Bozkurt Güvenç: Sorunun çözümü Türkiye’deki ekonomik güçlüklerin bastırılması ile olacaktır

Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’le Türkiye’nin bugünlere nasıl geldiğine ilişkin süreci ve içinden geçtiği durumu konuştuk.  

Güvenç, ülkedeki sorunun çözümünün Türkiye’deki bir siyasi hareketten ziyade ekonomik güçlüklerin bastırılması ile olacağını belirtiyor. “Devlet eğer senin benim maaşımı, devletin zaruri giderlerini ödeyemezse o devlet çöker.” ifadelerini kullanan Güvenç, iktidarın türlü imkanlarla  devleti çökertmeden yürütmeye çalıştığını ve bütün davalarının önümüzdeki nisan ayını bulmak olduğunu belirtiyor.

Güvenç ayrıca, Türkiye’nin geleceği ile ilgili kanaatini “Türkiye’de erkekler artık ülkeyi yönetemez hale gelmişlerdir. Belki de ülkenin yönetimini kadınların üstlenmesi gerekiyor.” sözleri ile dile getiriyor.

  • Türkiye’de farklı krizlerin iç içe yaşandığı dile getirilmektedir. Sizin bu konudaki yaklaşımınız nedir?

 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’de gizli bir cumhuriyete karşı İslam’ı gündeme getirmek ve toplumu yeniden İslam’a yöneltme krizi var. Bu laik cumhuriyete ve Atatürk devrimlerine karşı bir davranıştır. Bu darbe kendisinden önceki 1971 darbesinin devamıdır. Onun başaramadığını, yapamadığını 1980’de büyük bir başarıyla yaptılar. Ordunun silahlı kuvvetlerin emir kumanda zinciri altında pek çok ordu mensubu buna karşı çıktığı halde susturdular. Bu darbenin amacı 27 Mayıs 1960’ın etkilerini tümüyle silmekti. Bunu başardılar. İkinci başarı, kendi yapamadıklarını 2002’de Amerika’nın. Batı’nın desteğiyle uygulamaya koydular. Bu uygulamanın adı Türkiye’nin ekonomik kalkınması ve 3Y politikasıydı. Nedir bu 3Y? Yolsuzlukla, yasaklarla ve yoksullukla mücadele. Bu 3Y ile başladı. Dikkat edilirse bugün iktidarda olan parti tekrar 3Y’yi yerine getireceğiz diyor. Sanki hiçbir şey yapamamış gibi aynı şeyleri tekrarlıyor. Bu arada 16 yıldır olanları kim yaptı? “Biz yapmadık ortağımız yapmış”. E peki sen ne yapıyordun? “Biz yanıldık”. Yanılmak insana mahsus bir şeydir. Ancak bunun yanılgı olduğunu düşünmüyorum bu gayet kasıtlı, bilinçli bir şeydir. Türk Silahlı Kuvvetleri bu “yanılma” dedikleri çarpıklığı fark ettiği için buna karşı yarı açık yarı kapalı bir direnç gösterdi. Bu sefer TSK’yı devreden çıkarmak için Ergenekon ve Balyoz iddianameleri gündeme getirildi ve TSK’nın cumhuriyeti koruma, kollama gücüne son verildi. Batı dünyası, bu değişen iç politikayı yürekten destekledi. Çünkü onların Türkiye’yi kullanma, Türk ekonomisinden yararlanma isteğine TSK karşı çıkıyordu. Silahlı kuvvetler Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunuyordu. Sen tam bağımsızlığı savunursan biz seni devreden çıkarırız dediler ve bunu başardılar.

Bu arada batının iki yüzlülüğü var. 2008’e kadar AK Parti ve FETÖ ortaklığını desteklediler. İşler kötüye gitmeye başlayınca bu sefer eleştirmeye başladılar. Şöyle bir örnek vereyim; 1997-98 yıllarında İspanya’da bir toplantı yapıldı. UNESCO’nun düzenlediği toplantının konusu “Avrupa’nın geleceği” idi . Ben bir tarihçi arkadaşla katıldım toplantıya. Toplantının son günü program dışı olarak eski bir İngiliz Dışişleri Bakanı geldi, toplantının son konuşmasını yaptı. Söylediği şu; “Avrupa bugüne kadar büyümüştür, bundan sonra büyüyecektir. Belki Kuzey Avrupa’dan Orta Asya’ya doğru büyüyecektir. Fakat bu genişleyen Avrupa’da Türkler asla ama asla yer almayacaktır.” Adamı tarihçi arkadaşla birlikte kapıda yakaladık dedik ki “Türkiye’nin Avrupa’da yeri olmayacak dediniz, ne tavsiye edersiniz Türkler ne yapsın?” “Siz “ dedi, “Orta Doğu’da İsrail ile ortak bir birlik kurun”. Bu cevap bizim hoşumuza gitmedi ama adam gerçeği söylüyordu. Çünkü bunun hemen arkasından “Büyük Orta Doğu Projesi’’ gündeme geldi. Peki bu proje ne yapıyor? Açıklanan haritalara göre Anadolu’nun Doğu Anadolu kısmı Türkiye’den koparılıp yeni kurulacak Kürt devletine veriliyor. Sonra tabi işler kötü olunca eş başkanlık bitti, konuşulmuyor. Bu haritadan da söz edilmiyor. Fakat niyetlerinin bu olduğu gayet açıktı. Bu politikayı savunmak ve uygulamak üzere gelmiştir AK Parti.

Yalnız 2007-2008’den sonraki uygulamada bir hataları oldu. O güne kadar tüketime dayalı bir ekonomiyle Türkiye’de bir hareket yarattılar. Yani çok varlıklı olmayan bir kesimi aldılar orta sınıf haline getirdiler. Onu orta sınıf haline getirirken, orta sınıfı da fakirleştirdiler. Bu politika İngiltere’de ve Amerika’da kullanılmıştır, başarısız olmuştur, bunun adı refah ekonomisidir. Bu başarısızlık üzerine Amerika son zamanlarda bu politikadan vazgeçti, İngiltere’de daha önce ayılarak vazgeçmişti. Fakat bizimkiler bu politikayı hala devam ettirmek çabasındalar. Hala üretim yerine tüketimle kalkınacağız sanıyorlar. Bu politika savunulacak bir politika değildir. Bu yanlışta ısrar ediyorlar. Batılılar da karşı cephe aldılar. İşte krizler bunlar. Fakat özellikle 15 Temmuz darbesinden sonra Türkiye’de artık bu tür eleştiriler belki konuşularak yapılıyor ama yazılamıyor. Yazılanların tepesine binip türlü bahanelerle içeriye atıyorlar. Ne kadar sürer bilmiyorum ama sanıyorum ki sorunun çözümü Türkiye’deki bir siyasi hareketten ziyade ekonomik güçlüklerin bastırılması ile olacaktır. Devlet eğer senin benim maaşımı, devletin zaruri giderlerini ödeyemezse o devlet çöker. O yüzden şimdi türlü imkanlarla o devleti çökertmeden yürütmeye çalışıyorlar. Bütün davaları önümüzdeki nisan ayını bulmak.

  • Türk-islam Sentezi hakkında önemli değerlendirmeleriniz oldu. Bu paradigmayı nasıl çözümlüyorsunuz ve Türkiye’nin yeni bir paradigmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz?

Gerçekten Türk İslam sentezi istiyorsanız, Türk varlığının İslam’la yaklaşması arzu edilebilir. Fakat bunların yapmak istediği Türk-İslam sentezi değil, koruyucu Türk altında bir İslam devleti kurmaktır. Bu politika Türkiye’de hiçbir yönetim kurumundan geçmemiştir. Hiçbir yerden onay almadan uygulanmıştır ve en kötüsü de eğitime uygulanmıştır. Ayrıca yine daha kötüsü de devletin sosyal planlama teşkilatı bu politikayı savunan bir milli kültür kitabı yayımlamıştır. 1960’ta kurulan ve devletin planlı kalkınmasını sağlamakla görevli bu teşkilat maalesef Türk-İslam sentezine alet olmuştur. Bütün eleştirilere rağmen maalesef bu politika halen bütün şiddetiyle, geniş kapsamıyla uygulanmaktadır. İsim vermeyeceğim ama bugünkü iktidar neyi savunuyorsa tersini yapıyor. Acaba burada muhalefetin bir kusuru var mı? İktidarın sözcüleri “Biz bu anayasayı tanımıyoruz” dedikleri halde muhalefet, muhalefetini anayasal sınırlar içinde yapmaya çalışıyor. Bunun için de başarılı olamıyor.

Türkiye Cumhuriyeti modernleşme sürecine maalesef tam endüstrileşmeden girmiştir. Yani endüstrileşmeden şehirleşmeye kalkmıştır. O zaman o şehir endüstri devriminin şehri değil, tarım çağının şehri oldu. Ancak tarım çağında şehirler 15-20’bini aşmaz. Bunların zoruyla İstanbul, Ankara gibi büyük kentler milyonluk kent oldu. Bu yanlışın sonucu olarak Devlet Planlama Teşkilatı’nın ilk yıllarında meseleyi anlayamayan plancılar şu fikri savundular; “Batı’nın gelişmiş ülkeleri şehirleşmiş ülkelerdir. Biz şehirleşmeyi teşvik edersek Türkiye kalkınır.” Şehirleşmeyi teşvik edersen, şehirler büyür ama o büyüyen şehirler şehir olmaz. Başka bir şey olur. Özetle Türkiye bu yanlış politikaların sonucu olarak kentleşmiş ama kentlileşememiştir. Çünkü bugün kentlerde yaşayan milyonlar kentli gibi değil devletin desteğiyle kent civarında oturan kentlilerdir. Bunların bir üretim gücü kalmamıştır. Kırsal kökenlerinden kopmuş fakat kentte iş güç sahibi olamamışlardır. Ancak devlete bağlı olarak marjinal gelirlerle devletin imkanlarıyla yaşamaktadırlar.

Son günlerde Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yeni kadroda çok ilginç bir gözlem yapıldı. Türk işçisi çalıştığı yabancı ülkelerde sosyal demokrat partiyi destekliyor, Türkiye’de AK Parti’yi destekliyor. Bu çelişkinin açıklaması yapılmadığı sürece bu bir krizdir. Bu insanların demek ki dünya görüşleri yok, çıkarları var.

Bunun adına liberal kapitalizm deniyor. Dünya sosyal demokrasiye geçmeye çalışıyor ama kapital buna imkan vermiyor, medyayı satın alarak. Bugün dünyamızda bir kriz var. Çağdaş uluslar demokrasiyle değil medyadan idare ediliyor. Yalnız Türkiye’de değil başka ülkelerde de öyle. Türkiye’de yalnızca 2-3 gazete doğruları yazmaya çalışıyor, 90 tane kanal her gün aynı şeyleri söylüyor.

Ünlü bir ordinaryüs profesör 1980’de ve 1990’da Türk İslam sentezini destekledi. Kendisiyle on yıl sonra bir toplantıda karşılaştık, “Hocam” dedim, “Siz bir akademisyen olarak bu işin yanlışını görmediniz mi, neden desteklediniz?” Cevap şu; “O günün şartları öyle gerektiriyordu”. Yani devlet benden onu istiyordu, onu yerine getirdim. Bunu söylemekle sorumluluktan kurtulduğunu ifade ediyor. Acaba kurtuldu mu?

  • Yaşanan bütün bu gelişmelerin ışığında Cumhuriyetin tarihsel ve toplumsal anlamı konusunda yaklaşımınız nedir?

Cumhuriyet, Osmanlı Devleti’nden devralınan, 20-25 kadar etnik grubun uzlaşmasıyla kurulan yeni bir devlettir. Fakat esas başarısı devletin kurulması değil, farklı gruplardan bir milletin yaratılması, bir ulus bilincinin yaratılmasıdır. Atatürk bunun farkına vardığı için ilk yıllardan itibaren eğitime önem veriyor. Tevhid-i Tedrisat Kanunu, ikinci olarak Medeni Kanun, kadın erkek yurttaş eşitliği. Medeni Kanun’dan sonra nüfus sayımı yapılacakken Halk Partili mebuslar Devlet İstatistik Enstitüsü’nü kuracak olan Belçikalı hocaya diyorlar ki; “Kadınları da sayacak mıyız?” Çünkü kadın aile içerisinde bir varlık ama kişi değil. Varlık erkek, kadın ona bağlı. Bu soru 1927’de soruldu. 1911’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında bir yasa geçiyor. Mebuslardan bir tanesi kalkıyor, “Reis bey oy verdiğimiz, kabul ettiğimiz kanun kadınlara da uygulanacak mı diyor? Reis, “Ne münasebet, sadece insanlara uygulanacak.” diyor. Farkı görüyor musunuz? 1911 Osmanlı’nın mebusuyla, 1927 Türkiye Cumhuriyeti’nin mebusu aynı soruyu soruyor. Demek istediğim kanunlar değişir ama insanların kafasını, dünya görüşünü değiştirmek o kadar kolay değildir. 1945’te Demokrat Parti kuruluyor ve bir demokrasi devrimi yapacak değil mi? Cumhuriyet’in en saygın köşe yazarlarından Ali Sirmen dedi ki; “Büyük hatamız çok partili cumhuriyeti demokrasi zannettik.” Cumhuriyette değişme yok. Halbuki demokrasi çok parti değil. Bugün 25 tane parti var Türkiye’de demokrasi var mı?

Yeni bir paradigmaya ihtiyaç var mı? Var. Fakat bu paradigmanın medeni bir üslupla, yöntemle yaratılması için bugünkü iktidarın çekilmesi gerekir. Bu da ancak taşıyamayacakları kadar ağır bir yük altında kendilerinin gitmesidir. Çünkü onları demokratik yoldan gönderecek bir güç, örgüt kalmamıştır. Güçlük burada.

Benim kanaatim Türkiye’de erkekler artık ülkeyi yönetemez hale gelmişlerdir. Belki de ülkenin yönetimini kadınların üstlenmesi gerekiyor. Kadın barışçıdır, erkek savaşçıdır. Erkek öldürür, kadın yoğurur, uzlaştırır. Çünkü kadın, anadır. Ama siyasiler kadın bu görevini yerine getirmesin diye kadının ortaokul ötesinde eğitim almasını istemiyorlar. Nüfus araştırmaları şunu gösteriyor ki eğer bir genç kadın, anne adayı, doğru düzgün laik bir lise eğitimi alırsa üniversite düzeyinde bir kişilik kazanır. Onun için bu iktidar kadınların lise eğitimi almaması için her şeyi yapmaktadır.

BOZKURT GÜVENÇ KİMDİR?

Türk mimar, akademisyen, devlet adamı.

Bir asker ailesinin çocuğu olarak 1926 yılında Samsun’da doğdu. İlk ve ortaokulu babasının vazifesi geregi farklı şehirlerde okudu. Daha sonra Istanbul’da Kabataş Lisesi’nde yatılı okudu. Üniversite eğitimine İstanbul’da İTÜ’de başladı. Bu üniversiteye bir yıl devam ettikten sonra devlet bursuyla Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti ve Mimarlık öğrenimini ABD’de tamamladı (1950).

Türkiye’ye geri döndükten sonra bir müddet TCDD’de çalıştı. 1952’de evlendi. Çok partili sisteme geçişi izleyen Demokrat Parti döneminde eğitim, felsefe ve yabancılaşma sorunlarıyla ilgilendi. Hacettepe Üniversitesi’nde insanbilim bölümünü kurdu. 1969’da doçent, 1977’de profesör unvanlarını aldıktan sonra 1993’te emekli oldu.

Güvenç’in yayımlanmış araştırmaları insan, kültür, eğitim ve değişim sorunlarına odaklanmaktadır. Ayrıca 1974’te Bülent Ecevit tarafından başbakanlık kültür müsteşarı olarak atandı.

Güvenç’in yayımlanmış araştırmaları insan, kültür, eğitim ve değişim sorunlarında toplanıyor:

Türkiye Demografyası (HÜ 1971), Sosyal Kültürel Değişme (HÜ), ınsan ve Kültür (Remzi 1991), Kültür Sorunu (Remzi 1985), Japon Kültürü (1992), Eğitimi (1991), Mantık ve Metot (AÜ 1992), Üniversiteye Geçiş (ÖSYM 1992). Yazarın Erich Fromm’dan (Özgürlük Sorunu, Özgür insan), Octavio Paz’dan (Yalnız Dolambacı, Cem), Ben Ferrington’dan (Darwin Gerçeği, Çağdaş), Will ve Ariel Durant’dan (Tarihten Dersler, Cem) Calvin Wels’ten (ınsan ve Dünyası, Remzi) gibi çevirileri var.