Diyelim bundan altı yüz sene öncesindeyiz ve ben derme çatma evinden çıkıp Belgrada ilk defa gelen bir Balkan köylüsüyüm. Okumam yazmam yok, tarımsal üretim koşulları ve biçimlendirdiği gelenekler haricinde bilgim de yok… Bilim tarihi benim pek ilgimi çeken bir alan değildir ama Belgrad’a kadar gelip de Nikola Tesla Müzesi’ne girmemek olmaz. [caption id="attachment_235755" align="alignnone" width="262"] Nikola Tesla’nın külleri[/caption] Yalan olmasın, şu faksın bile çalışma prensiplerini hâlâ tam olarak idrak edebildiğimi söyleyemem. Dolayısıyla, Tesla’nın yaptıklarını da tam anlayamadığım için burada uzun boylu anlatamayacağım ama Elektrik Savaşları filmini izlediğimden biri adama ciddi bir sempati beslediğim doğrudur. Neyse, Tesla, artık hangi deha seviyesiyse bu, akımı iletebileceğini fark ediyor ve alanında sayısız buluş yapıyor. Üretim araçlarının hızı, genellikle hayatımızdaki hızı da belirler. Yani, Tesla yaptıklarıyla sosyal ilişkileri falan da tepeden tırnağa dönüştürmüş bir mucit. Müzenin en güzel tarafıysa birçok şeyi rehber eşliğinde uygulamalı olarak size yaptırmaları. O mavi akımı izleyebiliyor, elinizdeki lambaların yandığını ya da yanmadığını bizzat gözlemleyebiliyorsunuz. Yaklaşık bir saat süren bu uygulamalı anlatım bittikten sonra müzede Tesla’nın bazı kişisel eşyalarını da görmek de mümkün. [caption id="attachment_235756" align="alignnone" width="263"] Nikola Tesla’nın kıyafeti[/caption] Bu müze, Gastronomi Turu yazısında anlatacağım Köşebaşı adlı restorana çok yakın olduğundan yorgunluk atmak için de size pek keyifli bir imkân sunuyor. Tesla’dan çıkıp bir on dakika yürüyünce bu yenilerde yapılan Sava Katedrali’ne geliyorsunuz. Bu katedral, Sırp Ortodoks Kilisesi’ni kuran Aziz Sava’ya adanmış. İlk Sırp krallığının kurucusu Stefan Nemanje’nin torunu olan -esas adı Ratsko- Aziz Sava, bağımsız Sırp Ortodoks Kilisesini 1219’da kurmuş, epey bir dolaşmış, Kudüs’e kadar yollanmış, Bulgaristan’da vefat etmiş. Seneler sonra, bir Sırp isyanını bastıran Sinan Paşa, ibretialem için Sava’nın kemiklerini Mileşeva Manastırı’ndan getirtip burada yaktırmış. İşte kilise o “külün” üstünde yükseliyor bugün. 1935’te yapımına başlanmış ama tabii ki İkinci Dünya Savaşı patlayınca her şey kalmış, bitmesi 2004’ü bulmuş. [caption id="attachment_235758" align="alignnone" width="262"] Sava Katedrali[/caption] Şimdi Allah’ı var, bu katedral pek bir etkileyici, dışı güzel ama içi ondan da güzel. Gelgelelim, ben artık, yani ulaşım ve iletişimdeki teknolojik gelişmeler -Tesla’nın kulakları çınlasın- sonrası böyle katedraller inşa etmeyi anlamsız bulduğuma dair bir şeyler yazdığımı hatırlıyorum burada kısaca tekrar edeyim. Hoş, bu yapının temeli 1935’te atılmış ama gene de bugünün etkileyicilik anlayışının görkemli tapınaklar inşa etmekten başka olduğunu düşünüyorum. Bu yapıları görüp de vecde gelecek bir kişi var mıdır acaba? Zira bunlar esasen karşısında esrimeniz için yapılıyor. Diyelim bundan altı yüz sene öncesindeyiz ve ben derme çatma evinden çıkıp Belgrad’a ilk defa gelen bir Balkan köylüsüyüm. Okumam yazmam yok, tarımsal üretim koşulları ve biçimlendirdiği gelenekler haricinde bilgim de yok. Bu yapıyı görünce heyecanlanırım, hatta belki gözlerim yuvalarından fırlar, bunu bir mucize olarak telakki ederim. Papaz çıkıp konuşmaya başladığında da duvarlardaki resimler bana nelerin, nasıl olmuş olabileceğini gösterir. İyi de artık herkes kendi evinden dünyanın bütün kiliselerine, manastırlarına gidebiliyorken hâlâ aynı yapıları inşa etmek neden? Sanırım bunun özellikle de gençlerin başta internet sayesinde dünyaya açılmasıyla bir ilgisi var. Her neslin dindarlığı bir öncekinden daha az ya da kentli, dolayısıyla, birilerinin de bu gidişe dur demesi ve hâlâ o güce sahip olduklarını göstermesi gerekiyor. Tevarüs ettikleri bilgiyse onları büyük katedraller yapmaya yöneltiyor. Birkaç yüz sene öncesine kadar geçerli olabilecek bir yöntemi, zamanın değişimini göz ardı ederek aynı şekilde uyguladığınızda aynı sonucu almanız imkânsızdır. Bu yüzden, Sava’yı güzel bulmakla beraber bu çabanın nafile olduğunu düşünüyorum. 1600’lerde yaşayan Milos adlı bir oğlan için bu yapılar ona dinin kudretini ispatlayabilirdi, 2050’lerde doğan Milos için geçmiş zamanın bir esintisi olarak görülmesi mukadder. Neyse, geri dönüp Cumhuriyet meydanında yer alan Milli Müze’ye gidelim çünkü burası gerçek bir hazine. Bir bölümünün tablolarını ilk defa gördüğüm şu isimleri bir yazayım ki neden bu müzede nefes almadan yarım gün geçirdiğim daha iyi anlaşılsın. Ayvazovski’den Canaletto’ya, Kandinsky’den Repin’e, Gauguin’den Van Gogh’a, Chagall’den Toulouse-Lautrec’e, Cezanne’dan Matisse’e, Pisarro’dan Renoir’a, Hieronymus Bosch’tan… saymakla bitmez bir hazine. Alt kattaysa Yugoslav resmiyle tanıştım -Jovan Bijelic’in Dubravkacık’ına (Little Dubravka) ise bayıldım. Hepsi bir yana, belki ilk defa gördüğümden belki de göreceğime hiç ihtimal vermediğimden beni en etkileyen Toulouse-Lautrec’le karşılaşmak oldu. İspatlayamam ama Toulouse-Lautrec biraz da böyledir diye düşünüyorum, bir zamanlar bir yerde görür ve hayran olursunuz, sonra ortadan kaybolur tamamen, yitip gittiğini sanırsınız ama hiç ummadığınız bir yerde bir anda gene karşınıza çıkar. Bizim edebiyatımızda da Toulouse-Lautrec’in ciddi bir yeri var desem belki inanmazsınız ama Selim İleri’nin Bir Gölge Gibi Silineceksin’deki denemelerinde bu büyük ressamın izini görürüz. En başta kendisi tabii: “Besbelli, kederli hayatı hakkında pek bir bilgi edinmemiştim. Figürler, renkler, gösteri dünyası yetmiş, büyülemiş. Bir yandan da, Toulouse-Lautrec’in ötekiler kadar anılmayışına yerinirdim, Monet, Manet, hatta Pisarro.” Derken, Oktay Akbal’da, sonra Fikre Ürgüp’te… belki kıyıda köşede, unutulmuş dergilerde başkalarında. Her şey bir kenara, Belgrad benim için biraz da Toulouse-Lautrec demek artık.
Editör: TE Bilisim