Perşembe, Nisan 25, 2024

Tarihle göz hizasında konuşmak ya da konuşmamak

Bugün sağcısı-solcusu şehir rantıyla obezleşiyor. Fatih’in emanetinin finans kapitalin metresi olduğu aşikâr. Bu yüzden bence kimse tarihten persona ya da kendi ikballeri için mazi masalları devşirmeye kalkışmasın.

İtiraf edeyim, üniversite yıllarımda Eric Hobsbawm’ı okumak (mutlaka anlamadığım için) zoraki bir meşgaleydi. Marksist tarihçinin kitaplarından sınavda sorumlu olmanın zorunluluğuyla sayfalarını çevirdiğimi ve onun dağarcığında kendimi bulamadığım için kantinden peş peşe aldığım limonlu çayları dün gibi hatırlıyorum.

İngiliz tarihçiyi anma nedenim şimdilerde yeniden elime aldığım Tarih Üzerine adlı kitabında geçen şu cümleler: “Tarihin ideolojik açıdan istismar edilmesinin en yaygın biçimleri, yalanlardan daha çok anakronizme dayanmaktadır.”

Bugün kendi partisini kutsayan, oy verdiği siyasî kurumun bültenlerini (liderlerini?) bir menkıbe ya da aydınlanma reçetesi olarak okuyan hemen herkes -belki de bileisteye- tarih yanılgısına düşüyor.

YAPAY ZEKÂ, MAZİNİN KAVGALARINI DA ÇÖZER Mİ?

Burada başlığı ikiye bölüp, ilk cümlesini tekrar etmem lazım: Tarihle göz hizasında konuşmayı beceremiyoruz. Retinaya ilk çarpan sahne üzerinden ilerleyen bir optik yanılsama bizim geçmişi seyredişimiz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden görüntü sensörü sadece görsel değil, bilişsel hafızamızı da (zavallı kognitif açmaz) ele geçirmiş durumda. Chatgpt’nin yazılım kodları yapay zekânın repertuvarını tahmin edilemez boyutları taşırken; biz hâlâ bugünü mazinin kavgalarıyla çözmeye çalışıyoruz.

Pekâlâ Michel-Rolph Trouillot gibi, ‘tarihten kaçmanın mümkün (veya gerekli) olduğunu iddia etmenin ya aptalların ya da hilekârların işi’ olduğunu düşünüyorum ben de bulunduğum noktadan dünyaya bakınca. Burada anlatmak istediğim husus, geçmişle bugün arasına binlerce farklı sesin girdiğini, şartlardan bağımsız bir tarihin (aşk değil miydi o?) olamayacağını yeniden hatırlatmak.

Benzer konuları yinelememek adına gene PolitikYol için kaleme aldığım “Politik Bir Aparat Olarak Osmanlı Tarihi” ve “Abdülhamid Yaşasa Hangi Partiye Oy Verirdi?” başlıklı yazıları okumanızı rica edeceğim.

CEHAPE ZİHNİYETİNDEN SATILIK MESCİTLER…

Şimdi bağlacın diğer tarafını aşağıya indiriyorum. Bilhassa muhafazakâr (neyin muhafaza edildiği konusunda hiçbir fikrim yok: eşya mı, şehir mi, gelenek mi?) çevrelerin “CHP, camileri ahır yapmıştı” sözü, neredeyse 1961 yılından beri Türkiye’ye hükümet eden Türk sağının sakızıdır.

Abdullah Kıvanç Esen’in Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan TBMM Zabıt Ceridelerine değin geniş bir skalada derleyip, Galatasaray Üniversitesi’nde hazırladığı “Tek Parti Dönemi Cami Kapatma/Satma Uygulamaları” başlıklı yüksek lisans tezini (Fransızcam olmadığı için) Tarih ve Toplum dergisinin on üçüncü sayısından takip etmiştim.

Makalenin dediğine göre, Tek Parti iktidarı camilerin kullanım amacıyla alakalı bir tasnif yapıp, ‘hakiki ihtiyaç’ adını verdikleri hukukî terkibi genelgeye monte ediyor. İmparatorluk zamanında imam efendilerin hayat şartlarının iyileştirilmesi için var olan uygulamanın update edilmiş hâli aslında. Tabii işin öte yandan cami ve mescitlerin satışı gerçeği de söz konusu. Zaten bu hikâyenin başka bir politik malzemeye dönüşeceği tahmin edilseydi, herhâlde İsmet Paşa, Allah’ın evinin önünde bizzat nöbet tutardı.

“TARİHÎ BİR CAMİ AHIR YAPILMIŞ”

Millî Mücadele döneminde yaşanan işgal zamanlarında, kimsesizlikten, bakımsızlıktan dökülen, zamanla gerçekten ahıra (ağıla?) dönüşmüş örnekler mevcut. Bizzat Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Bu Ne İnsafsızlık/Seferihisarda Tarihî Bir Cami Ahır Yapılmış” başlıklı haberin devamını buraya alıntılıyorum: “Seferihisar’ın Hereke Köyü’nde bir cami tahrip edilmiş ve ahır hâline getirilmiştir. Müze müdürü, tahkikat yapmıştır. Verdiği malumata göre, kütüphane ve medresesi vardır. Kütüphanesinden eser kalmamıştır. Evren oğullarından Kasım tarafından inşa ettirilmiştir. Üstündeki Arapça yazıya göre, 641 yıllık olduğu anlaşılmıştır. Osmanlı-Türk stilindedir. Tahribata rağmen, geriye kalan kısmı muhafaza edilirse kıymettir.”

SULTAN HAMİD OKULLARINDAN MEZUN LAİK SUBAYLAR!

Şunu da belirteyim: Sultan Hamid’in okullarından yetişen Osmanlı subaylarının yani Cumhuriyet’i kuran kadroların kahir ekseriyeti ‘pozitivist’ bir anlayışa sahip. Bu, II. Abdülhamid devrinde salt laik eğitim müfredatı uygulanıyordu demek değil elbette, kök neden 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra açılan mekteplerin laik perspektifi.

İlber Ortaylı, Tanzimat’tan sonra kurumlarda laikleşme başlangıcını, 1928’de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na laikliğin ilk olarak girmesini bu gelişmelerin bir sonucu olarak okur. (Siz de bu süreci okumak isterseniz İlber Hoca’nın “Osmanlı Devleti’nde Laiklik Hareketleri Üzerine” adlı makalesine bakabilirsiniz.)

Eric Hobsbawm’a söz verip gidiyorum: “Geçmiş, övünülecek fazla bir şeye sahip olmayan şimdiki zamana şerefli bir arkaplan sunar.”

Laiklik ilkesinin neden bu denli tavizsiz bir şekilde uygulandığı meselesinin günümüzden geriye bakıldığında bir şartı yok, kendi gerçekliğinde bir meşruiyeti var, dedikten sonra bu bahsi uzamasın diye kapatıyorum. Bu arada İnönü’nün Başvekil olduğu demlerde asar-ı atikanın korunmasıyla alakalı kaydettiği emirleri, başka bir yazıda kullanmayı düşünüyorum.

Ama, İsmet Paşa’yı anmışken İnönü Vakfı’nın hazırladığı “Cumhuriyet, İsmet İnönü ve Camiler 1923-1973” başlıklı yazıdaki detayları araya sıkıştıralım: Aynı CeHaPe zihniyeti, cami tamirleri için 1 milyon liralık ek bütçe ayırıyor, mabetlerin gelişigüzel onarılmaması adına ‘fenni şartname’ hazırlıyor falan. Buna rağmen genel algının, jakoben Cumhuriyet elitlerin ulus-devlet politikalarını tahkim etmek adına seküler bir umacı oldukları inancı üzerine kurulu olduğunu kaydedelim.

HAZRETİ PEYGAMBER’İN SANCAĞINI İSMET PAŞA TAŞIYOR

Sanal bariyerlerin aşılması adına bir Hollywood senaryosu olacak şu örneği vermem gerekiyor: II. Dünya Savaşı (1939-1945) yıllarında İsmet Paşa, ‘düşman’ın dinî yerleri bombalaması ihtimaline karşı Topkapı Sarayı’ndaki padişah tahtları, Hazreti Muhammed’in sancağı, Hazreti Osman’ın Kuran’ı Kerim’i gibi kutsal emanetleri, yine Gazi’nin Samsun’da çıktığı tahta iskele gibi hatıraları ve başka önemli eserleri 48 vagona yükletip, Niğde’ye gönderir.

Bu değerli eşyaları korumak için Topkapı Sarayı İkinci Müdürü Lütfü Turanbek başkanlığında 30 görevli, aileleri ve çocuklarıyla birlikte Niğde’ye taşınır. Söz konusu eşyalar, Niğde’deki Ak Medrese, Sarı Han ve Ulukışla’da taksim edilir ve etrafına nöbetçi askerler yerleştirilir. Nitekim savaş biter, eserler 1947’de eski yerlerine avdet eder. Fakat Millî Mücadele’nin kahramanlarından İsmet Paşa’nın ‘asker kaçağı’ olduğu yalanını yayanlar için yeni mit çoktan üretilmiştir bile: “İsmet Paşa, Niğde’deki camilerin kapısına asker koyup halkı içeri sokmadı!”

CAMİ YIKAN İSLAM KAHRAMANI!

14 Mayıs 1950 tarihinde 27 yıllık CHP iktidarını bitirip, yüzde 53’le erki devralan Demokratların muktedir oldukları zamanlarda neler yaptıklarına bakıp, yazıyı toparlayalım: Beyaz İhtilal neticesinde (10 sene sonra da Ak Devrim olacak) 408 milletvekilini omuzlayan Adnan Menderes, 1932’den beri yürürlükte olan Türkçe ezanı yeniden aslî sesi ve rengiyle minarelere asar. Başvekil’in bu hem itikadî hem siyasî tavrı, sadece halkı değil, hâliyle cemaat ve tarikat ileri gelenlerini de memnun eder. 27 Mayıs Askerî Müdahalesi’nden sonra Yassıada yargılamalarındaki tutanaklara geçtiği üzere özel hayatı epey renkli geçmiş bulunan Menderes, ‘İslam Kahramanı’ olarak taltif edilir.

Münevver Ayaşlı’nın şu sözlerine iştirak ediyorum: “Zavallı Menderes’te, şehircilik bilgisi nerede? Üstelik İstanbul sevgisi de yok. İstanbul’u hiç tanımayan, hissetmeyen küçük bir taşralı.”

Buradan bir başka akademik sunuma gidelim: Işıl Tuna’nın “1950-1960 Yılları Arasında İstanbul’da Kentleşme ve İmar Faaliyetlerine Genel Bakış” adlı yazısında geçtiği üzere sadece 1956-1957 yılında Vatan ve Millet Caddelerinin kesiştiği bölgede, 54 tarihî bina istimlak edilir. Birkaçını sıralayalım: Oruç Gazi İsmail Ağa Mescidi, Camcılar Camii ve çeşmeleri, Şirmerd Cami ve çeşmeleri, Aksaray Karakolu, Oğlanlar Tekkesi, Tevekkül Hamamı, Muratpaşa Külliyesi ila-ahir…

“ZAVALLI MENDERES’TE, ŞEHİRCİLİK BİLGİSİ NEREDE?

Menderes’in 1956 tarihli imar planı; neredeyse bugünün İstanbul’unu şekillendiren, işin sonunda Anadolu’nun Osmanlı’nın son başkentine doluşmasına sebebiyet vermiş bir hamle. O yüzden Münevver Ayaşlı’nın şu sözlerine iştirak ediyorum: “Zavallı Menderes’te, şehircilik bilgisi nerede? Üstelik İstanbul sevgisi de yok. İstanbul’u hiç tanımayan, hissetmeyen küçük bir taşralı.”

Bugün sağcısı-solcusu şehir rantıyla obezleşiyor. Fatih’in emanetinin finans kapitalin metresi olduğu aşikâr. Bu yüzden bence kimse tarihten persona ya da kendi ikballeri için mazi masalları devşirmeye kalkışmasın. Kaldı ki telaş edilecek bir zemin de yok; çünkü amaca uygun (gaye; kasabalı politikacılar için mal-mülk-makam-mansıp sahibi olmak değil mi?) geçmiş yoksa şayet, yeniden icat ediliyor malum.

Bitirirken; Eric Hobsbawm’a söz verip gidiyorum: “Geçmiş, övünülecek fazla bir şeye sahip olmayan şimdiki zamana şerefli bir arkaplan sunar.”

Herkese iyi seyirler…

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI