Cuma, Nisan 19, 2024

Sonsuzluk Aynası Odaları ve puantiyelerin kırmızı saçlı prensesi

1.Dünya Savaşı’nın gölgesinde bir çocukluk, tutucu bir anne, çapkın bir baba. Yayoi Kusama için çizmek mutsuzluktan kaçmanın tek yolu. Ama bakıyor ki dönemin Japonya’sında bir kadın ve sanatçı olarak ona rahat yok, 28 yaşında New York’un yolunu tutuyor.

60’ların New York’unda yapayalnız bir Japon ressam. Yayoi o kadar parasız ki, balık kafalarından çorba yapıyor. Çok üretiyor ancak eserlerini kopyalayan sanatçılar ondan daha çok para kazanıyor. Sonunda, 1977’de kendini Tokyo’daki bir akıl hastanesine atıyor.

Londra’nın dünyaca ünlü modern sanat müzesi Tate, Mayıs 2021’den bu yana iddialı bir sergiye ev sahipliği yapıyor: Japon sanatçı ve yazar Yayoi Kusama’nın Sonsuzluk Aynası Odaları.

Aynalar, prensesler derken, yazımın başlığını okuyunca kafanızda bir “Alice Harikalar Diyarında” imgesi oluşmuş olabilir. Haksız da sayılmazsınız çünkü Yayoi Kusama’nın dünyası en az öyküdeki kadar, hatta belki daha da renkli. Ancak toz pembe bir öyküden ve Alice’te olduğu gibi bir rüyadan söz etmiyoruz bu kez.

Sergi bize bahane olsun, size günümüzün en üretken, en yaratıcı ve öyküsü en travmatik sanatçılarından Yayoi Kusama’dan söz edeyim istedim. Bakın o çocuksu coşkunun ardında ne hikayeler saklanıyor.

Japonya’dan Amerika’ya uzanan bir hayat

Kusama 1929 yılında Japonya’nın küçük bir şehrinde doğuyor. O dönem ülkenin en milliyetçi muhafazakar dönemlerinden birisi. İkinci dünya savaşının gölgesinde geçen bir çocukluk, varlıklı bir aile, son derece tutucu bir anne, çapkınlıklarının önü alınamayan bir baba. Anne, babasının sayısız evlilik dışı ilişkilerinin izini minik Yayoi’ye sürdürüyor. Yayoi gelip gördüklerini anlatınca da anne küçük kıza ciddi şekilde fiziksel şiddet uyguluyor. Ancak özellikle gördükleri Yayoi’nin bir ömür boyu peşini bırakmıyor.

Eli kalem tutar tutmaz resim yapmaya başlıyor Yayoi. Aile ne kadar karşı çıkarsa, O da o kadar tutkuyla devam ediyor resim yapmaya. Çizdikleri onun için mutsuzluktan kaçmanın tek yolu, günde 70 suluboya resim yaptığı oluyor. En sonunda, annesinin tüm itirazlarına rağmen, daha büyük bir şehre, Kyoto Sanat Akademisi’ne resim okumaya gidiyor. Ama bakıyor ki dönemin Japonya’sında bir kadın ve sanatçı olarak ona rahat yok, 28 yaşındayken çantasını eline aldığı gibi New York’un yolunu tutuyor. Elbisesine sıkıca dikilmiş biraz para, çantasında resimleri ve orada satmak üzere yanına aldığı 60 tane ipek kimono ile.

New York’un onu kollarını açarak karşıladığı söylenemez. Yapayalnız bir Yayoi koca şehirde varolmak için savaşıyor. New York hızlı, New York acımasız. O kadar parasız ki, balıkçılardan topladığı balık kafaları ile çorba yaparak karnını doyuruyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra bir Japon olarak Amerika’da olmak da kolay değil. O ise, adeta Japonluğunun altını çize çize, renkli kimonoları ve şemsiyeleri ile geziyor sokaklarda, farklılığını ve yalnızlığını sanatıyla anlatıyor. Çok geçmiyor, 60’lı yılların New York’unun son derece renkli sanat dünyasında, yaptığı protest sanat çalışmaları ile öne çıkan bir isim olmaya başlıyor. Çok üretiyor ancak eserleri kopyalanıyor ve onun fikirlerini kopyalayan sanatçılar ondan daha çok para kazanıyor. Son tahlilde elimizde depresyonda ve neredeyse beş parasız bir Yayoi Kusama var.

Çaresiz, 1973’te Japonya’ya geri dönüyor. Halüsinasyonları iyice şiddetlenmiş. Çılgınlar gibi yazmaya ve çizmeye başlıyor kendini kurtarmak için. Sonunda, 1977’de kendini Tokyo’daki bir akıl hastanesine atıyor. Tahminlerin aksine, bu gönüllü yatış Kusama için bir son değil, yepyeni bir başlangıç oluyor.  Hastanede kendini sadece sanata adıyor. 1990’larla birlikte bienallerde yer almaya başlıyor, uluslararası sanat dünyası yeniden adından söz ediyor. Kusama bugün hala o akıl hastanesinde yaşıyor. Her sabah hastane odasından karşıdaki stüdyosuna gidiyor, gün boyunca çalışıyor, tasarlıyor, üretiyor ve akşam olunca odasına geri dönüyor.

“İÇİNE GİRİP KAYBOLUNASI” ESERLER

Yayoi daha minicik bir kızken, bir gün tuhaf bir şey oluyor. Bir masa örtüsünün üzerindeki küçük kırmızı çiçeklere bakarken, bir anda çiçeklerin her yeri kapladığını görüyor. Tavan, pencereler, yerler, kendi vücudu hep o kırmızı çiçeklerle kaplı. Bir kırmızı çiçek denizi tarafından yutulduğu duygusuna kapılıyor, korkudan titriyor küçük kız.

Kırmızı çiçeklerle başlayan bu şiddetli halüsinasyon, sayısız yeni halüsinasyonlar ile devam ediyor: Bazen nehirdeki taşlar kocaman büyük yuvarlaklar olup çevresini sarıyor, bazen insan boyundaki balkabakları onunla konuşuyor, kimi zaman puantiyelerle dolu bir dünyada yitip gidiyor. Akıl sağlığı ile ilgili problemler Kusama’yı hayatı boyunca yalnız bırakmıyor. O ise, ürettikçe korkularından arınıyor. Çocukluğundan başlayarak hayatının her evresine damga vurmuş olan travmaları, Kusama’nın beyninde sanki teker teker bir yaratıcılık çarkına giriyor ve eşsiz sanat eserleri olarak dışarı çıkıyorlar. Halüsinasyonlarındaki tüm temalar, Kusama’nın eserlerinde hayranları ile buluşuyor.

Uzaktan bakılası değil, “içine girip kaybolunası” eserler üreten Kusama, sanat eseri ile aramızdaki mesafeyi sıfırlıyor: Bizi sanat eserinin içinde, sanat eserini ise bizim içimizde kaybediyor bir anlamda.

KAOS YARATICILIĞA DÖNÜŞÜRKEN

İnanılmaz bir üretkenlikle çalışan bu avangard ressam, heykeltıraş ve yazar bugün Japonya’nın dünyaya armağan ettiği en önemli sanatçılardan kabul ediliyor. Bugüne kadar Kusama’nın dünyanın dört bir tarafında açılan sergilerini beş milyondan fazla insan gezmiş. Çoğu, kısacık bir ziyaret için saatlerce sıra bekliyor. Hatta Amerika’daki bir sergisinde iki saat sıra bekleyen ziyaretçilerin odada sadece 30 saniye kalmalarına izin verilmiş.

Yayoi Kusama, son 10 yıldır özellikle kurumsal dünyanın diline pelesenk olmuş yılmazlık kavramının vücut bulmuş hali adeta. Aynı şeyleri yaşayan başka birçok insanın yapacağı gibi görünmez olmayı seçmiyor asla. Ayrımcılıktan çok çekmiş bir Japon kadın sanatçı olarak, kişisel imajını ilmek ilmek kendisi örüyor ve inadına en görünür şekilde karışıyor topluma. Kırmızı saçları, eserleri ile birebir uyumlu seçtiği rengarenk giysileri, birbirinden güzel fotoğrafları ile dikkatinizi çekmemesi imkansız. Akıl sağlığı konusunda ise daima çok açık davranıyor ve sürekli olarak yaşadığı anksiyete ve korkunun sadece yaratıcılıkla hafiflediğini ifade ediyor.

Tate’teki sergide iki sonsuzluk odası var. İlki Kusama’nın hayatının dönüm noktalarını anlatan bir oda. Ziyaretçiler kendilerinin de aynalara vuran rengarenk sonsuz yansımalarını görüyorlar bu odada. İkinci oda, onu içine çekip yok eden puantiyelere dair. Ziyaretçiler sonsuz bir noktalar denizinde kaybolsun istemiş Kusama, aynı deneyimi onlar da yaşasınlar diye.

Bu yazıyı yazma nedenlerimden birisi, Yayoi Kusama’nın sıradışı öyküsünün ışığında akıl sağlığı ve hastalıkları hakkında açık konuşabilmenin önemini vurgulamaktı. Daha da önemlisi, insanın aslında her şeyi dönüştürmeye gücü olduğunu Kusama aracılığıyla bir kez daha hatırlamak ve hatırlatmak istedim.

Tate’deki sergi Haziran 2022’de sona erecek ve biletler Mart sonuna kadar tükenmiş. Ben bir bilet bulup sergiye gidebilecek miyim bilemiyorum ama en çok girişte yer alan Yas Avizesi’ni merak ediyorum zira Yas Avizesi’nin anlamı çok şiirsel: Yayoi Kusama bize güzelliği ve hüznü aynı anda yaşamanın mümkün olduğunu anlatıyor.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI