Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Yeni bir düzen arayışı ekonomiden başlar

Söyleşi: Serkan Üstün

Prof. Dr. Bilsay Kuruç’la Türkiye’de yaşanan ekonomik krizi ve çözüm yollarını konuştuk.

Türkiye’nin içinden geçtiği ekonomik kriz süreci ile ilgili,” Türkiye’nin bugün yaklaşık 500 milyar borcunun 300 milyar doları özel sektöre ait. 15 yıl önce bu borç 50 milyar dolardı. Özel sektör git gide açık veriyor. O açığı kapatmak için git gide daha fazla borçlanıyor. Bunun sonunda dünya borcu biraz kıstığı zaman ekonomi krize giriyor. İşte bugün yaşadığımız kriz bu.” yorumunu yapan Kuruç, aynı zamanda siyasette yeni bir enerji yaratmanın gerekliliğini vurguluyor.

1970’li yıllarda CHP Genel Başkanı ve Başbakan Bülent Ecevit’in politikalarının üretim sürecinin sorumluluğunu üstlenen Kuruç, içinden geçtiğimiz sürecin yeni bir düzen arayışı ile çözülebileceğini ve bu yeni düzen arayışının ekonomiden başlayacağını belirtiyor.

  • Türkiye’nin bugün geldiği noktada mevcut ekonomik tabloyu değerlendirelim. Bugüne kadar AKP’nin başarısının ekonomiye borçlu olduğu söylendi. Bugün geldiğimiz noktada ise Türkiye ekonomisi bir krizle karşı karşıya. Türkiye’nin içinden geçtiği tarihsel süreci de ele alarak ekonominin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün Türkiye bir krizde. Bunun bir boyutu ekonomik. Başka boyutları da var. İçinde yaşadığımız ve hissettiğimiz boyut, ekonomik kriz. Türkiye 24 Haziran’dan sonra bir sıfır yılına geldi. Her şeye yeniden başladı. Birçok şey, şu veya bu şekilde yıkıldı. Herkes için yeniden bir şey yapma noktasına geldik. Siyasal iktidar, kendine göre yeniden bir şey yapmaya başladı ama ‘yaptığı şeyler krizi derinleştirdi’ gibi görünüyor. Türkiye’nin siyasal ve toplumsal boyutunda yeni krizler yaratmak üzerine bir şeyler yapıyorlar.

“TÜRKİYE’NİN SERMAYE SINIFI VERGİ VERMEYİ SEVMEZ”

Ekonomik boyut ise şöyle: Türkiye daha önce de krizler yaşadı. Türkiye ekonomisi 1980’den sonra yavaş yavaş kapitalizme kendini adapte etmeye başladı. Kapitalizmi seçti, kapitalizmi sevdi. İsteyerek mi seçti? Hayır. 1980’den sonra zorlanarak girdi bu yola. Sevdi mi? 2000 yılından sonra da kapitalizm zorla Türk halkına sevdirilmeye başlandı. Türkiye kapitalizme böyle bir giriş yaptı. Kapitalizmin krizlerini yaşamaya başladı çünkü kapitalizm dalgalı bir sistemdir, inişleri ve çıkışları vardır. İlk iniş, 1994 kriziydi. Sonra 2000’e geldik, ikinci bir kriz. Bunların özelliği şuydu: Eskiden Türkiye’nin kaynakları yapılan harcamalara göre yetersiz kaldığı ve Türkiye ekonomisine de kamu çeki düzen verdiği için, bunlar kamunun açıklarından kaynaklanan krizlerdi. Kamu beceriksizlikten açık vermiyordu. Yaptığı hizmetlerden açık veriyordu. Kamunun yatırım ajanları vardı. KİT’ler (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) yatırım yaparlardı. Demir-çelikten makinelere, süte ve gübreye kadar yatırım yaparlardı.

Birincisi, kamunun yatırımcı olmasından kaynaklanan açıklardı. İkincisi, kamu yani devlet halka hizmet götürürdü. Parasız eğitim, parasız sağlık, emeklilik… Bu hizmet parayla ölçülemez. Bu hizmetin karşılığında yatırım beklenemez. Bu döviz getirmez ama insan getirir. Bunun karşılığı bir kuşak sonra insandır. Fakat kamu kendini bu harcamalarla yükümlü hissettiği için açık verirdi. Gelirleri harcamalara yetmezdi çünkü Türkiye’nin sermaye sınıfı vergi vermeyi sevmez. Bu nedenle kamunun gelirleri harcamalara göre yetersiz kalırdı ve açık verirdi. 1980’den itibaren dünyanın kapitalizm merkezleri bize ideolojik bir yayın yaparak, “Kamu hep beceriksizdir, açık verir. Kamu ekonomiden çekilsin” dediler. Kenan Evren ve Turgut Özal’la birlikte kamu, ekonomiden çekilmeye başladı. Bu iş aşağı yukarı 20 yıl sürdü. 1980’le 2000 arası bir geçiş dönemidir. AKP ile tam geçiş oldu.

Bizim dışımızda ise şöyle bir dünya oluştu: Kapitalizm yavaş yavaş çıkmaza girdiği için bol bol para basmaya başladı. Dolar bastı ve bunlar bizim gibi ülkelere ulaştı. Türkiye’ye 2000’li yılların başından itibaren kayıtlı 700 milyar dolar para girdi. Bu para imalat sanayini mi ihya etti? Hayır. Bugün bizim imalat sanayimiz dünya imalat sanayisinin yüzde 1’ini üretiyor sadece. 30 yıl önce de yüzde 1’di bugün de öyle. Türkiye’nin gayrı safi yurt içi hasılası dünya içinde çok mu büyüdü? Hayır. Dünya hasılasının yüzde 1’i Türkiye’nin hasılası. 20 yıl önce de o kadardı. Bu para ne oldu? Bir siyasi iktidar yarattı. Türkiye’nin kaynakları bir siyasi iktidar yaratmak için kuruldu. Bunun bir modeli olarak da kamu ekonomiden çekildi ve işleri sermaye sınıfına bıraktı. Önce bütün varlıklarını bıraktı. Buna özelleştirme diyoruz. Fabrikalarını, tesislerini, hizmetlerini devretti ve karşılığında 60-65 milyar dolar aldı. Türkiye, 60-65 milyar dolara 1923’ten beri yaptığı bütün işleri devretti. Bunun karşılığında özel sektör çok mu becerikli çıktı? Türkiye’yi bir yere mi taşıdı? Hayır. Dünya hasılasının yüzde 1’ini üretiyor. Eskiden de bu kadardı. Dünyanın ideoloji merkezleri “kamu çekilince özel sektöre kredi vereceğiz. Özel sektör açık verirse onu kredi ile destekleyeceğiz” dediler. Bu iş böyle başladı ve özel sektör git gide borçlandı. Türkiye’nin bugün yaklaşık 500 milyar borcunun 300 milyar doları özel sektöre ait. 15 yıl önce bu borç 50 milyar dolardı. Özel sektör git gide açık veriyor. O açığı kapatmak için git gide daha fazla borçlanıyor. Bunun sonunda dünya borcu biraz kıstığı zaman ekonomi krize giriyor. İşte bugün yaşadığımız kriz bu. Özel sektöre taze döviz gelmiyor. Özel sektör ve birçok meslektaşımız, “Ekonominin birinci ihtiyacı dövizdir” diyor. 1970’lerde de aynı arkadaşlar, “Türkiye’nin birinci ihtiyacı dövizdir” diyordu. Kamu artık açık vermiyor ama özel sektör veriyor. Özel sektör de devamlı olarak açık verecek çünkü devamlı olarak borçlanacak. Bugünün iktisat politikası bu. Böyle bir ekonomi sürekli olarak kriz yaratır. Bugünkü ekonomiden bir şeyler ödeyerek çıkılır. Yarın biraz düzelir gibi olur sonra tekrar kriz yaratır. Çünkü devamlı olarak borçla yaşayan bir ekonomi, kriz yaratmaya mahkumdur.

“KRİZİ KİM AZ KAZANIYORSA O ÖDER”

  • Türkiye bu krizi nasıl atlatacak? Bu krizle mücadele edilirken fatura kime kesilecek?

Krizi kim az kazanıyorsa o öder. Az kazananın geliri, yaptığı tüketime yetmez. Bu nedenle o, gelirini devamlı olarak harcamak zorundadır. Üstüne borçlanmak ve onu da harcamak zorundadır. O da yetmezse kriz geldiği zaman, görünmeyen bir şekilde, elektrikli süpürgeyle çekildiği gibi ondan para çekilir. Yükselen fiyatlarla çekilir. Krizi çalışanlar öder. Çalışanlar bu ödemeyi yapmadığı sürece Türk özel sektörüne dışardan para gelmez. Bu bankerlerin şartıdır. Bankerler derler ki, “Önce senin halkın ödesin, açık kapansın, ben bunu göreyim. Sonra ben geleyim.” Adamın borçlanacak takati kalmazsa karısının bileziklerini satar. Bankadaki mevduatını sıfırlar. Gayrimenkulü varsa onu satar. O da yetmezse işsiz kalır. Krizin özelliği, düşük gelirlilerden yüksek gelirlilere yani çalışanlardan sermaye sınıfına büyük bir kaynak transferi yaratması ve bu transferi bankerler gördüğünde yeniden borçlandırmasıdır.

“KAPİTALİZM HALKA DAMARDAN GİRDİ”

Türk halkına kapitalizm damardan girdi. Eskiden herkes ev sahibi olamıyordu. Sonra Erdoğan, “Ben size borçlanma hakkı veriyorum.” dedi. Ev aldı, otomobil aldı. Vatandaş çocuklarını özel okullara gönderdi. Kredilerle, ipotekli borçlarla yaptı bütün bunları. Ev sahibi olduk, otomobil sahibi olduk, çocuğu borçla okutuyoruz. Demek ki kapitalizm topluma damardan girdi. Bunun karşılığında gidip oyu Erdoğan’a veriyorlar.

Şunu vatandaşa anlatmak zorundayız: Sen sıfır tasarruf yapıyorsun. Tasarruf kabiliyetin yok. Gelecek kuşağa bırakacak hiçbir şeyin yok. Ancak borç bırakabilirsin. Halk kapitalizmin ne olduğunu öğrenecek ki ne yapması gerektiğine karar versin. Bu da siyasi bir iş. Demek ki siyasette yeni bir enerji yaratmak lazım.

  • 1970’lerde Ecevit’le birlikte çalıştığınız süreçten de yola çıkarak, böylesine ekonomik darboğazın yaşandığı bir süreçte solun, sosyal demokratların ve Atatürkçülerin nasıl bir yol haritası ortaya koyması gerekir sizce?

O zaman dünya farklıydı. Şimdi siyasi partiye akıl vermek gibi bir işim olamaz. Onlar kendileri düşünüp değerlendirecekler ama dışarıdan görünen şu: 1960 ve 70’lerde Türkiye farklı bir süreç yaşadı. Türkiye fabrikalaşma çağına girdi ve işçi sınıfı ilk kez siyaset sahnesine çıktı. Çalışma haklarını, toplumdaki haklarını istemeye başladı. Cumhuriyeti kuran kadroların mensuplar, Atatürkçüler yani orta sınıf radikalleri, işçi sınıfını ilk kez tanımaya başladılar. İşçi sınıfı da ilk kez cumhuriyetçileri tanımaya başladı. İkisi konuşmaya başladı. Türkiye’nin siyasi tarihinde ilk kez bir ittifak oldu; çalışanlarla cumhuriyetçiler arasında… Bu ikisinden bir yeni toplum hevesi doğdu. Bülent Ecevit ne diyordu? “Bu düzen değişecek.” Demek ki, yeni bir düzen arayışı var ve bu da ekonomiden başlıyordu.

