SÖYLEŞİ | İbrahim Kaboğlu: Erdoğan bir daha cumhurbaşkanlığına aday olamaz

Söyleşi: Ali Haydar Fırat

Anayasa Hukuku Profesörü ve CHP İstanbul Milletvekili İbrahim Kaboğlu ile yargı reformu paketini, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin krizini ve kamuoyunun gündeminde olan kayyum meselesinin hukuki boyutunu konuştuk. 

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iktidar yarışına girilmemesi gerektiğini ifade eden Kaboğlu, Muharrem İnce’nin bu konuda bir hata yaptığını söyleyerek; “Kesinlikle bu sistem içerisinde Muharrem İnce’nin düştüğü yanılgıya düşmemek, iktidar yarışına girmemek lazım. ‘Ben Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde daha iyi yönetirim’ yarışına girdiğiniz zaman, iki hata yaparsınız: Sistemi meşrulaştırırsınız ve hedefinizi kaybedersiniz. Biz anayasa çalışması yapmıştık 4 parti arasında. Muharrem İnce CB adayı olarak bir anayasal hedefi de koyacaktı. Muharrem İnce seçimi kazandığı takdirde bir geçiş dönemi, anayasa dönemi olacaktı. Geçiş döneminde anayasayı hazırlayacaktık. Parlamenter rejime dönülecekti. Fakat Muharrem İnce, bir yanılgı olarak iktidar yarışına girdi. Böyle bir durum şimdi de olası. 2023’e de biz kendimizi iktidar yarışına odaklarsak o zaman 2023’e kadar biz de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini meşrulaştırmaya katkıda bulunmuş oluruz. Bundan kaçınmak gerekir.” dedi.

Erdoğan’ın tekrar cumhurbaşkanlığına aday olamayacağını ifade eden Kaboğlu, “Erdoğan bir daha aday olamaz. Çünkü anayasa madde 101’de açık hüküm var. Bir kişi en fazla iki kez aday olur. Bu hükme 2017 değişikliğinde dokunulmuş değildir. Bu açıdan herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Yani anayasal normun devamlılığı ilkesi. ‘Yeni rejim kurduk’ biçimindeki iddia ise bir istisna hüküm olsaydı, değişiklik ile birlikte ‘bu madde Tayyip Erdoğan için geçerli değildir’ şeklinde hüküm konsaydı o zaman geçerli olabilirdi. Anayasa gereği Erdoğan aday olamaz.” dedi.

  • Yargı reformu paketi ile başlayalım. Bu paketin getirilmesindeki amacı nasıl yorumluyorsunuz?

Buradaki ana sorun anayasanın ya da yasaların buna engel olmasından önce yürürlükteki hükümlerin saygı görmemesi. Yine de bu kadar yakıcı bir sorun karşısında en azından Adalet Bakanlığı’nın inisiyatif alarak bir Yargı Reformu Strateji Belgesi açıklamış olması, Türkiye’nin gündemi açısından önemli ve olumlu. Bu da raporun içinde yer alan bir takım gerçekleri örtücü yaklaşımın görülmeyeceği anlamına gelmiyor. Raporda pembe bir Türkiye tablosu çiziliyor. “Daha iyisini yapacağız, daha da geliştireceğiz” deniyor. İfade özgürlüğünü daha da geliştireceğiz deniyor. İfade özgürlüğüne önce saygı duymalıyız, sonra da geliştirmeliyiz. Önce ifade özgürlüğüne müdahale etme, sonra koru ve üçüncü olarak da geliştir. Sanki saygı ve koruma varmış gibi üçüncü aşama da olumlu bir edim yükleniyormuş gibi bir yaklaşım, bizi sanal bir aleme götürüyor. Anayasamızda yer alan hükümler nedeniyle mi adil yargılama hakkı ihlal ediliyor yoksa anayasadaki hükümlerin saygı görmemesi nedeniyle mi adil yargılama hakkı ihlal ediliyor? Bu sorunun yanıtı raporda verilmemiş. Rapor bu anlamda pembe bir tablo çiziyor. Rapor daha gerçekçi olmalıydı. O da muhalefet partisi olarak bize düşüyor. Biz de bir karşı rapor hazırladık. Sonuç olarak rapor, ilke olarak olumludur ama gerçekleri olduğu gibi yansıtmama zaafı var.

  • Muhalefet partilerinden katkı alacaklarına ilişkin izlenimler oldu? Böyle bir katkı talep edecekler mi?

Yargı reformu belgesi Adalet Bakanı tarafından yazıldı ama Saray açıkladı. Keşke bakan açıklasaydı. Yasa hazırlama yetkisi ise meclisin. Artık burada bakan devre dışı bırakılmalı. Bakanın görevi raporu hazırlayıp açıklamakla bitiyordu. Ancak sürekli bakan konuşuyor ve meclis sürekli susuyor. Biz de sürekli talepte bulunduk paketin meclise getirilmesi için. Bu amaçla, Anayasa ve Adalet Komisyonu CHP üyeleri olarak bir basın toplantısıyla “Tüm partilerle bir komisyon oluşturup yasa önerisi üzerinde çalışalım ve meclisten çıkartalım” dedik. Ne var ki birinci partiden ses çıkmadı ve meclis tatile gitti. Biz de inisyatif alarak tüm partilere bir çağrıda bulunup çalışma başlattık. Bu çalışma 18 ve 30 Ağustos’ta İstanbul’da ve 8 Eylül’de Ankara’da ilk üç toplantısını yaptı. Dördüncü toplantı, 14 Eylülde İstanbul’da bir araya geldik. İki toplantı daha yaparak ‘Adil Yargılanma Hakkı Yasa Önerisi’ metni ortaya koyulacak.

  • Kimlerle yapılıyor bu toplantı?

Meclis’te temsilcisi bulunan 8 partiyi davet ettik. 5 parti ile çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bu toplantılar demokratik meşruluk açısından kayda değer bir sürece işaret ediyor. Demokratik Kitle Örgütleri, meslek kuruluşları, sendikalar ve ilgili vakıflarla dernekler temsil ediliyor. Barolar, insan hakları örgütleri bulunuyor. Anayasa değişikliğinden hukuk eğitiminin nasıl olması gerektiğine kadar geniş bir yelpazeye yayılan çalışma yürütüyoruz. 7 çalışma grubu oluşturduk. “Adil yargılanmanın 7 ilkesine uyulabilmesi için hangi yasaların çıkartılması hangi yasaların değiştirilmesi gerekiyor?” sorularına gerekçeli bir şekilde yanıtlar üretiyoruz. Bu arada, AK Parti’nin CHP’nin kapısını çalacağını öğreniyoruz. Demek ki bizim yaptığımız çalışma olumlu bir girişim oldu. Yargı yoksa hukuk yok demektir. Hukuk yoksa devlet yok demektir. Yargı, devlet örgütlenmesinin temel ayaklarından birisidir. Böyle bir yasanın temel çalışması partiler ötesi bir yaklaşımla yürütülmeli. Biz bu çalışma grubuna AK Parti temsilcilerinin gelmesini isterdik. Gözlemci dahi göndermediler. Bu saatten sonra bir teklif gelirse biz yine birlikte çalışmaya hazırız. Bu konu parti politikalarına alet edilerek ya da TBMM Adalet Komisyonu’nda birkaç saatlik tartışma ile bitirilmemeli. ‘Demokratik meşruluk’ kavramına ve ‘katılımcı yasa yapma’ yöntemine örnek olarak biz nasıl meslek örgütlerini ve demokratik kitle kuruluşları ile sivil toplum örgütlerini çağırdıysak, aynı şekilde onları meclise de çağırmalı ve yasanın yapımına katmalıyız.

  • Bu hazırlıklar neden meclis tarafından yapılmadı da bakanlığın ve Saray’ın insiyatifine bırakıldı? Bu şekli bir sorun mudur?

Yeni sistemde yasama insiyatifi sadece meclise özgüdür. Önceki dönemde 2017 değişikliğinden önce ya da 9 Temmuz’da yürürlüğe giren 6771 sayılı Anayasa değişikliğinden önce ya hükümet tasarısı hazırlanırdı ya da meclis önerisi. Yasa tasarısı ya da yasa önerisi. Hükümet kaldırıldığı için yasa tasarısı da kaldırıldı. Bu bakımdan sadece yasa önerisi var. Bakanın böyle bir girişimde bulunma yetkisi yok. Bakan belgeyi açıkladıktan sonra işi bitti. Bakan, “Ben ihtiyacı saptadım ve size iletiyorum.” dedi. Bu normaldir. Tabii ki Adalet Bakanlığı sorunları iletecek. Biz de bu belgeden yararlanırız. Ama yasa önerisi hazırlama yetkisi Meclis’e ait. Bakanın meclisin yapması gerekenleri söylemeye yetkisi yok. Bakanın meclis önünde sorumluluğu yok ve meclisin yasama faaliyetine katılamaz. Ha tekrar parlamenter rejime dönersek olur. Bakan parlamenter rejime dönüşü mü savunuyor? Bakan neyin değişeceğini, neyin değişmeyeceğini, Anayasa’nın neden değişmeyeceğini söylerse meclisin iradesi yerine kendisini koymuş oluyor. Bu Adalet Bakanı’nın kaçınması gereken bir husustur.

Bakan neyin değişip değişmeyeceğini, meclisin gündeminin ne olacağını, anayasanın neden değişmeyeceğini söylerse o zaman bırakın insiyatif yetkisinin kendisine ait olmamasını aslında meclisin iradesi yerine kendisini koymuş oluyor ki bu bir adalet bakanının kaçınması gereken bir husustur. Bir bakan çıkıyor, bir meclis başkanı çıkıyor Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni adeta bir kutsal kitaba paralel bir kutsama şekli ile savunuyor. Külliyenin atanmış bir bürokratı çıkıyor televizyon ekranını tek başına işgal ediyor. Dikkat edin seçilmiş olan iki vekilden biri rehabilite edilebilir dedi öbürü restore edilebilir dedi. Fakat onların seslerini bastırdılar. Bakanın sürekli bu konuda meclisin ne yapacağı veya ne yapması gerektiği konusunda konuşması, Meclis iradesine müdahaledir. Sonuçta çoğunluğun oyu söz konusu. Bakan, bunu yaparken aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni de savunuyor.

2010 anayasa değişikliği büyük bir devrim olarak takdim edilmişti. Üstelik 12 Eylül’de yapıldı. Ama bir süre sonra, ’ biz aldatıldık’ dendi ve yeniden referanduma tabi tutuldu. Dolayısıyla bu şekilde bir yaklaşımla olmaz. O zaman 2017 anayasa değişikliği yüzde 51 oyla kabul edildiyse belki yenisi yüzde 61 ile kabul edilecek. Bunun ölçüsü yok. O bakımdan yargı reformu yapılıyorsa o zaman bu düzenlemenin asgari gerekleri dikkate alınmalı ve rejim bekçiliğinin bir çimentosu olarak sunulmamalı. Bakan, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin tartıştırılmasının önünü kesme gayreti içinde olmamalı. Buradaki ikinci çelişki de şu: AKP’li seçilmişlerin, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi (CBHS) tartışılabilir, tartışılmalıdır, rehabilite edilmelidir, restore edilebilir biçimindeki beyanlarına rağmen; Saray atanmışları, bu tartışılmaz deme eşiğinde. Burada şu oluyor: atamışların seçilmişlere üstünlüğü.

600 vekilin yetkisi Anayasa tarafından sayılmış, belirlenmiştir. İç tüzük yetkisi de yasa koyma yetkisi de bize ait. Meclisin daha işlevsel hale getirilmesini meclis dışında başka bir organ yapabilir mi? Çünkü biz anayasanın biricik muhatabı olan organız. Asli ve genel yetkiye sahip olan tek organ TBMM. TBMM’nin görev ve yetkilerinin artırılıp eksiltilmesi anayasada bellidir. Sarayın bürokratının vereceği bir karar değildir. Onlar hadlerini aşıyorlar. Burada yetki aşımı, yetki gaspı söz konusu. Bu sürecin sarayda yürütülmesinin anayasal açıdan sorunlu olmasının, yasama- yürütme- yargı biçimindeki erkler ayrılığı açısından sorun teşkil etmesinin ötesinde, sisteminin sanki kendini meşrulaştırması biçiminde bir görüntü verebilir. Bunu meşrulaştırıcı sürece girmememiz gerekir. Ayrıca kesinlikle bu sistem içerisinde Muharrem İnce’nin düştüğü yanılgıya düşmemek, iktidar yarışına girmemek lazım. ‘Ben Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde daha iyi yönetirim’ yarışına girdiğiniz zaman, iki hata yaparsınız: Sistemi meşrulaştırırsınız ve hedefinizi kaybedersiniz. Biz anayasa çalışması yapmıştık 4 parti arasında. Muharrem İnce CB adayı olarak bir anayasal hedefi de koyacaktı. Muharrem İnce seçimi kazandığı takdirde bir geçiş dönemi, anayasa dönemi olacaktı. Geçiş döneminde anayasayı hazırlayacaktık. Parlamenter rejime dönülecekti. Fakat Muharrem İnce, bir yanılgı olarak iktidar yarışına girdi. Böyle bir durum şimdi de olası. 2023’e de biz kendimizi iktidar yarışına odaklarsak o zaman 2023’e kadar biz de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini meşrulaştırmaya katkıda bulunmuş oluruz. Bundan kaçınmak gerekir.

Biz onların deyişiyle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni, -onların deyişi ile çünkü böyle bir şey yok; hükümet yok, cumhurbaşkanı yok, sistem yok. Benim deyişimle monokrasi söz konusu- meşrulaştırıcı söylemden kaçınmalıyız. Biz bu meclisi bir kurucu meclis olarak almalıyız. 2023’te Tayyip Erdoğan’ın süresi sona eriyor. Erdoğan’dan sonra da bu sistemin yaşama şansı yok. Biz de bunu öngörerek 2023’e kadar yeni anayasa projemizi ortaya koymalıyız. Biz Cumhuriyetin 100. yılına doğru kurucu meclis ruhuyla hareket etmeliyiz ve bu meclisi yani 27. yasama meclisini bu hedefte çalıştırmalıyız. Bunun için doğru bilgiye sahip olmamız gerek. Ayrıca yol haritası olarak adil yargılanma hakkı yasa önerisinde olduğu gibi hep ön açıcı çalışmalar yapmalıyız. Biz CHP olarak diğer partilerle birlikte azınlıkta olduğumuzun bilinci ile bir meclis muhalefeti anlayışı geliştirmemiz gerekiyor. Yani etkili bir muhalefet, yasama muhalefeti yapmamız gerekiyor mecliste. Buna ek olarak bunun amacı, Meclisi, kurucu meclise çevirmektir ve sürekli anayasal projemizi gündeme getirmemiz, önermemiz gerekiyor. Cumhur İttifakı bu rejimi, Osmanlıdan Cumhuriyete kurulmuş olan parlamenter rejimi anayasa yoluyla yıktı, meşru olmayan bir yolla yıktı. Olağanüstü hal, darbe girişimcilerine karşı ilan edildi; ama anayasa değişikliği için kullanıldı. Olağanüstü hal ve koşullarında anayasa dayatması, oylatması yapıldı. Bu yüzden meşru olmayan bir şekilde yapıldı. Biz de demokratik rejimi anayasa yoluyla inşa etmeliyiz. Yıkım anayasa yoluyla olduğu için inşa da anayasa yoluyla olmalı. Ama yöntem farklı. Biz bunu meşru biçimde yapacağız. Tabii buna öncelikle bizim inanmamız gerekiyor.

  • Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne ilişkin olarak Fuat Oktay başkanlığında bir grup, sistemin aksayan yönlerine yönelik bir çalışma yürütüyor. Bu bir çözüm olabilir mi? Önümüzdeki dönemde yoğun biçimde tartışılacak bir mesele olarak da Erdoğan bir daha aday olabilir mi?

Erdoğan bir daha aday olamaz. Çünkü anayasa madde 101’de açık hüküm var. Bir kişi en fazla iki kez aday olur. Bu hükme 2017 değişikliğinde dokunulmuş değildir. Bu açıdan herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Yani anayasal normun devamlılığı ilkesi. ‘Yeni rejim kurduk’ biçimindeki iddia ise bir istisna hüküm olsaydı, değişiklik ile birlikte ‘bu madde Tayyip Erdoğan için geçerli değildir’ şeklinde hüküm konsaydı o zaman geçerli olabilirdi. Anayasa gereği Erdoğan aday olamaz.

  • Bir diğer formül olarak da Cumhurbaşkanı eğer erken seçim kararı ilan ederse görev süresinin bitmemiş olacağı ve bir daha Cumhurbaşkanı adayı olabileceği konuşuluyor. Buna dair yorumunuz nedir?

TBMM üye tam sayısının 5’te 3 çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesi kararı alınır. Bu da 360 milletvekilinin oyuna denk geliyor. Cumhurbaşkanının ikinci döneminde meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir. Meclis, şimdi seçimlerin yenilenmesine karar verirse o zaman cumhurbaşkanı bir kez daha aday olabilir. Fakat cumhurbaşkanı ülkeyi kendi seçime götürürse aday olamaz. Anayasanın pozitif hukuk düzleminde hükümleri açıktır. Normatif olarak, Cumhurbaşkanının 2013’e kadar görevde kalma güvencesi var. Fakat politik olarak, seçimlerin yenilenmesi kararı sonucu yapılacak seçimlerde seçilmesinin bir garantisi yok.

Bu sistem sürdürülemezdir. Neden sürdürülemez bir sistemdir? Çünkü Türkiye’de çok uzun zamandır Osmanlı’dan bu yana oluşmuş olan bir yapı vardı. Bu yapıyı ortadan kaldırmaya kalktılar. Bu, kendilerinin belirlemiş olduğu ortadan kaldırma sürecine bile riayet edilmeden yapıldı. Mesela uyum kanunları hazırlanmadı. Askeri darbe döneminde bile uyum kanunları hazırlandı. Uyum yasaları hazırlamadan seçime gittiler ve CBHS adını verdikleri rejime geçtiler. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet çizgisinde oluşan bütün anayasal ve kurumsal yapılar bir anda alt üst edildi. Şimdi onun sancısı yaşanıyor. Sıklıkla kullanılan ve dejenere edilen “milli ve yerli” kavramıyla söyleyecek olursak ne kadar milli ve yerli varsa hepsi alt üst edildi. Bu nedenle güncel gereklilik açık: gelin, anayasal yanlışı düzeltelim; Türkiye’nin tarihinden başkanlık rejimi geleneği yoktur.

Sistemin işlemeyeceği zaten belliydi. Biz anayasa değişikliği oylanmadan önce söylüyorduk. Yürürlüğe girmeden önce söylüyorduk ama yürürlüğe girdikten sonra onlar bunun denemesini yaptılar. Bu işlemedi, çünkü bir kişi hem cumhurbaşkanı, hem parti başkanı, hem devlet başkanı, hem baş komutan olamaz, mümkün değil; üstelik, bütün yetkilerin merkezde toplandığı üniter bir devlette. Bu bakımdan oluşmuş olan bütün yapıların bir kişiye yönlendirilmesi, sürdürülebilir değildir. Burada bürokratlar bir tür günah keçisi olarak görülüyor. Oysa bürokrat sonuç olarak görevli olandır, yetkilinin kim olduğu belli değil. Örneğin bu yargı reformu strateji belgesinde olduğu gibi; acaba bu konuda bakan mı inisyatif alır yoksa Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Belirleme Kurulu mu? Yapı olarak Cumhurbaşkanlığı’nda 9 tane kurul var. Bu 9 kurulun yapılanma tarzı, 1 Nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’ne göre bakanların üstündedir. Bu açıdan bakıldığı zaman acaba Türkiye’nin devlet yapısının dibe vurmuş olması, bürokratlardan mı kaynaklanıyor yoksa mevcut siyasal- idari sistemin, hiyerarşik yapının alt üst edilmiş olmasından mı kaynaklanıyor? Siz devletin yaklaşık 150-200 yılda oluşmuş yapısını tamamen bir anda ters yüz ederseniz, o zaman o devletin çarklarını işletmeniz kolay olmaz.

  • Geçtiğimiz haftalarda üç büyükşehire kayyum atandı. Daha sonra İçişleri Bakanı’nın açıklamalarıyla da Ankara, İstanbul, İzmir gibi şehirlere de kayyum atanması hakkında tartışmalar başladı. Bu açıklamaların yasal bir dayanağı var mı?

Anayasa madde 127 açıktır. Geçici uzaklaştırma. Ancak bu maddede 1982 yılında, parlamenter rejim bağlamında yazıldı yani bakan siyasal yetkinliğe sahipken yazıldı. Şimdi bakan siyasal kimlik ve sorumluluğa sahip değil. Dolayısıyla bakanın 2017 değişikliğinden önceki yetkisine göre bu yetkiyi daha sınırlı, daha istisnai olarak kullanması lazım. Ne zaman kullanır bunu? Mesela bir belediye başkanı suç üstü yakalanırsa. O zaman bakan bu yetkiyi geçici önlem olarak kullanır ve oraya seçilmiş bir meclis üyesi atanır. Deniyor ki 674 sayılı KHK ile getirilen kayyum yolu. Hayır. 674 sayılı KHK yasalaştırılmış olsa da burada yürürlükte olan Anayasa madde 127’dir. O bakımdan, Anayasa madde 11’e göre; yasama, yürütme, yargı idare organları bütün diğer tüzel kişileri ve gerçek kişileri bağlayıcı hükümlerdir. 127’nin dışına bakan çıkamaz. Burada hata yapıldı. Dahası ne yapıldı? O günden itibaren büyük bir operasyon başlatıldı. Bir linç kampanyası başlatıldı. Hiç kimse mahkemece kesin hüküm verilinceye kadar suçlu sayılamaz; suçsuzdur, yani suçsuzluk karinesi geçerlidir. Görevden alınan o üç başkan, 127’ye göre halen belediye başkanıdırlar. Maaşlarının 2/3’ünü alıyorlar. Bu önlem geçici bir önlemdir. O zaman diyelim ki anayasa maddesi zorlanılarak yapıldı, ne yapması gerekir? Bakanın bir an önce “Ben sustum, iş yargının işidir” demesi gerekir. Ancak bakan ne yapıyor? Sürekli konuşuyor. Bırakın o kişileri suçlu ilan etmesini, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı bile “Neden ziyaret ettin?” diyerek suçlamaya çalışıyor. Bu durumda dönüyoruz anayasaya, bu sürece. Bir Diyarbakır, bir Mardin, bir Van hâkimi nasıl bağımsız karar verecek? İçişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı, bu üç başkanı anayasa madde 138’i ihlal ederek suçlu ilan ediyor. Neden suçlu dediğiniz zaman, “Diyarbakır’da bir caddenin adı sahabe adıydı onu kaldırdı teröristin adını verdi” diyor. Bu kadar gayri ciddi bir açıklama olur mu? Anayasa ihlallerinin ötesinde bir de valiyi Diyarbakır’a belediye başkanlığı için atamadın ki, valilik yapsın diye atadın. Valinin görevi güvenliği sağlamak. Sen bu üç büyük ilin valisini, valilik yerine belediye başkanlığına kaydırdığına göre, Anayasa madde 126’yı ihlal ediyorsun. Çünkü sen valiyi merkezi idarenin temsilcisi olarak atıyorsun. Bu bir. İkincisi güvenlik sorunu var diyorsun. Onları, enerjilerini valilik makamlarına vermeleri yerine belediyelere yönlendiriyorsun. O zaman güvenlik sorunu yok demektir. O zaman kendi kendine çelişiyorsun. Son olarak genel kayyum söylemini dillendirmemek gerekir. Çünkü gayrı meşrudur. Anayasa dışıdır. Demokrasinin son mekanizmalarına bile nefes aldırmamaktır. Bunu dillendirerek bir meşruluk sağlamamak gerekmektedir.