SÖYLEŞİ | Murat Kubilay ile Türkiye Ekonomisi –2 : ‘Finansal istikrarsızlık ihtimali hala devam ediyor’

İktisatçı ve finans uzmanı Dr. Murat Kubilay ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden bu zamana ekonomiyi ele aldığımızı söyleşinin ikinci bölümünde ekonominin günceline değindik.

SÖYLEŞİ | Murat Kubilay ile Türkiye Ekonomisi -1: ‘Merkez Bankası, kanuna aykırı bir şekilde birinci hedefi olan fiyat istikrarını uygulamıyor’

Kubilay, pandemi etkisiyle finansal sistemde sadece dışarıya doğru değil içeriye doğru da bir kaçışın olduğunu vurgulayarak sisteme dair bir güvensizliğin de olduğunu söyledi.

Bakan Albayrak’ın Eylül ayında açıkladığı ekonomi programının gerçekçi olmadığını belirten Kubilay, 2020 yılı için olan kur tahmininin gerçekleşmesinin çok uzak bir ihtimal olduğunu ifade etti. Kubilay ayrıca “Bunlar Türkiye ekonomisindeki sorunların geçici olduğu, kolayca çözülebileceği varsayımına dayanıyor. Ekonomi yönetimi farkında değilse o zaman gerekli önlemleri de alamaz ve biz korkulan sona doğru ilerleriz” dedi.


Korona salgını sonrası küresel ekonominin küçüleceği ve tabii ki Türkiye’nin de bu salgından etkileneceği konuşulan konular arasındaydı. IMF’nin, AB’nin ve Fed’in bu yönde birçok açıklaması oldu. Nitekim pandeminin başlangıcından bu yana bu etkileri de hissettik.

  • Bu salgından Türkiye ekonomisi nasıl ve ne düzeyde etkilendi? Bu etkilerden en az hasarla kurtulmanın yolu nereden geçiyor?

Öncelikle hükümetin pandemide doğrudan bir hatasının olmadığını söyleyebiliriz. Evet süreç iyi yönetilmedi, sağlık açısından da iyi yönetilmedi; şeffaf değil ve rakamlara inanmak da mümkün değil. Aynı zamanda ekonominin 2018’e kadar yarı kriz durumunda yaşatılmasında, 2020’ye kadar ağır bir krize girilmesinde sorumlu hükümet. Yani bugün aslında Türkiye ekonomisinin çok ihtiyaç duyacağı para ve maliye politikaları yeterince kullanılamıyorsa bunun nedeni, önceki dönemlerde bu araçların ciddi ölçüde tüketilmesinden kaynaklanıyor. Tabii ki bunun da sorumlusu hükümet. Ama pandeminin de 100 yılda bir gelen felaket olduğunu da unutmamak ve dünyanın en toplumcu hükümetlerinin bile beklediğimiz kadar hazırlıklı çıkmadığını da belirtmek gerekiyor.

Türkiye ekonomisi pandemide birkaç kanaldan etkilendi. Birinci kanal tüketici tepkisiydi. Tabii ki kişilerin bir anda panikle tüketimden kaçması, tasarrufa yönelmesi söz konusu oldu. Fakat tasarrufun olması için gelirin olması lazım. Ekonomilerin kapatılması sürecinde doğal olarak çok ciddi bir gelir kaybı oldu. Oluşan gelir kaybının telafi edilebilmesi için, tüketimi desteklemek için krediler kullanılmaya başlandı. Dolayısıyla ilk kanal tüketici talebi ve bunun devamının sağlanabilmesi için bir kredi balonunun oluşturulması.

İkinci kanal ise dış ticarette gerçekleşti. İlk anlamda bizim için olumlu gibi gözükse de petrol fiyatlarındaki düşüşle Türkiye’nin döviz tasarrufuna gitmesi, ikinci anlamda ise bizim en çok dış ticaret yaptığımız ülkelerin krize girmesiyle bizim de ithalat ve ihracat farkımızın bozulması şeklinde oldu. Türkiye’nin birinci ticaret ortağı Avrupa Birliği ülkeleridir. Yüzde 51 kadar ihracat ve ithalatı bu ülkelerle yaparız ve bu grubun da krize girmesiyle birlikte bu grupla daha az ihracat yapabildik. Ve maalesef ithalat aynı ölçüde düşmediği için dış ticaret açıkları vermeye devam ettik. Burada daha da önemli bir kısım var. Sadece mal üretimi değil aynı zamanda hizmetlere de bakmamız gerekiyor. Bu yıl net 25 dolarlık turizm gelirimiz de buharlaştı.

Üçüncü kısım ise yatırımcı tepkisi oldu. Yatırımcı tepkisini açarsak Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerden küresel risk iştahının düşmesiyle yani büyük kurumsal yatırımcıların merkezlerine doğru çekilmesiyle büyük bir para çıkışı oldu. Türkiye’den de hazine bonosu ve devlet tahvillerinden 6 milyar dolar kadar çıkış oldu. Aynı zamanda hisse senetleri piyasasından da böyle bir çıkış gerçekleşti. Bunun neticesinde de yabancılar çıktılar. Çıkışında da elinizdeki dövizi vermeniz gerekiyor ve bunun da iki doğal sonucu oluşuyor. Birincisi eldeki döviz rezervleri azalıyor. Çünkü Merkez Bankası bunu bu şekilde karşılamaya çalışıyor. İkincisi de Türk lirası cinsi varlıklarda olan bir varlığın çıkabilmesi için önce o varlığın satılması, sonra ele geçen TL’nin dövize çevrilmesi ve çıkarılması gerekiyor; TL olarak çıkarılamıyor. Döviz olarak çıkarıldığında ise dövize talep oluyor ve dövizde bir artış oluyor. Yani yabancı yatırımcılar çıkmaya başladıkça döviz kurunda daha fazla artış meydana geliyor. Fakat son birkaç ayda bunun başka bir varyansını da görmeye başladık. Finansal sistemde sadece dışarıya doğru değil içeriye doğru da bir kaçış var. Buna yastık altına kaçış diyoruz. Son 3 aydır parasal olmayan altın ithalatımız çok ciddi arttı, hatta darphanenin basmış olduğu ziynet ve cumhuriyet altını miktarı son 11 yılın en yüksek rakamlarına ulaştı. Bu da yastık altına kaçışın çok fazla olduğunu, sisteme güvensizlik olduğunu gösteriyor. Böylece de tabii ki Merkez Bankası’nın rezervleri daha da azalmış oluyor. Çünkü bu her talep eden için, kurun yukarı yükselmemesi için karşılanmaya çalışıldı. Özetle yatırımcı tepkisi neticesinde de ülkedeki döviz kurunda yukarı doğru gidiş, içerideki döviz miktarında da bir azalma gerçekleşti.

Tüm bunlara dördüncü olarak da bir tepki geldi. Tepkiyi de devlet verdi. Tabii ki kriz zamanları devletlerin para ve maliye politikalarını kullanarak müdahil olmaları gereken zamanlar. Fakat para politikasını Türkiye çok ciddi bir şekilde kullanıyordu ve burada bunu daha da zorlayarak enflasyonda ve dövizde bir artışa neden oldu. Negatif reel faiz verip de yurtiçindeki tasarruf sahiplerini üzdüğü için dövize doğru bir talep oldu ve bu, dolarizasyon dediğimiz bankalarda tutulan mevduatların döviz ve altın cinsi olanların miktarı yüzde 50’yi geçmesi gibi bir sonuçla karşılandı. İkinci olarak da maliye politikası uygulamakta zorlandık. Maliye politikasını uygulayabilmek için Merkez Bankası dolaylı olarak parasal bir genişlemeye gitti ve dolaylı olarak bir para basımı gerçekleşti. Ek olarak ise kamu ciddi bir şekilde harcamaya başladı ki bu anlaşılabilir bir şeydi. Bu harcama şekli de doğru bir şekilde götürülemediği, bu politikalar belirli bir disiplin altında yapılmadığı ve belirli bir kredibilite itibarı olmadığı için devletin kurumların son 10 yıldaki yönetim sistemlerinden ötürü bu durum güvensizliğe dönüştü. Sonrasında bir baktık ki vatandaş ve özel sektör kredi borçlusu haline gelmiş, Merkez Bankası’nın döviz rezervi kalmamış, kur yukarı gitmiş, bütçe dengesinden aşırı sapılmış. Pandeminin bize etkisi bu şekilde gerçekleşti.

Sonuçta Türkiye ekonomisi bu yıl belirli bir ölçüde küçülecek ama daha sıkıntı olan kısmı şu ki finansal istikrarsızlık ihtimali hala devam ediyor. Türkiye’nin bir kur atağı daha yaşaması ihtimali belirdi. Yılbaşından bu yana kurun 5.85’den 8’in üstüne kadar, çok ciddi bir şekilde yüzde 40 civarında ve sürekli rekorlar kırarak yükselmesine rağmen bu durum geçerli. Yani kur yukarı doğru gittikçe çıkışın yavaşlaması, yurt dışından içeriye gelmiş yatırımcının tekrar dövize dönmesi için maliyetin artması ve ‘artık kalayım’ demesi gerekiyor. Ama buna rağmen kur yukarı gittikçe hala çıkış devam ediyor. Yurt içindeki yatırımcıların da güveni bozuldu. Bunun neticesinde de bir bereketsiz döngü oluşarak sürekli döviz de bir talep halinde kendisini gösteriyor.


Türkiye ekonomisi, hükümetin açıkladığı tüm teşvik ve destek paketlerine rağmen uluslararası yatırımcıların ilgisini giderek daha fazla kaybediyor. Son 5 yılda yabancı sermayenin doğrudan yatırımları yüzde 54 geriledi.

  • Uluslararası yatırımcılar neden hızla Türkiye’den çıkıyor? Bu çıkışın sebepleri arasına başkanlık sistemine ilişkin endişeleri dahil edebilir miyiz?

Yabancı yatırımcıları iki gruba ayırmamız lazım. Birincisi sıcak para, portföy yatırımları dediğimiz kısa vadeli, finansal piyasalardan kar etme amacıyla gelen para. Bu para piyasalarda çok fazla dalgalanmaya yol açan güvenilmez bir para. Fakat dış borcu çok yüksek olan ülkeler bunlara muhtaç hale geliyor. Bir de soğuk para var. Bunlar Türkiye’deki özelleştirmeler, yurt dışından gelen talepler, Türkiye’deki bankaları satın alan yabancı yatırımcılar veya yeşil saha yatırımları yani tamamen bir fabrikanın üretim ve dağıtım tesisinin kurulması. Sıcak ve soğuk paradaki bu ayrım çok önemli.

Soğuk para yatırımcılarının Türkiye’den istediklerine gelirsek bunlar istikrar, çevre ve işçi haklarında taviz olur. Çünkü yurt dışında kurulacak fabrikanın buraya gelmesi için sizin sağlık, çevre, çalışma hakkı standartlarını düşük tutmanız gerekiyor. Maalesef bu, emek sömürüsü ve çevre tahribatı anlamına geliyor. İstikrarı sağlamak da -hukukun üstünlüğü olsun ya da olmasın- diktatörlerle de olabilir. Örneğin Mısır’da darbe olduğu zaman dış yatırımcın önü açılmıştı. Bizde de 2016 yılında darbe teşebbüsünün ardından OHAL ile grevler engellendi, hatta Erdoğan da ‘iş dünyası için yaptık’ dedi. Soğuk para bunları sever.

Diğer taraftan bir de sıcak para var. Sıcak para kısa vadeli getiriye bakar. Getiri nereden kaynaklanabilir? Yüksek faiz verirsiniz, para biriminizin değerleneceğine inanılır. Örneğin dolar kuru 7 lira olarak bozulur, TL’ye geçiş yapılır, sonra o 6 liraya düşer sonra tekrar dövize gider ve çok ciddi miktarda para kazanılır. Veya ülkenizin büyüyeceğine inanırlar. Şirketlerinizin yüksek kar yapacağı ve neticesinde de kar payının artacağına inanırlar. Öyle bir potansiyeliniz varsa neticesinde dış yatırım alırsınız. Bu kısım karını tamamıyla ülkenin içinde bulunduğu istikrarla değil bu istikrarsızlıklar, dalgalanmalar esnasında kazanılanlarla sağlıyor. Bu konuda da Türkiye’de uygun koşullar var. Çünkü piyasalar sürekli dalgalı olduğu için giriş çıkış yapıyorlar. Fakat Türkiye’nin dış yükümlülüklerini ödeyememesi veya ödese dahi Türkiye’nin kalıcı bir şekilde büyüyememesi ve hatta büyüse dahi TL cinsi dövizin sürekli değer kazanması sonucu net döviz getirisi sağlayamaması gibi problemleri var. Dolayısıyla yabancı yatırımcılar kısa vadede portföy yatırımları ile gelip de para kazanmaları eskisi kadar mümkün olmuyor.

Soğuk para içinse şu an ortam hiç uygun değil. Çünkü sermaye hukukunun bile korunup korunmayacağına dair şüpheler var, istikrarsızlık var. Ayrıca her gün konuştuğumuz şeylerden biri erken seçim. Türkiye’nin de döviz cinsi yükümlülüklerini yerine getireceğine, açık ekonomiye bağlı kalacağına net ikna olmadan o konuda da yatırım gelmeyecek. Fakat bunun için biraz daha umutluyum. Türkiye’de bir değişim olduğu zaman ülkedeki şirketler o kadar ucuzlamış halde ki, konutlar ucuzlamış halde ki -bize pahalı gelebilir ama yurtdışında döviz bulunduran insanlar için çok ucuz hale gelmiş durumdalar- buralara ciddi yatırımlar zaman içinde alınabilir. Fakat bunun için de istikrar ve güven şart.


Türkiye’nin ekonomisinin içinde bulunduğu durum belki de kendisini ilk olarak işsizlik ve enflasyonda gösteriyor. İnsanların alım gücü fazlasıyla düşmüş durumda ve özellikle genç işsizliği çok yüksek seviyelerde. Artık yoksulluk değil ‘yokluk’ dönemine girildiğini belirtiyorsunuz.

  • Kısa ve orta vadede enflasyon ve işsizlik oranlarında bir düşüş beklemeli miyiz?

Kısa vadede enflasyonda bir düşüş olabilmesi için Türkiye’deki talebin keskin bir şekilde kesilmesi lazım. Evet işsizlik artarsa talep daha da düşer. Ama bu iyi bir enflasyon düşüşü değil. Para olmadığı için fiyatlar düşüyorsa bu olumlu bir düşüş değil. Türkiye 2011’den beri aşamalı olarak fakirleşiyor. Döviz kuru yukarı gittikçe zaten yurt dışına gitmek, yurt dışından mal ithal etmek, yurt dışındaki standartları yaşamak zorlaşıyor. Fakat yokluk farklı bir şey. Yokluk Türkiye’nin en net bir şekilde 70’li yıllarda ‘70 sente muhtaç olmak’ sözüyle tanımlanmış olan bir şey. Elinizdeki yeterli döviz miktarı olmadığı zaman siz isteseniz de ithalat yapamıyorsunuz. Yani Türkiye sanayisi için zorunlu olan petrolü satın alamıyorsunuz, doğalgazı satın alamıyorsunuz ki bunun öncü göstergelerini gördük. ABD Büyükelçisi Satterfield, Türkiye’nin 2,4 milyar dolarlık ilaç borcu olduğunu ve bunu ödeyemediğini söyledi. Sebebi şu an öyle bir döviz stokunun olmaması. Bu da şunu ortaya koyuyor ki yoksullukla yokluğu ayırmamamız gerek. Yastık altına kaçış, yurt dışına sermaye çıkışı devam ederse içerideki ithalat için kullanılabilecek veya dış borçların döndürülebilmesi için kullanılacak döviz miktarı azaldığı için ya dış borçları döndüremeyeceksiniz ya da yokluk içerine gireceksiniz; birçok ürünü alamayacaksınız veya bunları engellemek için sermaye kontrolüne gideceksiniz. Sermayenin yurt içi ve yurt dışı çıkışını yasaklayacaksınız. Fakat bu da Türkiye gibi açık piyasa ekonomisine geçmiş ve ciddi dış yükümlülüklere girmiş ülkelerde sarsıcı sorunlar oluşturur. Çünkü bu yurt içindeki yatırımcıların döviz tevdiat hesaplarına, yabancı yatırımcıların Türkiye’de tuttukları dövizlere erişimi kesmeniz veya sınırlamanız anlamına geliyor. Bir sermaye kontrolü endişesi var ve bunu da yabancı yatırımcılar dile getiriyorlar. Bunun gerçeklemesine gelirsek döviz yükümlülüklerinin vadesinin geldiği gün elinizde döviz yoksa ister istemez daha önemli olan yerlere harcayabilmek için bir anda sistemi kapatıyorsunuz, eldeki dövizi hesaplı bir şekilde kullanmak durumunda kalıyorsunuz. Bunu kapatabilmeniz için de sermaye kontrolü gerekiyor. Türkiye’nin oraya itilmesi ihtimal dahilinde. Birinci senaryo olmasa da Türkiye’nin bu riski taşıyor olması bile sıkıntı yaratmaya yetiyor.

  • Bakan Albayrak’ın Eylül ayında açıkladığı 2021-2023 dönemini kapsayan ekonomi programı neleri içeriyor? Programda öngörülen işsizlik, enflasyon, büyüme, cari denge rakamları gerçekçi mi?

Beklentiler tam olarak gerçekçi değil. Eşzamanlı bütün göstergelerde bir iyileşme bekleniyor. Ama başka tutarsızlıklar da var. Mesela 2020 yılı için ortalama dolar beklentisi 6.91. Bu program açıklandığı zaman dolar kuru 7.70’ti. Yılın son 3 ayında da bu şekilde devam ederse dolar çok daha yukarıda olacak. 6.91 ortalamanın gerçekleşebilmesi için yılın geriye kalan 3 aylık sürecinde dolar kurunun ortalama 7.50 olması gerekiyordu ve hiçbir gün olmadı. Dolayısıyla şimdiden 2020 yılı için olan tahmin tutacak gibi görünmüyor. O tutmayınca da enflasyon tahmini de tutmuyor. Enflasyon tahmini tutmayınca diğer tahminler de tutmuyor. Zincirleme olarak birbirine bağlı. Dolayısıyla gerçekçi değil.

Bu konuda asıl sıkıntıya gelirsek bunlar Türkiye ekonomisindeki sorunların geçici olduğu, kolayca çözülebileceği varsayımına dayanıyor. Ekonomi yönetimi farkında değilse o zaman gerekli önlemleri de alamaz ve biz korkulan sona doğru ilerleriz. Döviz kurundaki hedefler zamanla belli bedeller ödenerek tutturulabilir. Ama onu tuttururken aynı zamanda büyümeyi tutturamazsınız, işsizliği enflasyonu tutturamazsınız. Hepsi aynı anda olmaz. Dolayısıyla hem tutarsız hem de fazla iyimser. Türkiye ekonomisinin gerçek durumunu maalesef yansıtmıyor.