“TÜRK SERMAYE SINIFI CUMHURİYETLE VE DEMOKRASİ İLE İLGİSİ OLMADIĞINI GÖSTERDİ”

Bugün bu ekonomik düzende Türkiye’nin siyasette demokrasi elde etmesi mümkün değil. Yani, sürekli borçla işleyen, sermaye sınıfının git gide daha çok borçlanacağı bir kapitalizmle Türkiye’nin siyasette demokrasi elde etmesi mümkün değil. ‘Ekonomide kapitalizm ve siyasette demokrasi’ diye bir şey olamaz. Bu ikisi birbiriyle çelişiyor. Türk sermaye sınıfı, cumhuriyetle ve demokrasiyle pek fazla ilgisi olmadığını geçtiğimiz 15 yılda gösterdi. Sessiz bir şekilde şunu diyorlar: “Tayyip Erdoğan bizim istediklerimizi yapıyor. Tarihi olarak bu bizim partimizdir. Bizi bundan daha çok isteyen kişi gelemez. Erdoğan da, “OHAL’e neden karşısınız? Biz bunu sizin için yapıyoruz.” dedi. Onun için artık berrak bir tablo var. Onun için bu ekonomik modelle siyasi demokrasiye değil, gitgide totaliler bir sisteme gidiliyor. Siyasetteki arkadaşlarımızın bunu görmesi lazım.

  • Tüm bu anlattıklarınızdan yola çıkarak, borçlanma ekonomisine karşı nasıl bir ekonomik model ortaya koymak gerekir?

Çalışanların haklarını kavrayacakları ve alacakları bir model. Bunun iki düzeyi var. Birincisi merkez, ikincisi yerel. Şimdi yerele büyük iş düşüyor. Halkla doğrudan doğruya temas edenler, nutuk söyleyenler değil yerelde her gün çalışanlar. Demokrasi ve cumhuriyetin taze kan kazanması yerelde olacak. O da çalışanların başta gelirleri olmak üzere haklarını istemeleri ile olacak.

İkincisi de dünyanın nereye gittiğini görmekle olacak. Bunu da siyasi partinin merkezi yapar. Türkiye takvim itibariyle 21. yüzyıla girmiş görünüyor ama kafa olarak giremedi. Bilim ve teknikten gitgide uzaklaşıyoruz. Çocuklarımız uluslararası eğitim düzeyi bakımından gitgide geriliyorlar. Dünyanın ne dediğini daha az kavrar hatta hiç anlayamaz hale geliyorlar. Dünyanın dediğini anlayamayan kuşaklarla Türkiye kendine ne cumhuriyeti ne demokrasiyi kurabilir. İkinci ayak bu. Tabi burada da yerel önemli Yerelde eğitim hizmeti vermek, bunları kazanmak önemli. Yerelde bu çalışmalar olursa, parti merkezi de yeni şeyler öğrenebilir. Şu anda öğrenme aşağıdan yukarıya doğru. Yaşadığımız çağ bunu gösterdi: Parti merkezi yerele bir şey öğretemiyor. O halde bu iş yerelden başlayacak. Yereldeki ileriyi gören yöneticilerle, kadrolarla başlayacak.

BİLSAY KURUÇ KİMDİR?

1935’te İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’ni ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. 1963’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne asistan olarak girdi. Doktora, doçentlik ve profesörlük derecelerini burada aldı.

Yurt dışında Pittsburgh, Sussex üniversitelerinde araştırmalar yaptı. Oslo Üniversitesi’nde Leif Johansen ile büyüme ve planlama üzerine çalıştı. 1975-1977 yıllarında CHP Araştırma Bürosu’nun (Göreme Sokak) sorumluluğunu üstlendi.

Öğretim üyeliği yanında 1978-79 yıllarında Devlet Planlama Teşkilâtı Müsteşarı olarak görev yaptı. 1992-2004 yıllarında Merkez Bankası’nda Banka Meclisi üyesi olarak görev yaptı.

Evli ve iki çocuk babasıdır.