Cuma, Nisan 19, 2024

Tekin Bingöl: Çıkış yolu olarak sosyal demokrasi ve CHP

21. Yüzyılın başları, sosyal demokrasinin ve onunla bütünleşmiş olan refah devleti sistemine duyulan derin özlemin depreştiği ve piyasacı sistemin krizinin derinleştiği yüzyıl olarak hatırlanacak. Özellikle son 10 yılda yaşanan ekonomik krizler piyasacı söylemin iddia ettiği gibi sosyal demokrasinin ölmediğini ve küresel krizin antidotunun ancak böyle bir alternatifle mümkün olabileceğini gösterdi. Yunanistan’ın içine girdiği krizden Çipras’ın sol söylemiyle çıkmaya karar vermesi tüm dünyada benzer bir alternatifin mümkün olabileceği tartışmasını başlattı.

Sosyal demokrasi her ne kadar uzun yıllar boyunca liberaller tarafından ağır ve haksız bir biçimde saldırıya uğramış olsa da, aslında batılı demokrasilerin bugün ulaştıkları refah seviyesinde bu prensiplerin büyük bir katkısı var. Geçmişte II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı ekonomik ve sosyal yıkımı tamir edebilmek ve piyasaları canlandırmak adına Avrupalı devletlerin işçi sınıfının haklarını gözeten politikalara ağırlık vermesi sosyal demokrasinin gelişimi adına kuşkusuz heyecan verici bir gelişme olarak yorumlanmıştı. Keynesçi ekonomi politikalarının uygulandığı bu dönemde emekçi sınıflar sendikal haklarının yanı sıra benzer bazı sosyal kazanımların etkisini de olumlu bir biçimde hissettiler. Ancak bu nispeten “mutlu” dönem 1970’lerde Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da, Almanya’da ve pek çok Avrupalı ülkede yaşanan değişim rüzgârlarını 1980’lere taşıyamadı. Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya kadar uzanan askeri darbeler, ABD’nin Sosyalizmi İslami “Yeşil Hat’la” kuşatma politikası sonucu Afganistan örneğiyle başlayan radikalleşme, Petrol Krizi ve benzeri olayların yaşanmasıyla beraber, dünya küreselleşmenin yörüngesine girdi. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak sosyal haklar, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi kavramlar uzun yıllar boyunca rafa kalktı, iktidar sahiplerince bu konular önemini yitirmiş gibi davranıldı.

1980’lerle beraber İngiltere’de Thatcher ve ABD’de Reagan döneminin başlamasıyla neo-liberal siyaset vahşi kapitalizmin damarlarını besledi ve işçi sınıfı uğrunda büyük mücadele verdiği tüm kazanımlarını birer birer kaybetti. 20. Yüzyıl’ın son çeyreğinde refah devleti politikalarının en önemli aktörleri olan ulus-devletler sınır ötesi sermayenin doymak bilmeyen iştahına teslim olunca, önce ekonomik ve sonrasında da kaçınılmaz olarak sosyal kriz sarmalına tutuldular. Devletin sermayeden yana tavrı, işçi ve emekçi sınıfları ile arasına büyük bir mesafe açtı; refah devletiyle özdeşleşmiş olan ve sosyal demokrasiyi savunan partiler de bu kamplaşmadan nasibini aldı ve 90’larla beraber seçimlerde peş peşe yenilgiler aldılar.

1972 yılında Fransız Sol’unun bir araya gelerek yayınladığı ortak program (Programme Commun) çalışma saatlerinin azaltılması, emeklilik yaşının 60 yapılması,  düşük gelirlilere verilen yardımın artırılması gidi unsurlarla çalışan kesime umut vadediyordu. Bu vaatler programı hazırlayanlardan olan Mitterrand’a 1981-1995 yıları arasında kesintisiz bir biçimde Devlet Başkanı olarak görev yapma imkanı verdi. Ancak 1983 yılından itibaren programın kazanımlarından geriye dönüş yapılması, Fransa’da 90’larla beraber sağ partilerin parlamento seçimlerinde başarılı olmalarının önünü açtı. 1970’lerde değişim vadeden siyasetçilerin önemli bir bölümü aradan 10 yıl geçmeden “kemer sıkma” politikalarının savunucusu oldular ve bunun bedelini de oldukça ağır ödediler. Almanya’nın birleşmesinden sonraki ilk genel seçim olan 1990 seçimlerinde Sosyal Demokratlar (SPD), Hristiyan Demokratlar (CDU/CSU) karşısında önemli bir yenilgi aldılar. 1993 Seçimlerinde toplam oyları %30’u bulamayan Fransız Sol Partiler, %43’ü aşan Muhafazakar Partilerin oylarına engel olamadılar ve yenildiler. 1979 seçimlerinde Birleşik Krallık’ta iktidara gelen ve zamanla işçi sınıfının büyük nefretini çeken Muhafazakar Parti’nin (CP) Thatcher dönemi, İngiliz İşçi Partisine (BLP) uzun yıllar seçim başarısı yaşatmadı.

Benzer biçimde Türkiye’de de sol ve işçi sınıfı, 1980 yılında Süleyman Demirel döneminde alınan 30 Ocak Kararlarının ardından gelen 12 Eylül Faşist darbesiyle sarsıldı.  1970’lerde başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun tüm kesimlerinin sesi olan CHP kapatıldı ve Türkiye’de sola dair her unsur baskı ve zulüm altında ezildi. Batılı ekonomilerden farklı olarak askeri darbe yönetimiyle tanışan Türkiye, solun ve sosyal demokrasinin karşısında “Siyasal İslam” söyleminin güçlendirildiği bir düzene teslim edildi. Faşist yönetimin oldu bittiye getirmesiyle halka kabul ettirilen baskıcı 12 Eylül Anayasası işkence ve her türlü şiddeti kullanarak toplumun ilerici unsurlarını ezerken, siyasi boşluktan istifade ederek başa gelen sağ partiler de, sol hareketleri, sosyal demokrasiyi, hak mücadelesini itibarsızlaştırmak için sermayenin ve zenginliğin cazibesini halka adeta zorla kabul ettirdiler. Fakirliğin “işini bilmemenin” bir sonucu olduğu fikrini tüm topluma yaymayı görev edindiler. “Benim memurum işini bilir” zihniyetini çalışan kesime dayatarak, namusuyla çalışan insanın “işini bilmediği” aldatmacası meşrulaştırıldı. Sosyal demokrasinin tüm kazanımları, evrensel değerler, sosyal devletin adaleti sağlama görevi kasıtlı bir biçimde unutturuldu ve toplumun gözünde “fırsatçılığın, göz açıklığın” prim yaptığı kuralsız bir piyasa ekonomisi modeli yüceltildi.

Böylesine gözü dönmüş bir kuralsızlığa teslim olmuş bir siyasete karşı mücadele vermek, yanlışın karşısında ısrarla doğruları savunmak elbette hiç kolay değil. CHP bu mücadeleyi vermek için toplumun her kesimiyle dayanışma içinde olmak zorunda. Bu amaçla hazırladığı 7 Haziran ve 1 Kasım Seçim Bildirgeleri ve Programları geniş yankı buldu. Sosyal demokrasinin unsurlarını topluma hatırlatan ögeleri barındıran bu programlar iktidar partisi tarafından taklit edildi ve CHP’nin seçim vaatlerini iktidar partisi yerine getirmek mecburiyetinde kaldı. Sadece bu örnek bile toplumun değişime duyduğu özlemi ve asıl ihtiyacının din istismarı değil insanca yaşamak olduğunu gözler önüne seriyor. Şüphesiz CHP bu sosyal demokrat ve evrensel vizyonunu temel olarak Mustafa Kemal’in belirlediği Cumhuriyetin “kurucu” ilkelerinden alıyor. Türkiye Cumhuriyetinin genlerinde olan bu ilkelerin yeni anayasadan çıkarılmak istenmesi, CHP’nin kuruluş ilkelerine yapılan bir saldırıdan öte, yeni düzenin neyi amaçladığının da açık bir kanıtı. Bu ilkeleri sıradan bir “ideoloji”ye indirgemeye çalışan iktidar partisi, ilkelerin aslında Türkiye Cumhuriyetinin temeli olduğunun gayet bilincinde. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılık sadece CHP’nin altı oku değil bu ülkenin kendine özgü sosyal demokrat değerlerinin de temelidir. 12 Eylül faşizminin CHP’yi fiilen kapatarak uygulamaya koyduğu toplumu ahlaken ve fikren çökertme projesini bugün AKP, “siyasi partilerin kapatılmasına karşıyız” söyleminin arkasına saklanarak, ama temel ilkeleri yok etmekten de geri durmayarak yapıyor.

İnsanın insan gibi yaşadığı, doğanın katledilmediği, adil paylaşımın sağlandığı, ailelerin sadaka benzeri “yardımlarla” geçinmek zorunda olmadığı, üretenin karşılığını aldığı, kaliteli bir eğitimin her kesime ulaştırıldığı, kadının ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmediği, köylünün/çiftçinin/emekçinin “sus payı” değil emeğinin karşılığını aldığı bir toplum mümkün. Bunun mümkün olması bir yana, uygulanabilirliği de geçtiğimiz seçimlerin ardından ortaya çıktı; CHP’nin asgari ücret artışı vaadi için “bu parayı nerden bulacaksınız” diye soranlar kendileri yeni hükümeti kurar kurmaz asgari ücrette artışa gittiler. Devlet okullarını öğretmensiz, ödeneksiz bırakanlar, gerici eğitimin bedelini vakıf köşelerinde istismar edilen çocuklara ödetmeye kalktılar. Kadınların sadece anne olmaları ve “en az” 3 çocuk doğurmaları koşuluyla “tam insan” sayılabileceklerini iddia eden hasta zihniyet, büyüklüğüne bakılmaksızın bir akarsu üzerinde en az 3 HES inşa etmeden rahat etmiyor.  Bu vahşi düzene dur diyebilecek tek barışçıl alternatif olarak sosyal demokrasinin yeniden Türkiye’nin gündemine alınması ve çıkış yolunun ancak toplumsal dayanışmayla bulunabileceğinin insanlara anlatılması gerekiyor. 


Madenlerde diri diri gömülmenin kimsenin kaderi olmadığını, etnik ve mezhepsel çatışmanın Türkiye’de kimseye fayda sağlamayacağını, dünyada gerici zihniyetle ileriye gidebilmiş hiçbir medeniyet bulunmadığı, örf ve adetlerimizde kadınların doğurganlıktan bağımsız bir biçimde her zaman ön planda olduğunu, “yolsuzluk” yapanın adının asla “adalet” kelimesiyle yan yana anılamayacağı topluma anlatılmalıdır. Bu amaç uğrunda mücadele vermek ve toplumun farklı kesimlerini aynı çatı altında birleştirmek CHP’nin en önemli görevidir. Dünyada ve Türkiye’de sol/sosyal demokrat partilerin geçmişte yaptığı hatalardan ders çıkarmamız gerekiyor. Doğayı katletmeden, insan ve hayvan haklarına saygılı bir biçimde yaşamak için gerekli olan irade ancak CHP’nin savunduğu evrensel değerlerle hakim kılınabilir. Türkiye’nin sömürü düzeninin insafına terk edilmesine seyirci kalmayacak ve kurtuluşun ancak Sosyal Demokrat bir CHP iktidarıyla mümkün olacağını her fırsatta savunacağız. Bunun ancak toplumsal duyarlılığı yükselterek, ve sadece CHP’nin değil, tüm sivil toplum örgütlerinin, sendika ve meslek odalarının da sürece dahil edilmesi gerekliliğini ısrarla vurgulayarak hep birlikte örgütlenerek başarabiliriz. Bizler örgütlenirken, temel ilke ve değerlerimize sımsıkı sarılarak, bu ilkelerin Türkiye’nin kurtuluşu ve gelişmesi için önemini herkese doğru bir biçimde anlatmalıyız. “Örgütsüz güç, güç değildir” ve örgütlenme de gücünü ilkelerinden almalıdır. Bir amacı ve hedefi olmayan örgütlenmenin başarılı olması mümkün değildir ve CHP Türkiye de bu hedefi gerçekleştirerek herkesi bir araya getirebilecek yegane güçtür.

 

 

 

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER