Cuma, Nisan 19, 2024

Sizi ‘dünyanın en mutlu adamı’ ile tanıştırayım

Güvenecek kimse kalmamış, derdinizi açsanız aklınızda binbir şüphe, yapayalnızsınız. Başına bunca şey gelirken neredeydi bu insanlar, neden ses çıkarmadılar, refik olduğunu düşündüklerindi sana hakaret eden, evini yağmalarken yüzüne tüküren

Toplama kampının işkencelerinden geçmiş, Sovyetlerin gelişiyle meşhur ölüm yürüyüşüne çıkarılmış, hayattaki her şeyini kaybetmiş, bütün sevdikleri öldürülmüş birinin yüz yaşında anılarını yazıp kendini “dünyanın en mutlu adamı” olarak tarif etmesini nasıl yorumlamalıyız?

Mutluluğun yolu nerelerden geçiyor?

Büyük ıstıraplardan geçmeyenler mutluluğu anlayamaz mı?

Soruları çoğaltmadan size kendisini tanıtayım.

1920’de, Leipzig’de doğan Eddie Jaku, Nazilerin yükselişini ve iktidarı ele geçirişini görmüş, antisemitizme maruz kalınca bir Almanya’yı daha önce terk eden Walter Schleif adlı bir Alman çocuğun kimliğiyle okula devam etmiş, endüstriyel âletler imal etmede parlak bir yeteneği olduğu fark edilince mesleğinde taltif edilmiş, sendikaya seçilmiş, ta ki…

Kristal Gece’de eve dönmeye karar verene kadar.

Evde kimseyi bulamadığı halde yol yorgunu, girip biraz dinlenmeye karar vermiş.

Sonrası kıyamet, yaka paça evden çıkarmışlar, evi ateşe verip izlettirmişler, bunlar da yetmemiş onu toplama kampına kapatmışlar.

“Bize düşman kesilenler Nazi milisleri ve faşist haydutlardan ibaret değildi. Sıradan vatandaşlar, ben daha doğmadan önce bile dostlarımız ve komşularımız olan insanlar şiddet ve yağmaya iştirak etti. Kalabalık mülkleri yok etmeyi bitirdiğinde -birçoğu küçük çocuklar olan- Yahudiler toplayıp çocukken paten yaptığım nehre attı. Buz kırılgan ve dondurucuydu. Birlikte büyüdüğüm erkekler ve kadınlar nehir kıyısında duruyor, insanlar mücadele ederken tükürüyor ve alay ediyordu.”

Jaku, ilkgençliğinin bu en travmatik ânını anlatırken insanların “Yahudi köpeklerini vurun!” die bağırdıklarını hatırlıyor.

“Alman arkadaşlarıma ne oldu da katil oldular? Dosttan düşman yaratmak nasıl mümkün olabilir? Bir parçası olmaktan gurur duyduğum Almanya, doğduğum ülke, atalarımın ülkesi neredeydi? Daha dün arkadaş, komşu ve meslektaşlarken ertesi gün bize can düşmanları olduğumuz söylendi.”

Kendini “Almanya sınırları içindeki en büyük toplama kampı” olan, 1937’de komünistlerinden kapatılmasıyla açılan Buchenwald’de bulmuş: “Adını, orada işkence gören mahkûmların çığlıkları nedeniyle Şarkı Söyleyen Orman olarak bilinen yakınlardaki kayın ormanlarından almıştı.”

Jaku, Nazilerin iktidara yükselişinin toplumun şirazesini nasıl kaydırdığını şöyle bir mukayese ile anlatıyor: “Hukukun üstünlüğünü her şeyden yukarıda tutan, kirli sokaklara neden olmasının verdiği rahatsızlıktan dolayı insanların yere çöp atmadığı bir millettik.”

Bunu söylerken kendini Nazizm öncesi Almanya toplumunun bir parçası olarak gördüğünü de söylemiş oluyor.

Bir Almanya varsa, Jaku da diğer herkes kadar o toplumu oluşturan fertlerden biri.

“Şimdi ise insanların bizi dövmesi kabul edilebilirdi ve teşvik ediliyordu. Çok küçük ihlaller için dövülürdük. Bir sabah yoklama ziline uyanamadım diye kırbaçlandım.”

Derken, bir yolunu bulup Buchenwald’den kaçmış Jaku.

Ailesiyle birlikte Belçika’ya sığınmış.

Ama burada da “istenmeyen Alman” olarak görmüşler onu; “istenmeyen Yahudi”den “istenmeyen Alman”a dönüşünce 43 yılında Auschwitz’e gönderilen trenlere bindirilmiş.

Mengele, babasını o meşhur parmak işaretiyle gaz odasına yollarken onu köle işçiliği yapacakların sırasına sokmuş.

Auschwitz öncesinde Jaku, Oostende’den kaçamayınca yönünün Dunkirk’e çevirmiş.

“Biz yürürken, Alman askerleri Fransa ve Belçika boyunca sel olmuş akıyordu. (…) biz şehre, efsanevi Dunkirk tahliyesinin tam ortasında vardık.”

Birlikte yürüdüğü arkadaşlarından biri yerde yatan ölü İngiliz askerlerinden birinin üniformasını giyerek İngiltere’ye giden gemilerden birine binebilmiş.

“Ben de aynı şeyi yapmaya çalıştım. Genç bir İngiliz askeri vurulmuş ve bir kütüğün üzerinde dinlenirken ölmüştü. Kendimi çok ötü hissederek, ceketini almak için düğmelerini açtım. Belden aşağısını soymak için eğildiğimde, kurşunun midesini delip geçtiğini gördüm ve yapamadım; bu zavallı çocuğun kıyafetlerini almayı nefsime yediremedim.”

Bu dili kitap boyunca koruyor Jaku, rikkat sahibi müşfik bir ihtiyar olarak konuşmaktan asla vazgeçmiyor.

Felaketin anlatılamayacağını ileri süren edebiyat profesörleri vardır, yaşamadan bilemeyeceğinizi, asla hissedemeyeceğinizi söylerler.

Ben bu görüşe pek katılmam ama felaket anlatmanın başka hiçbir şeye benzemediğini düşünürüm.

Jaku da aslında başından geçenleri anlatmamış; yaşadığı akılalmaz korkunçlukları pembe bir bulut içinden aktarmayı seçmiş.

Nasihatler arasında şöyle bir değinip geçmiş.

Sebebi şu cümlelerinde gizli olabilir: “Kurtulduğumuzda canına kıyan birçok insan tanıyorum. Pek çok kereler çok üzgündüm.Çok yalnızdım. Annemi çok ama çok özledim. Ne yapacağıma karar vermek, yaşamak ya da bir mezartaşı bulup anne babam gibi ölmek durumundaydım. Ama kendime ve Tanrı’ya, yaşayabildiğim en iyi şekilde yaşamaya çalışacağıma söz vermiştim, yoksa ailemin ölümü ve çekilen tüm acılar boşa gidecekti. Bu yüzden yaşamayı seçtim.”

İnsan yaşadıklarıyla nasıl başa çıkar?

Düşünün, aylarca işkenceden geçiyorsunuz, hiçbir şeyiniz kalmıyor, adınız dahil sahip olduğunuz her şeyi elinizden alıyorlar ve siz bütün bunlara göğüs geriyorsunuz.

Bir gün, bedenleriniz iskelete dönmüşken birileri size artık özgür olduğunuzu söylüyorlar.

Aylar sonra gerçek bir yemek buluyorsunuz, temiz bir çarşaf, sizi dinleyen insanlar…

Sağlığınıza kavuşuyorsunuz.

Sonra, dönüp bakıyor ve kimsenizin kalmadığını fark ediyorsunuz.

Siz özgürsünüz belki ama sizi “siz” yapan bütün değerler, insanlar, dostluklar yok edilmiş.

Güvenecek kimse kalmamış, derdinizi açsanız aklınızda binbir şüphe, yapayalnızsınız.

Başına bunca şey gelirken neredeydi bu insanlar, neden ses çıkarmadılar, refik olduğunu düşündüklerindi sana hakaret eden, evini yağmalarken yüzüne tüküren…

İşte o insanlar inancakları her şeyi yitiriyorlar ve uzay boşluğunda sonsuzluğuna sürüklenen bir uydu gibi yitip gidiyorlar.

Bütün acılara dayanıp yalnızlığın ve güvensizliğin böylesine dayanamıyorlar.

Brüksel’de meydanda yürüyor Jaku…

“İnanmadığım bir şey gördüm. [Arkadaşım] Kurt’a döndüm ve meydanın karşısındaki şık ve tanıdık bir takım giyen adamı işaret ettim. ‘O adamı görüyor musun?’ diye sordum. ‘Seni temin ederim, o benim takım elbisem!’”

Adamı takip etmiş ve onunla yüzleşmiş.

Gerçekten  de o takım, adam ceketi çıkarınca içindeki etiketten ve manşetlerinden belli olmuş, Leipzig’de kendine diktirdiği takımmış.

İşkencecilerin işkencelerine dayanmak mı zor, sıradan insanların yağmacılığına mı?

Onların kötü olduğunu biliyoruz, onlara mücadele edebilir, neden birer faşist olduklarını anlamaya çalışabiliriz.

Ya gerikalanlar?

Avustralya’da yepyeni bir hayat kurmuş kendine Eddie Jaku.

Torunlarının çocuklarını görecek kadar uzun bir ömrü olmuş.

İnsanın anılarını altmışımda anlatması farklıdır, yüz yaşında farklıdır.

Dinleyen dünya değişmiştir, anlatan da aynı insan değildir.

Felaket kolay kolay anlatılamaz.

Eddie Jaku anlatabileceği kadarını anlatmış.

Devam edebilmek için de “dünyanın en mutlu adamı” olmaya karar vermiş.

Karşınızda, “dünyanın en mutlu adamı” Eddie Jaku.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI