiiri ile eleştirir. 

Galatasaray Lisesi

1909’da daha önce istifa ettiği Galatasaray Lisesi’ne yoğun ısrar üzerine müdür olur. Hayalindeki ideal eğitim sistemi ile ilgili çalışmalar yapar titizlikle.

Ders sürelerini kısaltır, teneffüs zamanlarını arttırır. Çarşamba öğle sonralarını müze, sergi, tiyatro gibi, öğrencinin sanatsal olarak da gelişimine katkıda bulunacak aktivitelere ayırır. Konferans salonu yaptırır, öğrencilerin katılımını, memleket sorunlarını tartışmalarını özendirir. Doktor Adnan Adıvar ile hazırladıkları programda öğrencilerin sağlıklı beslenmesini, sporunu, uyku düzenlerini vs ayrıntılı planlar. Öğrencilerin fiziki dayanıklılığını arttırmak için beden eğitimi dersleri ekler müfredata.

Öğrenciye tartışma kültürünü kazandırması ve eğitim alanında yaptığı diğer yenilikler, muhafazakârların tepkisine neden olur. Aleyhinde kampanyalar başlar; bu, 31 Mart Olayı’nda fiziksel saldırıya dönüşür. Ayaklanan yobazlar okulu yıkmak için Galatasaray’a yürürler. Fikret, ‘Sultani’yi yıkmak için önce beni yıkmak lazımdır’ diyerek okulun önünde bekler, bir söylentiye göre kendini okulun kapısına zincirler. Müdürlüğe başladığında okulu özerk olarak yöneteceği sözü alan Fikret, yeni gelen Maarif Nazır’ın müdahalelerine tepki olarak 1910’da çok sevdiği görevini bırakır.

Mâzî-Âtî İkilemi

Fikret sadece şair değil, geleneksel düşünce kalıplarını kıran bir fikir işçisidir aynı zamanda. ‘Târîh-i Kadîm’ ve ‘Mâzî-Âtî’ şiirlerinde gençliğe, savaşlara, tarihe ve geleceğe ilişkin yaşadığı dönemin çok ötesinde radikal felsefi tartışmaların önünü aralar.

‘Târîh-i Kadîm’de düşmanlık üreten tarih anlayışını reddeder Fikret. Tarih ve tarih anlatımı baştan başa kanlı sahnelerden ve savaşlardan ibarettir ona göre. Savaşlardan ve yıkımlardan ibaret olan ‘mâzi’ Fikret’i cezbetmez. ‘Mâzî-Âtî’ ikileminde Fikret geçmişe takılmaktansa, barış ve adaletin hüküm süreceğini umduğu ‘âti’den, yani gelecekten yanadır. Yaşamın sürekli değişen akışına vurgu yapan Fikret, mâzinin hülyalarına dalmaktansa, toplumu barışa ve refaha ulaştıracak sağlam bir gelecek inşasına inanır.

Gelecek inşasında gençler ve gençlerin eğitimi çok önemlidir. Fikret’e göre ‘zaman din devri değil, devir ilim devri, akıl devri, fen devridir’. Bu bağlamda, gençlerin ilim ve fen tahsil etmelerini, ülkenin yenileşmesinde ve geleceğinde etkin rol almalarını ister. Ona göre, gücün değil, hakkın üstünlüğünü savunan, akıl ve bilimi rehber edinen, insanlar arasında kardeşliğe inanan ideal gençler ancak Osmanlının makus talihini yenebilir. Yaşamında güçlü ahlakçılığı şiar edinen Fikret, şiirlerinde gençliğe yol gösterebilmek için, sevgi, saygı, adalet, merhamet gibi temaları yoğunlukla işler. Hak ve hukuk, çalışkanlık, yurtseverlik gibi erdemler ‘gelecek vizyonu’nun temel taşlarıdır onun için.

Balkan hezimeti onu derinden yaralar. İttihatçıların yanlış politikaları sonucu genç yaşta hayatlarını kaybeden askerler için yazdığı şiirde ‘elbet vatan için ölünür, ama devletin askerini yaşatması, onları yanlış politikalarla ölüme terk etmemesi’ gerektiğini savunur. Yaşamı yücelten Fikret, ölmek kadar yaşamanın da vatan için bir borç olduğunu dile getirecek kadar anti-militaristtir:

Küçük asker, küçük asker!
Vatan senden şefkat ister.

Vatan senden hayat umar,
Sen yaşarsan o canlanır;
Vatan için ölmek de var,
Fakat borcun yaşamaktır…

Bugün bile ifadesi zor düşünceleri açık yüreklilikle ve özgür bir ruhla yazar. Çekinmez. Yerleşik kabullere itiraz eder….

Sis’ten başlayarak şiirlerinde toplumsal eleştiri dozunu sürekli artırması, devrin yöneticilerinin ve muhafazakâr çevrelerin tepkilerine neden olur. Zaten duygusal olarak kırılgan olan Fikret, bu eleştiriler sonucu büyük bir moral çöküntü yaşar, zamanla sağlığı bozulur. Şeker hastası olmasına rağmen, tedaviyi ihmal etmesi sonucu 1915’te âniden yatağa düşer ve çok genç yaşta vefat eder.

Fikret vefat etse de fikri mirası Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını derinden etkiler. Kendisini ‘Fikret dostu’ olarak niteleyen Atatürk Anadolu’ya çıkmadan önce, Aşiyan’ı ziyaret eder. ‘Ben inkılap ruhunu ondan aldım diyen Atatürk Cumhuriyet’i kurarken yaptığı birçok reformda Fikret’ten feyz alır. Fikret’in kendini tasvir ettiği şiirinden ilham alan Atatürk, ‘Öğretmenler, hiçbir zaman aklınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller ister’ demiştir. Fikret ‘Ferdâ’ şiirini nasıl gençliği düşünerek yazmışsa ‘Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’si de aynı ruhla kaleme alınır.

Yaşadığı despotizm Fikret’i ne kadar kırılgan ve karamsar yapsa da ‘Sabah Olursa’ şiirinde dile getirdiği gibi gençlerden de gelecekten de umudunu kesmez. ‘Toprak vatanım, insan soyu ulusum’ diyen Fikret için en yüce değer insandır. Hangi dinden, ırktan, dilden olursa olsun kalbinde sınırlara yer olmayan Fikret, bu topraklarda ‘küresel vicdan’ın da ilk temsilcisidir.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI