Siyasal İslam, değişimi siyasal iktidarın kuvveti ve etkin aygıtlarında arayan resmi bir din görüşüne dayalı olarak toplumu Müslümanlaştırmak tandanslı ve totaliter bir kimliğe sahip bir yaklaşımdır.[1] Siyasal İslam daha ziyade Batı tarafından geliştirilmiş bir mefhum olmakla beraber şiddet olayları, terör örgütleri, baskın ideolojilerin yanında demokratik yöntemlerle dinin etkinliğini arttırmayı hedefleyen geniş yelpazeli bir kavram karşılığıdır. Siyasal İslam; siyaseti alet ederek toplumun müslümanlaştırılması hedefini güden bir dinamizme sahiptir ve bu uğurda gerek şiddet yollu iktidarı ele geçirme gerekse demokratik yöntem ve maneviyat suiistimali metaforlarını kullanarak siyasal ve sosyo-ekonomik sahada dogmaların etkinliğini arttırmak için varlığını devam ettiren bir temele dayanmaktadır.[2] Türkiye’de İslam dini ve İslamcılık mefhumlarının tam olarak ne olduğuna dair süregelen tartışmalar, değişen konjonktür çerçevesinde yıllardan beri aynı önemini korumuştur. İslam dininin adalet, danışma ve dayanışma gibi öngördüğü ilkelerle birlikte iyiliği emretmesi ve kötülükleri yasaklaması çerçevesindeki kurduğu düzenle beraber Hz. Muhammed’in bir devlet başkanı sıfatına sahip olması ve ayrıca şura, biat, hilafet gibi mefhumlar da İslamiyet’in siyasi zeminde inşa edilmesine neden olmuş 1900’lü yılların sonlarına doğru dünya genelinde popüler olmaya başlayan ruhaniyet eğilimiyle birlikte İslamcı hareket de gelişim göstermeye başlamıştır. Garaudy’in yorumuyla, tekrar yükseliş trendine giren din; toplumların yeni zamandaki arayışlarına cevap verebilen bir hüviyete bürünmüştür. George Wiegel’e göre ise 20.yy.’da yaşanan toplumların üzerindeki sekülerizmin etkisinin zayıflaması sosyal bir realiteyi temsil etmiştir. Dinin yeniden bir trend yakalamasını, “Tanrı’nın Rövanşı” olarak betimleyen Kepel’in yorumuyla din, kültürler arasındaki duvarları yıkan birleştirici bir temel sağlamıştır. Dindeki bu yükseliş, kişiler bazındaki maneviyatın yükselmesinden ziyade esasında, dinlerin devletlerarası dengelerde iktidarı zorlaması şeklinde de yorumlanabilir. Huntington’ın yaklaşımıyla; gelecek büyük savaşların temellerini devletlerarası dengelerde önemli rol oynayan ve medeniyetleri birbirinden ayıran kültür ve din olguları oluşturacaktır.[3] İslamcılıkla Türkiye’de Müslümanlık ve İslamiyet’e dair her şeyin; evvelden beri karıştırılması, İslamcılık ya da Siyasal İslam’ın tarihi hikâyesini ve bu hikâyenin neticelerinin göz ardı edilmesini de beraberinde getirmiştir. İslamiyet, Cumhuriyet’in ilanından bu yana yeni rejim tarafından hep bir tehlike ve tehdit olarak görülürken Siyasal İslam ideolojisi de bu tehdit durumunun vücut bulmuş hali olarak varlığını sürdürmüştür.[4] Ayrıca tehlikenin bu isimle adlandırılması, 1980’lerin ardından gündem olan yeni bir olgu olarak doğarken bu manada Türkiye’deki Siyasal İslam’ın geçmişini en fazla otuz-kırk yıl öncesine bağlanmaktadır. Hâlbuki Siyasal İslam’ın özgün öyküsü, çok öncesine kadar uzanmaktadır. Siyasal İslam, sonradan ve dışarıdan şekillendirilerek tanımlanmaya çalışılan bir tandans olarak görülse de esasında çağdaş bir siyasal fikir hareketi olarak, bu tartışmanın yanı sıra bir kurtuluş düşüncesinin tezahürü olarak cereyan etmiştir. İslamcı ideoloji, Osmanlı İmparatorluğu’nu, girdiği dağılma sürecinden kurtarmak amacıyla ortaya atılmış bir düşün pratiğidir. Siyasal İslam Pratiğinin Temelleri 2. Abdülhamit döneminin özellikle dış politikadaki rotasını oluşturan Pan-islamizm ideolojisi, 19. yüzyılda Genç Osmanlı’lar ile başlayan Jön Türk hareketi ile devam eden ve II. Meşrutiyet dönemiyle olgunlaşan ve tek paydaş noktanın çöküşten kurtuluşa gidecek olan reçeteyi yazmak olan Osmanlı fikir akımları arasındaki en güçlü olanlarından bir tanesini teşkil etmiştir. Aslında bu tartışma sahasının merkezinde İslam dininin olması sürpriz bir durumu temsil etmemiştir. Zira ulus devlet anlayışının ortaya çıkmasına kadar tüm uygarlıkların tarihinde, ciddi bir rol oynayan din-gelenek momentinin Osmanlı’daki karşılığı olan İslamiyet mefhumu, Osmanlı’nın kendince üstlenmiş olduğu, dış dünyanın da Osmanlı’ya yüklemiş olduğu ‘’İslam Dünyasının Temsilcisi’’ dinamiğiyle şekillenmiştir. Bu doğrultuda Osmanlı’nın Batı karşısındaki mağlubiyeti, aynı toplum perspektifinde aslında İslam’ın Batı karşısındaki yenilgisini imgelemektedir. Neticede, mevcut tartışmalar çerçevesinde birtakım düşünür kesimi, İslam kutbunun mağlubiyetine çözüm arama işine girişmiş ve bazıları bu durumu dindeki eksikliğe yorarken dine mesafe koymayı çare olarak görmüş bazıları ise tam tersi bir görüşle dinden uzaklaşıldığı gerekçesiyle imparatorluğun çöküşe geçtiğini savunmuştur.[5] Bu tartışmaların ışığında İslamcı hareketten ilk bahseden kişi Yusuf Akçura olmuştur. Yusuf Akçura, Mısır’da 1904 yılında çıkan Türk gazetesinde yayımladığı, “Üç Tarz-ı Siyaset" makalesinde imparatorluğun kurtuluşu için Osmanlıcılık-İslamcılık ve Türkçülük gibi üç seçenekten bahsetmiştir. Ayrıca Türk milliyetçiliği düşüncesinin ideoloğu olarak kabul edilen Ziya Gökalp da ilk olarak, 1913 yılında “Üç Cereyan" başlığını taşıyan makalesiyle yayınladığı daha sonra ise ‘’Türkleşmek İslamlaşmak, Muasırlaşmak’’ isimli kitap haline getirdiği düşüncelerinde de çöküşe giden süreçte çözüm yollarından biri olarak İslamcılığı savunmuştur. Bu düşünce ve milliyetçi ideolog örnekleri, Türkiye’deki İslamcı hareketin tanımlaması bakımından belirleyici bir faktör oluştururken Türkiye’deki İslamcı gelenekte, milliyetçi düşüncenin de paralel bir düzlem sahibi olduğunu göstermesi açısından ayrı önem oluşturmuştur.[6] Erbakanın Siyasal İslam Yorumu: Milli Görüş Hareketi Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte uzun zamandır aranılan reçete; ulus devlet modeli ve seküler Batılılaşmayla tezahür etmiş devrim yılları ve Tek Parti döneminde de, farklı arayışlar zaman zaman dile getirilmiştir. Çok partili yaşamla beraber, Cumhuriyet’in sahiplenmiş olduğu reçete yeniden tartışmaya açılmıştır. Cumhuriyet dönemindeki İslamcılık genel mahiyetiyle Meşrutiyet döneminden farklı olarak Demokrat Parti periferinde şekillenen ve Cumhuriyet devrimlerine karşı oluşan tepkisel bütünün bir parçası olarak ‘’Cumhuriyette Revizyon’’ düşüncesine bürünmüştür. Dolayısıyla çok partili hayatta yükselen Siyasal İslam, bütün paydaş ilkelere karşın Meşrutiyet dönemi İslami siyasetten farklı olarak gelecek dönemde gelişen söylemin temelini oluşturmuştur.[7] Sonraki dönemde kendi iç dinamiklerinde farklılaşmaya başlayan muhafazakâr devrim tini, Cumhuriyetin yeni söz sahibi olma iddiasını da taşımıştır. Demokrat Parti iktidarıyla başlayan ve bütün sağ söylemin fikri dayanağını oluşturan, muhafazakâr siyasal söylem, ilk olarak manevi ve geleneksel imgeler içeren bir millî kimlik inşasıyla seküler ve Batılı ulus kimlik modeline bir alternatif oluşturmuştur. Mezkûr model, bir taraftan ulus devlete olan bağlılığını dinsel metalarla vurgularken bir taraftan da ulus kimliğini dindarlaştırma eğilimi göstermiştir. İlerleyen dönemlerde, merkez sağda, etnik milliyetçilik düşüncesi ve İslami muhafazakârlık arasındaki ayrım noktaları çoğalmış ve tüm modellerin temellerini sağ milliyetçilik ideolojisi oluşturmuştur. Zira 1970’li yıllarda cereyan eden akıncı-ülkücü kavgaları örneklerine karşın İslami politik söylemdeki ‘’Millî’’ hassasiyetin hamurunda mayalanmıştır. Türkiye’deki Siyasal İslam’ın ‘’Millî Görüş’’ adıyla anılması dahi bu duruma kanıt oluşturan mutlak bir özelliktir. Türkiye’deki Siyasal İslam’ın öncüsü olarak kabul edilen Necmettin Erbakan tarafından teşekkül edilen Millî Görüş hareketi, millî sıfatını sadece isminde değil Meşrutiyet dönemindeki benzerlikle bir kurtuluş ideolojisi nazarıyla siyasal pratiklerinde yaşattıkları iddiasını taşımıştır. Hareketin temelini devleti, yüzyıllar önce olduğu gibi güçlü kılıp özellikle Batı karşısında yeniden ayağa kaldırmak düşüncesi oluşturmuştur. Ancak Millî Görüş hareketini diğer öncül İslamcı tandanslardan ayıran en önemli fark; söylemlerinde İslâmî söz öbekleri ve klişelerden daha çok ekonomik terimlerin yer almış olmasıdır. Dolayısıyla hareketin merkez kuvvetini ekonomik kalkınma mefhumu oluşturmuştur. Millî Görüş hareketinin diğer ilerlemeci hareketlerden farklı kılan taraf ise siyasi-içtimai-iktisadi kalkınmanın dini referansla paralel bir zeminde buluşturması ve elitist kesim dışında kalan Anadoluluya hitap ediyor olması olmuştur. Somut sosyo-ekonomik tabana dayalı Siyasal İslam temelli politika Milli Nizam Partisi’nin Demokrat Parti ve onun ardılı Adalet Partisi’nden farklı olduğunu göstermiştir.[8] Osmanlı miraslı teokratik hüviyetin ortadan kalkması adına yürütülen laiklik politikaları, İslamcı hareketin siyasallaşarak muarız bir kimlikle tekrar canlanmasında mühim bir rol üstlenmiş ve bu yeni tin, Milli Nizam Partisi’nin kullanmış olduğu, dini imgelerle siyasal sahaya taşınmıştır.[9] MNP, içtimai ve iktisadi yaşamda etkin olan muhafazakâr insan modeli yetiştirerek belirli bir etik düzen kurmayı amaçlarken[10] ‘’İslami Modernizasyon’’ şeklinde adlandırılan mefhumu, Türk siyasal hayatına yerleştirip gerek muhalif söylem gerekse modern bir geleneğin tezahür etmesine öncülük etmiştir. Din mefhumu, 1950’li yıllardan sonra kamusal alanın sınırlarını zorlamış ve bu moment, 1971 muhtırası sonrası MNP’nin kapatılmasıyla Milli Selamet Partisi tarafından üstlenilmiştir. Ekim 1972’de kurulan Milli Selamet Partisi, bu potansiyeli kaybetmemek adına ve taşıdığı ideolojiyi gerçekleştirmenin iktidar yolundan geçtiğini bildiği için Cumhuriyet Halk Partisi gibi kendisine taban tabana zıt olan bir partiyle koalisyon hükümeti dahi kurmuştur. Modernizasyonun 1980’li yılların ardından ivme kaybetmeye başladığı dönemde, din yeni bir yükselişe geçmiştir. Ekonomik hayat üzerinde devletin etkin olduğu bu evrede, kentleşmeye başlayan toplumun sosyo-ekonomik olanaklardan büyük ölçüde faydalanamayan kesimi, iktisadi hayatta hayat bulan atılımlardan uzaklaşmıştır. Bu durum ayrıca toplumun devletten de uzaklaşmasına saik oluşturmuştur. Bu durum karşısında dinin kültür politikası anlamındaki rolü, resmiyet kazanımında bir çözüm olarak güçlenmiştir. Dolayısıyla din, siyasal alandaki pratiklerin hayat bulmasındaki başrollerden biri haline gelmiştir.[11] 1980’li yılların ses getiren olaylarından biri olan İran İslam Devrimi’nin Türkiye'deki yansımaları arasında özellikle İslamî çevrelerce sempatiyle karşılanması, ciddi tereddütleri de beraberinde getirmiştir. Zira o dönemde, Millî Görüş hareketinin yayın organı olan Milli Gazete de dâhil İslamcı cenahın yayınları, devrimi destekler bir tavır takınmış hatta bir dizi radikal grup, ilk on senesinde çok ciddi devrim lehinde yayınlar yapmıştır. İslamcı kesim, İran İslam Devrimi’nin özellikle anti-emperyalist kimliğini öven bir tutum sergilerken devrim üzerinden İran’la bir bağ kurarak mezhepler arası çatışmanın yerini uzlaşmacı bir söylemin alması için çabalamıştır. İran İslam Devrimi’ne karşı Millî Görüş hareketi dışındaki diğer İslami grupların tavrı ise daha milliyetçi ve devletçi olmuş hatta bu tutumu da Burhan Bozgeyik gibi isimler üzerinden “İslâm devrimi olmaz, yıkmak, devirmek, tahrip etmek İslâmiyet’te yoktur, İran Devrimi Rusya’nın işine gelmiş ve en çok solcular tarafından desteklenmiştir, İran’ı örnek almak vatana, mukaddes değerlere, millî kültüre İhanettir."  sözleriyle desteklemiştir. 1980 darbesi sonrasında siyaset alanının normalleşmesi süreciyle birlikte Siyasal İslam’ın liderliğini yine Necmettin Erbakan üstlenmiş ve bu defa daha farklı bir siyasi ve fikri söylemle siyaset sahnesine çıkmıştır. Bu farkın en başat ögelerinde bir tanesi; milliyetçi ideolojiyle Millî Görüş arasında bir mesafe yaratması olmuştur. Kendi iç dinamiğinde bir paradoks oluşturan bu tabloda, 1980 askeri müdahalesinde cezaevlerinde işkence ve kötü muameleyle karşılaşan ve milliyetçiliği sorgulamaya başlayarak İslamcı harekete eğilen genç nüfusun da etkisi olmuştur. Ayriyeten, 1980 darbe vesayetinin, İslamiyet’i siyasi bir araç halinde kullanmak istemesi de Türk-İslam Sentezi anlayışını bir nevi resmileştirmiştir. Keza Siyasal İslam, birtakım radikal söylem dışında genellikle Osmanlı tarihi mirasını sahiplenmiş özellikle 1970’li yıllardaki Osmanlıcılık söylemleri, 1980’li yıllarda sağ entelijansıyla ihsas edilmiştir. Aslında Siyasal İslam’ın Osmanlı’ya karşı duymuş olduğu bu hassasiyetin arka planında, özellikle Cumhuriyet rejimiyle gelişen Batıcı-seküler toplum devrimlerine ve Tek Parti dönemi uygulamalarına karşı taşımış olduğu bir tepki de yatmaktadır. Cumhuriyet dönemindeki İslamcı hareketin bir diğer özelliği de çok partili yaşam şartlarında, dönemin Tek Parti yönetimine muarız bir söylem olarak geliştirilen demokrasi temasını kullanmış olmasıdır. Esasında Cumhuriyet’in ilanı öncesinde İslamcı hareket de Meşrutiyet tartışmalarıyla paralel bir düzlemde ilerlemiştir. Lakin bu gelişim, Türkiye’deki ve Arap coğrafyasındaki kolonizatör tarihli pek çok devletten farklı bir hususiyete sahiptir. Dolayısıyla Siyasal İslam, demokrasi mefhumunu, Tek Parti dönemine karşı muhalefet silahı şeklinde kullanarak muhafazakâr toplumun hükmüne olanak sağlamayı amaç edinmiştir.[12] Siyasal İslam Geleneği Üzerinde Liberalizasyon: Özalizm Siyasal İslam, 1980 cuntası sonrasında tekrar siyaset sahnesine çıkarak yeni söylemlerle boy göstermiştir. Bu süreçte sol tandans fazlasıyla hırpalanmış SSCB’nin dağılmasıyla başlayan küresel deprem de bu duruma dahil olduğundan dolayı, bilhassa düşüngüsel manada, siyaset arenasından kopmuştur. Siyasal İslam trendinin bu dönemde yükselmesinde adil düzen tezi ve sosyolojik endişelerin vurgulanması önemli bir etken olmuştur. 1990’lı yıllarda merkez sağ cenahın içine girmiş olduğu girdap, Siyasal İslam’ın önünü iyice açmıştır. Türkiye’deki merkez sağa ayrı bir parantez açmak gerekirse merkez sağda; muhafazakârlık ve koyu milliyetçilik(ülkücülük) arasında sıkı bir bağ mevcuttur. Merkez sağ; klişe tanımlamasıyla liberal ilkeler ve orta sınıf kesimiyle bağdaştırılabilirken aslında milliyetçilik ve muhafazakârlık çerçevesindeki yığın desteğinin lider kadro dinamiğindeki teşekkülüdür. Bundan dolayı sağ fraksiyonun uzağında kalan pratiklerle düşüngüsel tasarıdaki uygunluk beklenilenden daha fazla bir özelliği sahiptir. Bu doğrultuda 1990’lı yıllardaki merkez sağdaki düşüş, Siyasal İslam’ın yükselmesine neden olmuştur. 1980 sonrasında tezahür eden Siyasal İslam, siyasi nutuklardan çok kültürel demeçlere odaklanmış ve o dönemin yükselen popülist neoliberal trend ve kültüralist tandanslarla paralellik sağlamıştır. Bu dönemdeki tek başına iktidar olma iddiası taşıyan Anavatan Partisi, dört tandansı bir çatı altında birleştirerek klasik merkez sağ periferini muhafaza etmiştir. Özal pragmatizmi ya da Özalizm, din kavramına prensipte ve pratikte enstrümantal manada bir tavır takınmıştır. Mezkûr tavrın teleolojik bir söylem kimliğine sahip olması, ancak siyasi yasakların kaldırılması ve Milli Görüş hareketinin ardılı Refah Partisi’nin iktidar olmasıyla realite olacaktı.[13] Bazı görüşler, Özal’ın iktisadi sahada gerçekleştirmiş olduğu atılımlarla, Türkiye'nin önünü açtığını ancak siyasal alanın göz ardı edildiğini keza idari manada da otoriter bir yol takip ettiğini savunmuştur. Bu yorumların temelini oluşturan dinamiklerden biri de Özal’ın mecliste yeterli çoğunluğu elde etmesine karşın yeni bir demokratik anayasa hazırlamayarak 1980 darbesinden kalan düzeni devam ettirmiş olmasıdır. Zira Özal, bu durumdan faydalanmıştır. Bu görüşten yana olanlar Özal dönemini, 1980’li yıllar İngiltere’sindeki Thatcher ve Amerika’daki Reagan dönemlerinin Türkiye’deki bir yansıması olarak yorumlamış ve tandansı Yeni Sağ olarak adlandırmıştır. Özellikle cunta yönetiminden devralmış olduğu idareyi liberal bir hüviyete kavuşturmuş olması, Kürtçe yasağı ve Türk Ceza Kanunu’ndaki düşünce hürriyetini kısıtlayan özellikle 141., 142. ve 163. Maddeleri kaldırtması, üniversitelerdeki kılık-kıyafet sınırlamasını genişletme çabaları gibi girişimleri, Özal döneminin siyasî liberalizasyon pratikleri olarak yorumlanmıştır.[14] Bu müşahhas girişimler kadar, siyasî liberalizasyon alanında önemli değerlendirilebilecek başka bir somut adım da Türkiye’deki hegemonyan devlet anlayışının açık olarak tenkit edilmesi ve pasifize edilmesi olmuştur. Türkiye’deki hegemonyan devlet anlayışı geleneğinin devleti, üstün, vatandaşlarıysa devlet tarafından şekillendirilen yığın ve devletin çıkarlarına hizmet etmekle hükümlü bir yapı şeklinde görmesi köklü ve derin bir geçmişin ürünü olarak geleceğe taşınan bir gen olarak varlığını sürdürmüştür. Özal, bu geleneğe karşı duran yakın dönem Türkiye siyasal hayatındaki önemli bir siyasi aktör olarak sahneye çıkmış ve bir amaç şeklinde tezahür eden devlet mefhumunu, araçsallaştırma çabası gütmüştür. Özal’a karşı yöneltilen ve  “Devlet ayağa düşürüldü.” söylemleri de bu doğrultuda ivme kazanmıştır. Özal, devletin vatandaşların hizmetkârı kimliğine sahip olduğunu ve vatandaşların devlet otoritesinin altında ezilmemesi gerektiğini savunmuştur. Her ne kadar siyasî liberalizasyon alanında ciddi atılımlar da bulunsa da Özal, doktrin anlamda bir iddia sahibi olamamıştır. Özal’ın Türkiye siyasal tarihinde tartışma yaratan bir diğer icraatı da bürokratik vesayeti zayıflatma girişimleri olmuştur. Kendini genelkurmay başkanı olarak atayan bir generali emekli etmiş çok konuşulan beyaz şortlu takımıyla askeri selamlamasının dışında yargıdaki bürokratik hegemonyaya da müdahale ederek üstün devletçi anlayışı zayıflatmaya çaba göstermiş Anayasa Mahkemesi’ne tarihinde ilk kez muhafazakâr üyeler atamıştır. Özal, ayrıca bürokratik vesayete karşı polisin görev ve yetkilerini genişleterek istihbarat faaliyeti yürütme selahiyeti vermiştir.[15] Özal’ın iktisadi girişimlerdeki çabaları ise liberal anlayış perspektifinde tartışmalı bir performans izlemiştir. İktisadi sahada bir takım reformlar gerçekleştiren Özal, Türkiye siyasal tarihinde 24 Ocak kararları olarak bilinen ve 24 Ocak 1980 tarihinde hayata kazandırdığı ekonomik plan ve ekonomide ithal ikameci modelden ihracat temelli iktisadi modele geçiş yapmıştır. Yürürlüğe konan ekonomik planlarla ihracatta ciddi bir artış yaşanmış piyasalar hareketlenirken bir güven ortamı doğmuştur. Fakat Özal’ın ekonomik icraatları arasında vergilerin artırılması ve KDV gibi yeni vergilerin getirilmesi gibi liberalizm ile uyuşmayan pratikler de uygulanmıştır. Keza, Özal döneminde gayri safi millî hâsıla üzerinden devlet tarafından alınan pay daha da artmıştır. Bu paradoks görüngüyle Özal, bir yandan özel teşebbüs vasıtasıyla bir kalkınma ivmesi yakalarken diğer yandan da yatırımcı olarak gördüğü kamu üzerindeki dinamiği kesmemiştir. Özal’ın iktisadi hayatta gerçekleştirdikleri reformların büyük bir bölümü, yapılanmadan ziyade ülkedeki mevcut ekonomik zihniyetle mücadele etmek olmuştur. Özal, her vatandaştan büyük girişimciye kadar, herkese, özgüven aşılamış, gayretli çalışmanın başarıyı getireceği inancını yerleştirmeye çalışmıştır. Ayrıca kendisini hiçbir vakit liberal şeklinde adlandırmamıştır. Atilla Yayla’nın yorumuna göre; Bu durum iki temel neden ihtimalinden kaynaklıdır; birincisi Özal’ın liberalizmle alakalı yeterli bilgi sahibi olmaması, ikincisi ise politik nedenlerden dolayı liberal yaftasını kendisine yakıştırmamasıdır. Ancak Özal, liberal söylemlerin pek çok düşüncesini net bir biçimde desteklemiştir. Siyasî anlamda dört farklı tandansı birleştirme hedefini belirleyen Özal, kendine has politik duruşuyla yeni bir tin ve anlayış kazandırmaya çalıştığı bu dört tandansı, muhafazakâr görüş temelinde buluşturarak Türkiye’de 1960 darbesiyle kesilen siyasal ve ekonomik liberalizasyonu, 12 Eylül cunta dönemi sonrasında, devam ettirerek dönemin şart ve koşullarıyla yeniden yorumlamıştır. Askeri ve bürokratik vesayete karşı ciddi anlamda dik durabilen ilk lider olma özelliğiyle birlikte, Anadolu’nun dilinden anlayan bir taraftan da Amerikan modernleşmesine karşı olmayan bir çizgiyi kendi tezgâhında pişirerek ANAP ekolünü geliştirmiştir. --- [1] Yalçın Akdoğan, Ak Parti ve Muhafazakâr Demokrasi, Alfa, İstanbul, 2004, s.92. [2] A.g.e., s.93. [3] Samuel P. Huntington, “Medeniyetler Çatışması mı?”,  Medeniyetlerin Çatışması, Der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, Ankara, 2001, s. 25. [4] Nuray Mert, “Türk İslamcılığına Tarihsel Bir Bakış”,  Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce ve Siyaset-İslamcılık,  İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s.411. [5] A.g.e., s.412. [6] A.g.e., s.412-413. [7] V. Yaraşır ve T. Akgün, Siyasal İslam ve AKP, Akyüz Yayın Grubu, İstanbul, 2002. s.189. [8] Ali Yaşar Sarıbay, Türkiye’de Modernleşme Din ve Parti Politikası: MSP Örnek Olayı, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1985, s.104-105. [9] M. Hakan Yavuz, “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek” (Ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt:6, İletişim Yayınları,  İstanbul, 2004, s.594. [10] Sarıbay, a.g.e., s.103. [11] Levent Köker, İki Farklı Siyaset, Vadi Yayınları, Ankara, 1998, s.95. [12] Mert, a.g.e., s.415-416. [13] Hakan Bayri, Türkiye’de Kimlik Siyaseti İslamcı Siyaset ve Etnik Ayrılıkçılık, Binyıl Yayınevi, A Kitap, Ankara, 2011, s.142. [14]Atilla Yayla, “Özal Reformları ve Liberalizm”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Liberalizm, Ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s.584. [15] A.g.e, s.585.

Editör: TE Bilisim