Şimdi konuştuğumuz bu oluşumlar gerçekten tarikat mıdır? Osmanlı’dan gelen ve Türkiye’ye miras kalan tarikatlar ile bu mahalle arasında kurulan ve ne silsilesi ne de geleneği olan oluşumlar nasıl aynı kabul edilebilir? Tıp fakültesi öğrencisi Enes’in intiharı hepimizi üzdü. Bu yüzden başka bir konu yazamazdım; vicdanım el vermezdi. Hele de inançlı bir insan olarak bu işi kamplaşmadan çözmeye çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de birkaç senedir tasavvuf konusunda eğitim aldığım ve bu konuda akademik kariyerimin ileri bir aşaması olarak çalışmalarımı sürdürdüğüm için söylediklerimin tarihi ve bilimsel bir temeli olduğunu ifade etmek isterim. Şahsi fikirlerimi belirteceğim ama tarikatlar konusunda söylediklerimin tarihi bir temeli var. LAİKLİK? Peşinen söyleyeyim konumum kesinlikle “tarikat yurtları kapatılmasın” değil. Tam tersine bu yaşananlar bize laikliğin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Fakat hangi laiklik? Nasıl bir laiklik? Senelerce başörtülü kızları üniversiteye almayan zihniyet, bu kızları “cumhuriyete tehdit” olarak algılarken, bilfiil bazı İslamcı örgütlerle bağlantısı olan erkekler sırf sakalını kestikleri ve cüppe ve şalvarlarını bir kenara atabildikleri için derslere girebilmişlerdir. Böylece sadece kadınların eğitim hakkı engellenmiş oldu. Üstelik laiklik de korunamadı. Olan yine kadınlara oldu. Bu cenderede kendi hayatını kurmalarının önünde bir basamak olabilecek eğitim hakkı ellerinden gitti. Burada ikna odalarını, “Başörtüsünü kampüste çıkarsan n’olur ki?” tipi soruları tekrar gündeme getirip, bunun üzerinden mağduriyet devşirerek yıllardır bu konudan faydalanan odaklara prim vermek istemiyorum. Fakat şu kadarını söyleyeyim, bunu da kendi mahallem için hatırlatma manasında yazıyorum. İslam’a göre başörtüsü ayetle sabittir. Ayrıca İslam’da Allah ve kanunları her yerde el’an mevcuttur bu sebeple kampüse girince o ayetin geçerliliği kalkmaz. Bu yüzden Hristiyanlıktaki “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” mantığı ne İslamiyette, ne de Yahudilikte geçerlidir. Bu yüzden kızlar başını kampüste açar olay çözülür gibi cahilce yorumları artık yapmayalım. Peki bu durumda laiklik nasıl olacak? Türkiye’de bunun en uygulanabilir yolu kamuda hiçbir dini sembolün kullanılmaması olabilir. Fakat yine iş gelip kadını kamudan uzaklaştırma noktasında düğümleniyor. Yani aynı fikirlere sahip bir erkek kamuda yer alabilirken, kadın yer alamıyor. Benim tek çekincem bu açıkçası. Bence ülkemizdeki sorun, üzerinde dini sembol taşıyan insanların kamuda olması değil, yaptıkları işi bağımsız yapamamalarıdır. En temel soruyu sorayım: Bir hâkimin kanunlardan yana karar vermesi yeterli şart değil mi? Bu zamana kadar alınan tüm haksız kararları hep başında örtüsü olan hakimler mi verdi? Burada bizim halletmemiz gereken daha derin bir etik sorun var. Bunun yanı sıra özel işletmelerde, özel alanlarda bunun serbest olmasını zaten tartışmıyoruz. Bir ara sırf imajları bozulmasın diye başörtülü eleman çalıştırmayan muhafazakâr şirketleri de kendi mahallelerinin bireyleri eleştirsin ama ben de şuraya yazayım da tarihe not düşmüş olayım. Bu konuyu geçmeden benim gönlümden geçenin herkesin her yerde dilediği gibi giyinmesi olduğunu belirtmek isterim.
Osmanlı’da tarikatlar bir gelenektir ama padişahları ve yönetimi ele geçirip canlarının istediğini seçtirip, istediğini yaptırıp, pervasızca suç işleyip buna da iktidarı paravan etmelerine izin verilmemiştir.
TARİKATLAR KAPATILMASIN (MI?) Gelelim tarikat meselesine… Tarikatların ilk olarak ne zaman ortaya çıktığı ve nasıl bir süreçle bugünlere gelindiğine dair detaylara girip bu yazıyı bir tarih yazısına çevirmek istemiyorum. Fakat özetleyerek şunu söyleyebilirim ki, Osmanlı Devleti’nde tarikatlar ilk kuruluş döneminden beri mevcuttur. Ancak ne zaman ki bir karışıklık çıkarırlar, ne zaman siyasette söz söylemeye kalkışırlar, devlet önlerini kesmiştir. Bunun sayısız örneği Osmanlı tarihinde mevcut. Fatih Sultan Mehmet’in bu tip tarikatlarla mücadele ettiği biliniyor. Örneğin kendisinin yakın korumalarının Halveti şeyhi Ali Alaeddin’in müridleri olması ve bunların siyaseten bir gaye güdüyor olmalarının ortaya çıkmasıyla bu tarikat mensuplarının sürgüne gönderildiğini biliyoruz. Daha öncesinde Şeyh Bedreddin isyanı da benzer saiklerle bastırılmıştır. Daha sonraki dönemlerde Bektaşilerin arkasına sığınan yeniçerilerle iktidarın kapışmasını da buna örnek verebiliriz. Sonuçta yeniçerilerin ortadan kaldırılması ve yeni bir ordu teşkil edilmesi de kimsenin devlet iktidarına meydan okumasına izin verilmeyeceğini göstermektedir. Kısaca söylemek gerekirse, Osmanlı’da tarikatlar bir gelenektir ama padişahları ve yönetimi ele geçirip canlarının istediğini seçtirip, istediğini yaptırıp, pervasızca suç işleyip buna da iktidarı paravan etmelerine izin verilmemiştir. Böyle bir gelenek Osmanlı’da da Türk tarihinde de mevcut değildir. TASAVVUF EHLİ KİMDİR? BUNLAR TARİKAT MI? İsmail Hakkı Bursevi tasavvuf ehlinden bahsederken, tasavvuf anlayışının Osmanlı’nın kurulmasını sağladığını ve ayakta kalmasını da yine bu anlayışa borçlu olduğunu vurgulamıştır. Daha açık bir ifadeyle, 72 millete aynı gözle bakmak anlayışı ile Pax Ottomana içeride de sağlanabilmiştir. Osmanlı’da farklı din ve etnisitelerin bunca sene bir arada yaşamasında tasavvuf ehlinin olumlu katkısı yadsınamaz. Cumhuriyet Türkiye’sinde çağdaş vatandaşlık kavramıyla yasalar çerçevesinde haklar ve sorumluluklar belirtilmiştir. Kuşkusuz bu süreçte çok eksiklikler, zorluklar yaşandı ama vatandaşlık kavramının tasavvufun kucaklayıcı anlayışıyla bağdaştırılması bir kültür politikası ile mümkün olabilir. Her şeyi yasaya bağlayarak insan üretemiyorsunuz. Dolayısıyla Türkiye kültüründe var olan bu çoğulcu anlayışı zenginlik olarak değerlendirmelidir. Gelgelelim, şimdi konuştuğumuz bu oluşumlar gerçekten tarikat mıdır? Osmanlı’dan gelen ve Türkiye’ye miras kalan tarikatlar ile bu mahalle arasında kurulan ve ne silsilesi ne de geleneği olan oluşumlar nasıl aynı kabul edilebilir? Böyle bir kabul, yüzyıllık gelenekleri olan ve silsileleri Hz. Muhammed’e, Hz. Ebubekir’e, Hz. Ali’ye dayanan ekolleri zan altında bırakmaktadır. Halihazırda kendilerini bir tarikat gibi sunan bu grupların kapatılması dine ve tasavvufa zarar vermez, tam tersine dinin ve tasavvufun korunması için lazımdır. İnsan manevi bir ihtiyaç içinde olabilen bir varlıktır. Özellikle bizim mahallede “Tarikat nedir canım?” gibi yorumlar insanın gerçeğiyle uyuşmamaktadır. Çünkü bazı insanların böyle bir isteği olmayabilir ama birçok insan bir manevi arayış içindedir ve bir grupla birlikte bir araya gelip dini sohbetlere katılmak, ibadet etmek isteyebilir. Bu da ibadet özgürlüğünün bir boyutudur. Ancak bunu ne idüğü belirsiz, silsilesi ve geleneği olmayan çakma tarikatlarla, bunların başında oturan hiçbir dini eğitimden nasibini almamış sahte şeyhlerin eline bırakırsak, toplumun muhafazakâr kesiminin maneviyatını bitiririz. En büyük zararı kendimize veririz.
Kimse kimseyi inanmaya zorlayamaz. Her insanın kendi aklı ve gönül dünyası var. Eğer Allah isteseydi herkesi imanlı yaratırdı. Buna gücü yeterdi. Enes’i yargılamak kimseye düşmez.
DİYANETİN GÖREVİ Hiç lafı dolandırmaya gerek yok, geçmişten beri bir gelenek halinde gelmiş olan ve tanınan bilinen tarikatların dışında kalan irili ufaklı ve kerameti kendinden menkul oluşumların devlet tarafından acilen kapatılması gerekiyor. Bunun dışında dini olsun olmasın tüm oluşumların da devlet kontrolüne alınması gerekiyor. Özellikle ticari ilişkileri. Zaten mali kontrol olursa, bunların büyük çoğunluğunun amacı hizmet ve irşad olmadığı için kendiliklerinden bu alandan çekileceklerdir. SON OLARAK… Tasavvuf İslam’ın en incelikli, en latif yönüdür. Fakat herkes tarikata girecek diye bir kaide yoktur. İslam’da her Müslümandan beklenen iman ve ibadet şartlarına uymasıdır. Bunun ötesinde bir yaşam şekline merakı olan kişiler için tasavvuf bir yoldur ve mecburi değildir; İslam’ın farzı hiç değildir. Bu yüzden sanki her çocuk bir tarikata üye olmalı veya herkesin bir şeyhi olmalı gibi yalan yanlış bilgileri yaymamak gerekiyor. Son söz, Enes gibi pırıl pırıl bir çocuğumuzu kaybettik. Yunus Emre, “Bir kalp kırsan o kıldığın namaz değil” diyorken, koskoca bir hayat ellerimizden kayıp gitti. Kimse kimseyi inanmaya zorlayamaz. Her insanın kendi aklı ve gönül dünyası var. Eğer Allah isteseydi herkesi imanlı yaratırdı. Buna gücü yeterdi. Enes’i yargılamak kimseye düşmez. Keşke dilediği gibi bir hayat yaşamasına izin verilseydi, belki bu ülke için hizmet edebilir ve tek hizmeti başkalarının hayatını kabusa çevirmek olan insanlardan kat be kat daha makbul biri olurdu. Mekanı cennet olsun.
Editör: TE Bilisim