Salı, Nisan 23, 2024

Temel Karamollaoğlu’nun anıları üstüne (I)

Nehir söyleşiyi yapan TV5 Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Yılmaz, Karamollaoğlu’nu çok yakın tanıyan bir gazeteci. Bu “yakınlık” bazı sorunlara yol açabilirdi. Son Tanık’ta açtığını söyleyemem.

Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, son yıllardaki söylemleriyle kendi mahallesinin dışında da git gide popülerleşen bir isim. Belki oya yansımıyor ama onun ilkeli tavrı dahil olduğu gruba -ittifaka- büyük bir meşruiyet kazandırıyor. Anılarının çıktığını öğrenince hemen okumaya başladım.

Nehir söyleşiyi yapan TV5 Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Yılmaz, Karamollaoğlu’nu çok yakın tanıyan bir gazeteci. Bu “yakınlık” bazı sorunlara yol açabilirdi. Son Tanık’ta açtığını söyleyemem. Gene de bu anılara dair yazmak istedim, zira Karamollaoğlu bazı söylemleriyle çok ilerdeyken bazen benim gibi kendisini demokrat görmeye çalışan insanları hayal kırıklığına uğratıyor.

Kitabın ruhunu “Necmettin Erbakan’a hayranlık” oluşturuyor. Bunu daha önce misal Bülent Arınç’ın anılarında da görmüştük -o kitabın adı bile Küçük Erbakan. “Ben adını ilk kez orada duydum, kendisini de ilk kez orada gördüm. Ama Allah nasip etti, vefatına kadar da bir daha asla yanından ayrılmadım.”[98] Bir başka yerde hapishane günlerinden bahsediyor: “Orada da en hızlı yürüyenimiz Erbakan Hoca idi. Çok hızlı tur atardı. Zaten ömrümüz Hoca’ya yetişmeye çalışmakla geçti.”[161]

Erbakan’a hayranlık anlaşılabilir ama anıları sorunlu kılan bazı yerler var, onları tartışmak istiyorum. Son Tanık, Karamullaoğlu’nun ailesinden, çocukluğundan başlıyor. Pembe anılar, sevimli anekdotlarla devam ediyor. Örneğin, bir öğretmen maaşı ile kırk koyun alınabildiğini öğreniyoruz.[11-2] Adeta “gitmediğimiz görmediğimiz” o uzak köydeki insanların hayatından kesitler sunuyor bize Karamollaoğlu. Derken, bir dönem CHP senatörlüğü de yapan dayısı Şebib Karamullaoğlu meşhur dolandırıcı Sülün Osman’ı yakalayan ilk polis olduğunu anlatıyor. Malkoçoğulları ile akraba olduklarını söylüyor.[13] Bunlar dediğim gibi sevimli detaylar.

GERÇEK MÜSLÜMAN KİMDİR

Sonra, bir anda “doğrunun mutlak sahibi” edasıyla konuşuyor Karamollaoğlu. Mesela, Mustafa Yılmaz’ın “Anne babanız dindar mıydı?” sorusunu yanıtlarken şöyle diyor: “Tabii o yıllar biraz farklıydı. Hem içki içip hem namaz kılanlar vardı. Hem içki içip hem Kur’an okuyanlar vardı. O yıllarda gerçekten bir gariplik vardı.”[17]

Böylece, Temel Karamollaoğlu ile zıt düştüğümüz ilk bölüme gelmiş oluyorum. Karamollaoğlu, bir insanın hem içki içmesini hem de namaz kılmasını “garip” bulduğunu söylüyor, olabilir, kendi düşüncesidir ama İslam’ın yorumlarından birinin savunucusu olarak ahlak sınırını oraya çekmenin çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Mesela, Kemal Karpat’ın anıları geliyor aklıma: Dağı Delen Irmak. O da bir nehir söyleşiydi. Orada Romanya’da geçen çocukluk günlerini anlatırken babasının hocalık yaptığını, aynı zamanda da bağında yetiştirdiği üzümlerden ürettiği şarabı sattığını söyler. Herhalde Kemal Karpat’ı Müslümanlıktan atmayacağız. Demek ki, en basitinden, Balkanlardaki Müslümanlık ile İç Anadolu’daki Müslümanlığın birbirinden farklı yorumlandığını söyleyebiliriz. Biri için sıradan olan, ötekinin gözüne “gerçekten bir garip” gözüküyor.

Anadolu’daki İslam yorumunun en büyük açmazlarından biri de bu bence. “Acem’in Arap’a, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur” derken, “Cuma’nın esas koşulu özgürlüktür” derken ne kadar özgürlükçüyse, kadınlar, eşcinsellik, içki gibi konularda da ondan katbekat tutucu bir hale bürünüyor. Karamollaoğlu da bu kültürün içinden konuştuğu için özgürlük ve tutuculuk tahterevallisinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyor.

Sene 1953, Temel Karamollaoğlu on iki yaşında. Demokrat Parti iktidara gelmiş. Karamollaoğlu ailesi Malatya Akçadağ’da yaşıyor. Okullar kapanınca ailesi Kuran kursuna göndermiş. Hocanın jandarma gelecek diye ödü koptuğunu söylüyor, öğrencilerden birini dışarda nöbetçi bırakırmış.[18] Kurs hocasının bu tavrı aradaki yirmibeş senelik farka rağmen bana Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sindeki hocayı hatırlatıyor. Oradaki hoca da İstiklal Mahkemesinde yargılandığı için devlet korkusunun ne demek olduğunu bilir, aldığı önlemler ve mecburen takındığı ikiyüzlülük romanın en komik kısımlarını oluştururdu. Jakoben laiklik anlayışının bu insanları böylesine bir korku ikliminde yaşamak zorunda bırakmasının izleri hâlâ hissediliyor. Bu anlaşılabilir, eleştirilmeli de ama Siyasal İslamcılığın da topluma hiçbir bireyselleşme ve özgürlük getirme maksadının olmadığını söylemek zorundayız.

GÜRÜN ERMENİLERİ

Karamollaoğlu anlaşılan müziğe yatkınmış. Kendi kendine mandolin çalmayı öğrenmiş, lisede saz çalmaya başlamış. Ortaokuldayken, org çalmayı da öğrenmiş. Hikâyesi tuhaf: “Gürün’de bir kilise vardı, terkedilmiş bir kilise, Ermenilerden kalma. Babam ortaokulda müdürken ‘Kimse kullanmıyor orada, çürüyüp gitmesin’ diye oradan orgu okula getiriyor.”[19] O gün için son derece sıradan ama bugün bakınca Gürün’deki kilisenin cemaatine ne olduğunu biraz deşmesini bekliyorum Karamollaoğlu’ndan. “Terkedilmiş bir kilise” deyip geçmek kolay ama acaba Ermeniler yaşadıkları yeri, ibadethanelerini “rızaları” ile mi terk ettiler? Kilise orgunun Gürün Ortaokulunda ne işi var? Tam tersi olsa, camilerden birinin halısı Tek Parti döneminde bir okulda kullanılsa yeri göğü inletenler neden denklem böyle kurulduğunda sessizler? Yapılanları zımnen onayladıkları anlamına gelmiyor mu?

Temel Karamollaoğlu gene de Sivaslı Ermenilerin izini sürmekten alıkoyamıyor kendini. “Belki çok bilinmez ama Gürün’ün Ermeni nüfusu da çok kalabalıkmış önceden, hatta Müslüman nüfustan daha fazlaymış. Mesela onların bir kilisesi vardı, sonradan hapishane yaptılar.” Ne gizliyor ne karşı çıkıyor, Karamollaoğlu devam ediyor: “Şimdi kalmadı ama o zamanlar Gürün’de dört yüzden fazla dokuma tezgâhı varmış. Bu tezgâhların çoğu Ermeni vatandaşlara aitti. (…) Sonra yite Köşkerler Çarşısı vardır Gürün’de. Bu deri işi, ayakkabı işi ile uğraşanlara ‘köşker’ denir. Onların da yine çok önemli bir bölümü Ermenilerdi. Marangozlar, demirciler, kuyumcular, terziler, bu tür zanaat işleri genelde Ermenilerdeydi.”

Bu satırlarda da görüleceği üzere Ermeni Kıyımı, büyük bir sermaye transferi getirdi. Hıristiyanların menkul ve gayrimenkul varlıklarına Müslümanlar el koydu. O yüzden de bu konuya girmemek, olabildiğince ütülemek ve asla eşelememek gerekiyor. Temel Karamollaoğlu, eşelemese de bu konulara girmekten geri adım atmıyor.

Gazeteci Mustafa Yılmaz soruyor: “Gürün’ün en zenginleri onlardı öyleyse?”

Sorunun soruluş tarzını tasvip ettiğimi söyleyemeyeceğim. Bu soru daha sorulduğu anda kalabalıkların kanını kaynatmaya başlıyor, hissediyoruz. Ama Karamollaoğlu sağduyuyla yanıtlıyor: “Dönemin en geçerli zanaat işleri onlarda olduğu için ciddi varlıkları, zenginlikleri olan ailelerdi.” Devamında anlattıklarının üstüne gitse belki bambaşka bir Türkiye fotoğrafı çıkacak. “Mesela bizim Gürün’de define avcılığı meşhurdur. Neden? Tabii Ermeniler tehcire yıllarında Gürün’den ayrılırken bir gün döneceğiz umuduyla gittikleri için sahip oldukları altın ve diğer kıymetli eşyaları evlerinin bahçelerine, duvarlarına gömüyorlar.”[23]

Sonra bütün Gürün Ermenilerinin hikâyesi fakir Kemancı Agop’un Müslüman oluğunu söylemesi ve öldükten sonra Müslüman mezarlığına göülmesiyle tatlıya bağlanıyorlar. Böylece, hem Ermenilerin hepsinin zengin olmadığını hem de Müslümanlığın ikna edici üstün gücünü görüyoruz. “Düşünün insanların sarhoşken ‘Çal gâvur!’ dedikleri bir Agop’un cenazesi, Gürün’de kılınan en kalabalık Müslüman cenazesi oluyor, bunda bence ilahi bir hikmet var.”

SERBEST KÜRSÜ VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

Karamollaoğlu, “iki Cumhurbaşkanı çıkaran” meşhur Kayseri Lisesinde okumuş. Büyük imkânsızlıklardan söz ediyor, şartların kötülüğünden, geceleri battaniyenin üstüne kar yağdığından, seksen kişilik koğuşun ortasında sadece bir tane odun sobası olduğundan. Başarılı bir öğrenciymiş, dersler vermiş. Böylece, daha lisedeyken çalışma hayatına atılmış. Mühendisliğe yazılmış. Manchester’da okumuş, dil öğrenmiş. Bazı tesadüfler sonucunda kariyeri tekstil mühendisliğinde ilerlemiş. Orada evlenmiş -eşi daha sonra Ayşe adını alarak Müslümanlığa ihtida edecek. İlk İslami çalışmalarına da orada başlamış. Giderken yanında olmayan ama dönerken kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak taşıdığı bu üç şey -ailesi, mesleği ve İslam için çalışmaları- bugün tanıdığımız Temel Karamollaoğlu olmasını sağlamış.

Anılardan bir yer seçelim. Karamollaoğlu, İngiltere’de üniversite eğitiminde. Gördüğü bir şey var, belli ki çok beğenmiş, aradan geçen altmış küsur sene sonra bu kitapta özlemle hatırlıyor: “Hyde Park, Londra’nın en meşhur ve büyük parklarından biridir. Orada Speakers Corner diye bir yer var “‘konuşmacılar köşesi’ diye tercüme edilebilir ama aslında ‘serbest kürsü’ gibi. Oranın özelliği, bilimsel konuşmalardan en saçma komplo teorilerine kadar her şeyi konuşabileceğiniz bir yer olmasıdır.”[48] Cumartesileri oraya gidip bu konuşmaları dinlermiş Karamollaoğlu. “Yahudi asıllı ama İsrail ve Hıristiyanlık aleyhine ciddi itirazlarda” bulunan birini özellikle beğenirmiş.

Şimdi makarayı bu tarafa saralım. Sultanahmet Meydanının köşesinde böyle bir serbest kürsü olsun ve isteyenler çıkıp özgürce konuşsunlar. Siyasal İslam’ın böyle bir hoşgörüsü var mı? Oysa burada “hoşgörü” gibi hiyerarşik bir terim kullanıyorum. Speakers Corner, bizzat teşvik edilen bir yer. Öyle en saçma komplo teorilerini değil insan haklarına dair temel bazı konuları dinlemeye tahammülü -eşitliği geçtim hiyerarşiye de razıyım- var mı İslamcıların? Hatta Müslüman kalabalıkların? Ateizm savunusunun, evrim teorisinin, kadının cinsel özgürlüğünün, eşcinsellerin haklarının bir parkın ücra köşesinde dinlemese bile konuşulmasına razı kaç kişi var? Temel Bey bu konuda ne düşünüyor? Hadi bunlara var diyelim, İslam’ın kötü bir şey olduğunu söylerse biri? Peygamber diye birinin hiç var olmadığını söylerse? Karikatür çizerse? İçinde hiçbir hakaret, ayrımcılık ya da hedef gösterme barındırmadığı müddetçe ifade özgürlüğünü nereye kadar savunabilir Saadet Partisi? Mesela, Şeytan Ayetleri kitabının Türkiye’de basılamaması için ne düşünüyor? Bu yasakçılığa dair Temel Bey’in, Saadet Partisi’nin hatta genel olarak Türkiye’deki Müslümanların tutumu nedir? Ne olur mesela bu kitap basılsa? Allah’ın bunlarla başedecek gücü yok mu? Onun yasaklamadığını yasaklamak, Müslümanlığı güçlendirir mi yoksa zayıflatır mı? İngiltere’de Kilise’nin altını üstüne getirecek konuşmaları dinlemek Temel Bey’i o günlerde bile hayli mutlu etmiş ama kendisi acaba bu özgürlüğü buraya getirmeye ne kadar teşne?

Demokratlık ile liberallik arasındaki çizgide ben kendimi demokratlardan yana konumlandırdığım için örneğin Charlie Hebdo gibi bir krizde “istemiyorlarsa okumasınlar” yerine “sadece ötekini rahatsız etmek içinse yapma” diyen bir kesime daha yakın hissediyorum. Charlie Hebdo eğer Hazreti Muhammed’in karikatürleri yayınlıyorsa, bununla dalga geçiyorsa ben bunu sevimsiz bulurum, karşı olduğumu belirtirim, elimden geliyorsa eleştiririm, karşısında yazı yazarım vs. Ama tepki maalesef böyle olmuyor.

Macron, bu tartışmada daha liberal bir tavır takınıp Charlie Hebdo’nun bu şekildeki ifade özgürlüğünü savununca, Temel Karamollaoğlu bir açıklama yapmış: “Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un Peygamber Efendimize yönelik ahlak dışı saldırılarını, Charlie Hebdo’nun utanç verici karikatürlerini yansıtmasını anlamak mümkün değil. Bu insanların bütün düşünceleri kin ve nefret üzerine inşa edilmiş. Özellikle Fransızların. (…) Bugün Macron, kendi memleketinde milyonlarca Müslüman olmasına rağmen İslam’a hakaret ediyor. Bunun karşılığını muhakkak görecektir. Kin ve nefret havuzunda boğulacaklar.”

E ne oldu bizim Speakers Corner güzellemelerine? Tabii ki bir şeyi Macron’un söylemesiyle Hyde Park’ın köşesinde söylenmesi bir değil, bunu kabul ediyorum. Ayrıca, Charlie Hebdo’nun provokatif yayınlarını kendi adıma ifade özgürlüğü çerçevesinde de değerlendirmiyorum. Ama Charlie Hebdo’culara verilmesini gereken tepki bu muydu?

Gelelim, şu Şeytan Ayetleri meselesine. Bence turnusol kağıtlarından biri de bu. Bu “şeytan” Hıristiyanlığın olsa, Temel Karamollaoğlu ve arkadaşları meftun bir şekilde dinleyeceklerdi Hyde Park’ta. Yahudiliğin olsa belki daha da sevilecekti. Ama Müslümanların olunca kıyamet kopuyor. Yazarın katledilmesine dair fetva veriliyor. Bugün kendi güvenen, özgüveni yerinde bir İslam anlayışı neden uğraşsın Salman Rushdie’nin bir kitabıyla? Ondan iyisini yazarsın, sanat hudutsuzdur, öyle bir şey yaparsın ki Şeytan Ayetleri artık senin yaptığın o muhteşem ürünle anılır olur. Hiçbir kıymeti harbiyesi kalmaz. Öyle olmuyor ama.

Burada altını çizmeye çalıştığım mesele Şeytan Ayetleri’nin yayımlanması veya yayımlanması değil. Bunun tartışılır olması yeterince sorunlu çünkü özgürlükçülük gibi yasakçılık da bir pakettir ve içinden bir şeyler seçerek bırakamazsınız. Siz Şeytan Ayetleri’ne savaş açtığınızda aslında bazı insanların yaşam biçimlerine savaş açmış oluyorsunuz, diyalektik icabı, onlar da sizin yaşamınıza savaş açıyorlar. İmamları parodiye dönüştüren Jakoben laiklik anlayışı ile “Kadıköy vapurundan inerken kadınların tasvip edilmeyen kıyafetleri” arasında ne gibi bir zihniyet farkı var? Aynı madalyonun iki yüzünden söz ediyoruz. Lafa gelince, “İslam’da zorlama yoktur”, “İslam, güzel ahlaktır” gibi sözler söyleniyor, sonra hiçbir Müslüman bugüne kadar bir Hıristiyan’ın albay ya da vali olmamasına karşı çıkmıyor. Ermeni Kıyımını, Varlık Vergisini, Rumların kovulmasını tartışırken “müesses nizama” karşı çıkan pek Müslüman aydın göremiyoruz. Devlet eliyle ve pogromlarla gerçekleştirilen sermaye transferine ilkesel olarak karşı çıkıyor muyuz? Yoksa Hıristiyanların mallarına çökülmesini içten içe olmuyor muyuz?

ÇATAL-BIÇAK VE ONUR YÜRÜYÜŞÜ

Temel Karamollaoğlu, İngiltere’de bir Türk lokantasına gitmiş. Garsonla çatal-bıçağın nereye konacağı konusunda anlaşamayıp birbirlerine girmişler. “Benim üzüldüğüm şuydu, yani Türk lokantası, Müslüman lokantası diye gidiyorsunuz ama hani tabirimi mazur görün ‘gavurun yapmayacağı bir tavırla’ karşılaşıyorsunuz. Basit bir olay gibi ama bence aslında bir köleleşme zihniyetinin, kendi inancına, kendi değerlerine yabancılaşmanın tezahürüdür bu.”[58]

Karamollaoğlu kendi değer yargılarını savunuyor, çok güzel. Ama işte dönüp dolaşıp zihnimde çengellenen aynı soruya geliyorum: Ya tam tersi olsa? Bu değer yargısı dediğimiz şey ille de Müslümanlık, Hıristiyanlık, Yahudilik falan tarafından oluşmaz, kültür birçok atomdan oluna bir molekül gibidir, bunlar da o atomlardan biridir -kimilerinde baskın bir atomdur. Ama İslam’a inanan eşcinsel bir Müslüman ile Karamollaoğlu’nun değer yargıları muhtemelen pek örtüşmeyecektir. Ama hiç kimseyi inancını yaşama şekli yüzünden yargılayamacağımıza göre o insanı da öyle kabul etmek gerekir. Bütün dünyada yapılan Onur Yürüyüşü, Türkiye’de yasaklandı. Ne kazandı bundan Türkiye? Müslümanlık ne kazandı? Eşcinseller, eşcinsellikten vaz mı geçtiler? Ne oldu? Ben size söyleyeyim, karşı tarafta biriken öfke haricinde koca bir hiç. Bu da İslam’ın saygınlığı yok ediyor. Bugün eğer genç nüfus İslam’dan uzaklaşıp deizme kayıyorsa bunda Müslümanlığı bir baskı unsuru olarak empoze etmeye çalışan kanaat önderlerinin ve siyasetçilerin payı yadsınamaz.

Şu birçoğu petrol zenginliğinden boğulan “Müslüman çoğunluklu” ülkeleri düşünelim. Hangisinde insanca bir yaşam olacağı var? Herkes Batı’ya göçmeye çalışıyor, nedense bir Allah’ın kulu da çıkıp “ben Oman’a göçeyim, orası özgürlükler ülkesi”, “kapağı Ürdün’e attın mı gerisi kolay” demiyor. Türkiye’deki görece en makulü ama Afganistan orada, Arabistan orada, bu çok katı, asık suratlı ve keskin İslam yorumları ile yirmiikinci yüzyıl nasıl geçirilecek?

Çatal-bıçak mevzuuna döneyim. Bir insan özel hayatında canı nasıl istiyorsa öyle yaşasın. İsterse günde on rekat namaz kılsın, kendini dine adasın, kısacası ne yaparsa yapsın. Bizi ilgilendirmez. Ama kamusal alandaki mevcudiyeti -burada sokakta yürümeyi kast etmiyorum tabii- onu birçok zaman “ideolojik kör” olmak zorunda bırakacaktır. Yani, bir market sahibi, inancı gereği eğer içki satmak istemiyorsa satmasın. Ama “içki satılmasın” kampanyası yapmak, başka bir şey. Her işe besmele çekerek başlayabilir ama mahkemeyi besmele çekerek başlatmak başka bir şey. İfrat ile tefrit arasında gidip geldiğimiz yerlerden biri de bu. Muhalefetteyken AİHM ve AB kriterlerini ağzından düşürme, iktidara gelince tümünü yoksay. Muhalefetteyken Batı standardı demokrasinin sözcüsü ol, iktidara gelince Batı’ya düşman kesil. 90’lardan bugüne Siyasal İslam’ın yaşadığı ve yaşattığı da özünde bu değil mi?

NOEL’DE MÜSLÜMANLAR

Manchester’da artık siyasetçiliğin ilk adımlarını atıyor Karamollaoğlu, arkadaşlarıyla bir talebe birliği kuruyorlar. Burada Müslümanların “ezilmiş” ruh halinden bahsediyor. Aslında buna gerek olmadığını, Müslümanların insanlığın ortak bahçesine binbir değerli çiçek ektiğini söylüyor. Erbakan’ın da bunları söyleyerek siyaset sahnesine çıktığını hatırlatıyor. “Müslümanlar gericidir, geri kalmıştır,” diyen zihniyete Erbakan’ın nasıl karşı çıktığını ve “İslam ve İlim” adlı konferanslar verdiğini, çok başarılı bir mühendis olduğunu anlatıyor. “Biz olmasak insanlık da olmazdı” demek ne kadar absürtse “Müslümanlardan hiçbir şey olmaz” demek de o kadar absürt. Ama bu ruh hali, Manchester’da kendilerini ispat etme mecburiyeti hissettiriyor Karamollaoğlu’na. Manchester’daki Müslüman Talebe Cemiyeti şöyle bir etkinlik düzenlemiş, Karamollaoğlu’ndan dinliyoruz: “Hıristiyanlar açısından en kutsal hafta Noel haftasıdır. Hz. İs haftası olarak paneller, konferanslar, sergiler düzenlerler, bunlar halka açık etkinliklerdir. Buralara gittik. Bu etkinliklere bizi özellikle davet ediyorlardı. Ama bu konferanslarda da genelde İslam’n ve Müslümanlığın aleyhinde yaklaşımlar ortaya konuyordu. Biz de katıldığımız bu etkinliklerde İslam’a yönelik gerçek dışı isnatlar olduğunda müdahale etmeye, anında cevap vermeye başladık. (…) Fakat bu arka arkaya birkaç konferansta yaşanınca bizi kovdular. En son etkinlikte bir papaz ‘Siz burayı sabote etmek için geliyorsunuz’ diye karşı çıktı ve ondan sonra bizi bu etkinliklere almamaya başladılar.”[71]

Yani, akıl almaz bir iş de bu. Ramazan’da toplu öğle yemeği yemek gibi diyeceğim ama yok, o da değil, orada kendi başına yersin, burada bir de gidip papazla kavga ediyorsun. Gene de bu satırlar önemli çünkü bize İngiltere’deki Müslümanların altmışlardaki haletiruhiyesini gösteriyor. Biz de varız, biz de sizinle eşitiz, kulaktan duyduğunla yetinme bizi bizden dinle, bizim de değer yargılarımız vardır, en az sizinkiler kadar muteberdir, falan demek istiyorlar. Haklılar da. Gel gör ki, bugün hâlâ Sünni kesimin bir bölümü cemevlerinin ibadethane sayılmaması için ciddi bir mücadele vermekle meşgul.

İKİNCİ BÖLÜM: BÜROKRASİDE TAKUNYALI MÜSLÜMANLAR, MADIMAK KATLİAMI, 12 EYLÜL VE İŞKENCE

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI