Perşembe, Nisan 25, 2024

“Tarihin sonu”ndaki ideoloji –II

Streeck, AB’ye karşı halk öfkesinin, neoliberalizmi herkese dayatan ve böylece kendi kaderinizi belirleme yeteneğinizi kısıtlayan bu “sınırlama/limit”e karşı olduğunu savunuyor.

İslam Özkan’ın Amir Muhsin’den çevirisi

Alman iktisatçı Wolfgang Streeck, Avrupa Birliği’nin neden farklı toplumsal kesimler tarafından giderek daha fazla reddedildiğine ilişkin analizinde, halkın bu kesimlerinin öncelikle “liberalizme” veya “elitlere” karşı oldukları veya kültürel izolasyonu savunan milliyetçi bir saplantıya bağlı oldukları için AB’ye düşman olmadıklarını söyler. Streeck’e göre tüm bu eğilimleri güçlü bir siyasi karaktere büründüren şey, AB’nin kıta Avrupasında halklar için neoliberalizme karşı bir “mekanizma”ya veya bir “koruyucu”ya dönüşmüş olmasıdır. “Geçmişte” diyor Streeck, “birliğin belirli alanlardaki (enerji, kömür, teknoloji vb.) kooperatif kurumları, ülkeleri birleştirmek ve değiştirmek için değil, her Avrupa ülkesindeki ‘ulusal’ kalkınma modellerini desteklemek ve güçlendirmek için kuruldu. Bugün, birliğin örgütsel anlamda birincil işlevi, “üç özgürlüğü” (insanların, malların ve sermayenin serbest dolaşımı) korumak ve herhangi bir ülkenin bunları ihlal etmesini önlemek, kendi şirketlerine tavizler koparmak, belirli bir ülkenin küreselleşmiş pazara entegrasyonunu engellemek ve bağımsız bir para sistemi yaratmaktır.

Bu bağlamda Streeck, neoliberalizm burada, örneğin Fransa veya Macaristan’da siyasi topluluğun ekonomik kaderini kontrol etme girişimlerinin üzerinde bir “çatı” haline geldiğinden, artık “ulusal bir kalkınma modeline” yer olmadığını söylüyor. “Üç özgürlüğe” bağlı olduğunuz ve paranızın değerini, hatta ekonominin sektörlerdeki faiz oranlarını kontrol edemediğiniz sürece, birçok alanda farklı yasalar yapabilirsiniz, ancak “ana konularda” değil. ” Streeck, AB’ye karşı halk öfkesinin, neoliberalizmi herkese dayatan ve böylece kendi kaderinizi belirleme yeteneğinizi kısıtlayan bu “sınırlama/limit”e karşı olduğunu savunuyor. Burada söylemeye gerek yok ki – bir siyaset felsefesi olarak – liberalizm ile bir ekonomik/politik küreselleşme sistemi olarak neoliberalizmi (yani bugün “gerçekten var olduğu şekliyle” liberalizmi) ayırma yönünde bir çalışma olduğunu söylemeye gerek dahi yok. Bu sanki, 1960’larda marksizm ve sosyalizm kavramlarının Sovyetler Birliği ve Çin deneyimlerinden ayrılabileceğini söylemek gibi bir şey.

Geçenlerde, ekonomiyi modernize etmek ve büyümeyi sağlamak için Fransa’da, II. Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi “planlama” ve kamu sektörünün üretimdeki rolüyle ilgili tartışmaların yeniden gündeme oturduğuna ilişkin iyimser bir şekilde konuşan bir Fransız ekonomisti dinliyordum. Ancak sorun şu ki, niyet ve para olsa bile, “plan”ın araçları (“plan”, II. dünya savaşından sonra Fransa’da sanayileşme ve kalkınma sürecine öncülük eden yönetim ve mekanizmayı sembolize ediyor) seksenlerde marjinalleşip ortadan kalkmadan önce (Planlama Bakanlığı vardı ve uygulamada büyük bir otoriteye sahipti) artık mevcut değil ya da Fransa devletinin erişimine açık değil.

“Plan” teşviklerinin ve piyasayı yönlendiren enstrümanların çoğu, eskiden belirli sektörlerde tercihli faiz oranları veya vergilerde, ithalat ve ihracatta ayrıcalıklar (veya hatta üretim sürecine doğrudan devlet müdahalesi) sağlanmasına dairdi. Bütün bunlar bugün Avrupa Birliği ve serbest rekabet yasalarına göre “yasak”.

Burada sunmak istediğim fikir, bugün liberal küreselleşmeyle birlikte Güney halklarının çoğunun durumunun – bir bakıma – AB tarafından kendilerine dayatılan “neoliberal deli gömleği” giymiş ve bundan cidden daralıp rahatsız olan Avrupa halkına benzediği noktasıdır.

Neoliberalizm burada sadece sizi bazı özgürlüklerinizden ve ayrıcalıklarınızdan mahrum bırakan siyasi bir varlığın ve nefret edilen bir üstünlükçü yönetici seçkinin sembolü değildir; aynı zamanda gücün, imparatorluğun, şiddetin, Kuzey’in Güney ülkeleri üzerindeki egemenliğinin ve yaşamları kısa, zor ve ucuz olan halkının çoğunun bu dünyanın daha düşük rütbeli vatandaşlarına dönüşmesinin somutlaşmış halidir.

Gabor Schering adlı bir Macar siyaset bilimci, ülkesi Macaristan’ın görünürde liberal-demokratik bir konsensüsten liberalizme ve değerlerine düşman bir seçim sistemine kaymasının nedenlerini (Demokrasi: Otoriter Kapitalizm ve Macaristan’da Birikim Durumu,” Belgrave, 2020) adlı kitabında ele alıyor. Schering, kısaca, küreselleşmiş kapitalizm çağında siyasi liberalizmin krizinin, tarihsel olarak burjuvazi ile işçiler arasında oluşmuş olan liberal konsensüsün “maddi temeli” kaybetmesi olduğunu söylüyor.

Her ülkede zenginlik, rant ve üretim kaynaklarına sahip insanlar (buna “ulusal sermaye” diyelim) ve bunlara sahip olmayan çoğunluk arasındaki eski “kolay” tasnife alternatif olarak, oyuna yeni bir temel unsur yani ulus-ötesi sermaye girmiştir. Bu da sosyalizmden ayrıldıktan sonra Macaristan gibi ülkelerde en önemli aktör haline gelen ve küreselleşen ekonomiye bağımlı ve marjinal bir şekilde entegre olan tüm ülkelerde olduğu gibi, içindeki sınıf ve siyasi yapıyı derinden değiştiren ulus ötesi sermayedir. Macaristan’ın koşulları farklıdır ve uluslararası sermayenin buradaki rolü, ülkemizdeki rolüne benzemez, ancak Macaristan’ın dersleri, bazı değişikliklerle, toplumumuzdaki birçok fenomeni ve ikilemi açıklamaya uygundur.

Schering’e göre “uluslararası sermaye” modern kapitalist devlette “burjuvazi” ve “işçiler” arasındaki geleneksel ilişkiyi ya da “toplumsal sözleşmeyi” ortadan kaldırıyor. Schering, sınıf kavramının yalnızca gelir sınıfları olmadığını vurgular. Ayda şu kadar dolar alan “orta sınıf” demek, istatistiksel sınıflandırmalar şeklinde ele alınan, “sınıf dışı” bir toplum kavramıdır. Schering’e göre, hem Weber hem de Marx için sınıf kavramı, sınıfın yalnızca kendi toplumu bağlamında diğer sınıflarla ilişkili olarak var olduğu ve sonuçta ortaya çıkan düzenlemenin ne biçim, ne a priori şablon, ne bir sınıflandırma olarak tek bir sistematiğe sahip olmadığı ve bu anlamda “ilişkisel” bir politik kavramdır. Ayrıca objektif ve maddi bir sınıflandırma da değildir (diğer bir deyişle, “Ayrıcalıklı bir insan değilim çünkü ay sonundan önce maaşım bitiyor ve araba taksitini, çocukların eğitim ücretini ve tatil bedelini zar zor ödeyebiliyorum, gelirim beş bin dolardan fazla değil” sözü New York’ta doğru olabilir, ancak Lübnan’da çoğu insanın – doktorlar ve yüksek vasıflı insanlar dahil olmak üzere çoğunun hayal dahi edemediği ama birilerinin şikayet ettiği bir burjuva küstahlığına dönüşüyor.)

Ulus-ötesi sermaye toplumlara girdiğinde, içlerindeki sınıfsal ayrım değişir. Ekonominin bir bölümü döngünün dışında kalır.

Ulus-ötesi sermaye, toplumlara girdiğinde, içlerindeki sınıfsal ayrım değişir. Ekonominin bu sermaye ile iletişim kuracak, yatırımlarından ve uluslararası ilişkilerden yararlanacak bir sektörü varken, ekonominin bir bölümü de bu döngünün dışında kalacak. Macaristan gibi yarı-çevre ülkelerde, ulusal şirketler Apple veya Samsung gibi küreselleşmiş büyük şirketlerin kulübüne üye olmayacak, ancak yerel üreticilerin bir kısmı bu şirketlerin tedarikçisi olacak (örneğin, Renault Doğu Avrupa’daki otomobil fabrikası ve parça ve hizmet sağlayan yerel üreticilerin tüm sektörlerini içeren bir şirket kuracak). Bunlara ek olarak, bu ülkelerde çok yetenekli teknokratlar, mühendisler, uzmanlar ve yöneticiler olacak, bunlar da programlama, tasarım vb. işlevlerle küresel üretim ağlarına girecek.

Uluslararası sermayeye bağlı olan bu sınıf, toplumun geri kalanıyla sürekli bir gerilim ilişkisi içinde olacaktır: uluslararası pazarla daha fazla açıklık ve iletişim isterken, “ulusal” sermaye, korumacılığı tercih eder. Uluslararası şirketler için ucuz yerel emek yoluyla üretim yapanlara gelince, onlar işçi ücretlerini sadece bir “maliyet” olarak görürken, işçiler neoliberalizmden, kemer sıkmadan ve ücret kesintileri için “aşağıya doğru” rekabetten korunmak isterken (üretim azaldığında) döngü ulusal topluluk içinde sınırlıdır, ithal ikamesi politikalarında olduğu gibi “birbirimiz için üretiyoruz.” İşçilerin ücretleri “maliyet” olmakla birlikte aynı zamanda “tüketim” ve taleptir. İnsanlar ek gelirleri ile onları istihdam edenlerin ürünlerini satın alacaklardır. Ancak küreselleşmiş şirket zincirleri için ürettiğinde ve Hindistan ve Endonezya’daki emek pazarıyla rekabet ettiğinde bu bağ artık kalmaz.

Dahası Gabor Schering “uluslararası sermaye”nin kaynaklardan yararlanan seçkinlerin, kozmopolit seçkinlerin ideolojisini ve yaşam biçimini taklit ederek kendi kültürlerini ve yaşam biçimlerini yaratacaklarını açıklıyor. Schering devam ediyor: Bu insanlar, uluslararası sermaye ile ilişkileri aracılığıyla toplumda nüfuz kazanıyor ve kendilerini ülkenin demokratik “kalbi” olarak sunuyorlar (bu nedenle, ister Ukrayna’da ister Irak’ta Batı medyası bir olay ya da kuruma “demokratik” payesini vermek istediğinde bu İnsanlar her zaman ön plandadır. Gazetecilerle buluşurlar, kameralara poz verirler ve popüler bir azınlık olsalar bile halk adına dışarıya hitap ederler.) Bütün bu nedenlerle Schering özellikle ekonomik krizler meydana geldiğinde, Macaristan gibi bir ülkede halk sınıflarının ‘yerel’ burjuvazi ve milliyetçi politikacılarla dayanışmaya girmesi ve bu insanların ve simgeledikleri/temsil ettikleri şeylere nefretleriyle birleşmiş bir çoğunluk oluşturmasının kolay olacağı sonucuna varıyor.

ÇEVRE ÜLKELERDE LİBERALİZM

“Ulus-ötesi sermaye”, ülkemize Doğu Avrupa’ya olduğundan daha az derecede nüfuz etti, ancak rolü kökten farklıydı. Lübnan, Irak ve Ürdün’de uluslararası sermaye, kendini araba fabrikaları, programlama şirketleri ve ara sanayiler aracılığıyla göstermez, ancak siyasete yatırım yapar, medyayı elinde tutar ve çoğu durumda devlet gibi davranır. Bugün herhangi bir Lübnanlı, liyakatı ve “ulusal ekonomi”deki konumu ne olursa olsun, uluslararası sermayeyle (hibelerden finansmana, “yabancı” işler ve maaşlara kadar) temas halinde olmakla bu sermayenin dışında olmak arasındaki fark konusunda Schering’in ne demek istediğini otomatik olarak anlar. Beyrut’ta Birleşmiş Milletler (veya benzeri bir şey) için tercüman olmak, Lübnan ordusunda yolsuzluklara bulaşmamış bir general veya herhangi bir Lübnan üniversitesinde uzman bir profesör veya Lübnan’da mesleğinde çok iyi bir zanaatkar olmaktan her düzeyde daha iyidir. Bu nedenle, “post-ideolojik” dünyada “sınıf” kavramlarının bulanıklaşması gibi, “otorite” kavramı da artık net değildir ve otorite artık devlet aygıtı ve devlet adamları ile sınırlı değildir. Bu nedenle de Lübnan’da siyasi çatışmaların çoğu, özünde “İran işgali” veya “direniş silahı” veya diğer sloganlar üzerinde değil, bu eksende gerçekleşen çatışmalardır.

Buradaki uyum açıktır ve bu nedenle Lübnan’daki Batı ve Körfez sermayesi her zaman aynı pozisyonda durur, aynı savaşları verir ve – farklı ifadelerle de olsa – aynı hedefe sahiptir (örneğin bazıları direnişi silahsızlandırmak ister). Bazıları zorla ve çatışarak bazıları ise hoşgörü ve ikna yoluyla onu silahsızlandırmak ister; (herkes temel konu ve öncüller üzerinde hemfikirdir, yöntem ve taktiklerde farklılık gösterir). Bu aynı zamanda, eski usul “sağ” ve “sol” ayrımının ortadan kalkmasının nedenlerinden biridir. Bugün uluslararası sermayeye bağımlı olan ve onun için “düşmanın saflarında” çalışan bir “sol” var. Lenin bir keresinde sosyalistler arasındaki oportünizm hakkında “burjuvazinin proletarya saflarındaki etkisinin tezahürü” diye yazmıştı. Ve bugün ülkemizdeki pek çok “sol”a, onların ilişkilerine, çıkarlarına ve bağlantılarına baktığınızda, kasıtlı veya kasıtsız olarak Lenin’in açıklamasını temsil ettiklerini görüyorsunuz.

Buradaki mesele, finans-kapitali takip etmek ve ya da onu avlamakla ya da yukarıdaki sınıf tartışmasında olduğu gibi paranın kendi başına “kirli” olmasıyla ilgili değildir. Finans-kapital sorunu, özellikle bu “tür” paranın doğası, elitler ve ülke içindeki sosyal çatışmadaki rolü ile ilgilidir. Bu “uluslararası sermaye”, Lübnan gibi bir ülkede dernekler, planlamacılar, medya ve ondan sadece “destek almayan”, aynı zamanda onun sayesinde var olan, o gittiğinde basitçe ortadan kaybolacak ve yok olacak geniş bir aktivist ve seçkinler grubuyla dev bir sektör yarattı. Bu sermaye, egemenliğin olmadığı bir ülkede olduğumuz için yasalarla kontrol edilmiyor bu yüzden de insanların paranın bol olduğu, kârlı işlere yönelmesi doğal. Anormal olan, bu insanların ulusal meselelerden kendilerini azade görmeleri, temel ideolojik meselelerdeki tutumlarının doğası ve bağlantıları nedeniyle kirlenmemesidir. Lübnan’daki uluslararası sermaye, kelimenin tam anlamıyla seçimlerde aday haline geldi ve adaylar kampanyalarında kendisini seçmesi gereken insanlara değil, ona sponsor olanlara ve ona fon ve güç sağlayanlara hitap ediyor.

Bir “aday”ın insanlara kendini tanıtmak için gittiğini hayal edin, tüm kariyerini onlara karşı koyarak geçirmiş, onlarla – kelimenin tam anlamıyla – her fırsatta savaşmış ve her kim olursa olsun düşmanlarının yanında durmuş, seçmenleri ırkçı kampanyalara ve toplu tehdide maruz kaldıklarında eşi benzeri görülmemiş bir tutumla onlara karşı kışkırtıcı bir tutum takınanlar arasında yer almış. Bugün de onları siyasi olarak temsil etmeyi istemek üzere yanlarına geliyor. Bu kişi ciddi olamaz, ya sizi finansörler nezdinde bir sermaye olarak görüyordur ya da her birimizin geçmişi ve hayatının gizleyemeyeceği veya silemeyeceği durumları olduğunu ve bunların onun aleyhinde tanıklık ettiğinin farkında değildir. O senin kendini tanımladığın gibi değil, seçim konuşmalarına, aile ve atalarının tarihine göre seni tanımlar. Gerçek küstahlık, meslek hayatını “bölgenizin” insanlarını hor görme ve onların düşmanlığını kazanma üzerine kurduktan sonra, kendinizi onlara bir temsilci olarak değil, geleneksel politikacıya “alternatif” olarak sunmaktır, sanki seninle onun arasındaki seçim, “seçim” fikrinin derin anlamı değilmiş gibi.

En nihayet neo-liberalizmin çelişkileri patlak verdiğinde, bu gezegen nüfusunun çoğu için ortak bir deneyim olacak ve hegemonyanın, hegemonyaya çeşitli nedenlerle ve biçimlerde direnen hareketlerin rahminden birçok savaş ve manipülasyonlar çıkacaktır. Bazıları, en az geç liberalizmin kendisi kadar aşırı, baskıcı veya sömürücü olacaktır (ve bunlar, fiilen veya düşüncede imparatorluktan ayrılan herkesi şeytanlaştırmak için kullanılacaktır). Ama öte yandan tarih ilerlerken bunu ahlaki bir plana göre ya da belirlenmiş bir doğrultuda yapmaz. Tarih ve olaylar sadece “olur” ve bizim için yeni olasılıklar ve meydan okumalar açar ve onunla etkileşime geçmek bizim görevimizdir. Bu durumda elimizdeki tek şey, sadece onunla yüzleşmek ve onu zorlamak için değil, aynı zamanda onu anlamak ve aşmak için “hegemonyanın dışında” düşünebilmek ve daha iyi, daha adil ve insancıl alternatifler yaratabilmektir.

*Bu makale, Lübnan’da yayınlanan el Ahbar gazetesinde yayınlanmış orijinal Arapçasından çevrilmiştir.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER