Çarşamba, Nisan 24, 2024

Şi’nin Çin’i

Kırk yıldan beri ilk kez ekonomi Çin’in gelecek planlarının ve hedeflerinin birinci meselesi olmaktan çıktı, onun yerine ABD ile stratejik rekabet ve bu hedefe yönelik olarak bilim ve teknolojide ulusal kaynaklara güvenme düsturu ön plana çıktı.

Çin’in ekonomik yükselişinin hikayesi 20. Yüzyılın en büyük başarı hikayelerinden birisidir. Bu başarının mimarı Mao ile birlikte “Uzun Yürüyüş”e katılan, daha sonraları en az iki kez ıskartaya çıkarılan, daha 1960’ların başından itibaren ekonomide piyasaya da bir rol verilmesini savunan Deng Jaopingdir. Mao’nun ölümünden sonraki iktidar kavgasını kazanan Deng ülkesini Komünist Parti gözetim ve denetiminde kapitalist yola sokmuştu. Bu şekilde dünya tarihi boyunca çoğu zaman dünyanın en büyük ekonomisi olan, hatta sanayi devriminden sonra dahi 1820’lerde dünya ekonomisinin üçte birine yakınını temsil eden Çin’i “Yüzyıllık Utanç”tan çıkaracağına inanmıştı.

Deng’in yaklaşımında Mao döneminin ideolojik katılıkları bir kenara atılmış, büyüme/zenginleşme ön plana çıkarılmıştı. “Zengin olmak şan getirir” diyen Deng, 1981 yılındaki bir Çin Komünist Partisi toplantısında da “Teoriyi bir kenara bırakalım” önerisinde bulunmuştu. Sonraki 30 yıl boyunca da Çin tüm unsurlarıyla büyümeye odaklanacak, küresel ekonomiye eklemlenmek için gerekenleri yapacak ancak piyasaları, tıpkı kendinden önce büyümeyi becermiş Asya ülkeleri gibi kontrol altında tutarak, piyasa köktenciliğine prim vermeden büyüyecekti. Dünya tarihinde bu kadar kısa sürede bu denli bir büyüme yaşamış başka bir ülkede yoktu.

Büyük reform hamleleri başladığında dünya ekonomisinin yüzde 1,5’u kadar büyüklüğe sahip Çin bugün dünya ekonomisinin yüzde 18’i seviyesine vardı. Önümüzdeki 5 yıl içinde de ABD ekonomisini geçmesi bekleniyor. Ülkesini zenginleştirme konusunda radikal bir devrimci olan Deng, siyasi katılım ve muhalefet konusunda aynı ölçüde despottu. Tiananmen Meydanı’nda yaşanan katliam ve on binlerce Çinlinin tutuklanıp hapislerde çürütülmesinin vebali de onun boynundaydı.

Ne var ki aynı Deng, otoriter bir rejimin en sıkıntılı meselelerinden birisi olan halefiyet meselesini de yani iktidarın nasıl el değiştireceği meselesini de bir kurala bağlamıştı. Buna göre bir ekip Çin’i ancak iki kez beşer yıllık dönemlerle toplam on yıl yönetebilecekti. Süre dolunca yerine bir başka ekip geçecekti. Yönetim bir kişide simgeleşse de aslında kolektif olacaktı. Bunun yanı sıra Çin kendisini ekonomik gelişmeye adarken dış politikada daha sessiz ve derinden gidecekti. Buna uygun olarak da Parti raporları ve programları dış şartları tehditkâr olmayan bir ortam diye tarif ediyorlardı.

Ta ki Şi Cinping Komünist Partisi Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı olana kadar.

Babası da Mao’nun “Uzun Yürüyüş”teki yoldaşlarından olan ancak Çin’in başına Mao tarafından getirilmiş en büyük felaketlerden de birisi sayılan Büyük Proleter Kültür Devrim’i sırasında baba karşıdevrimcilikle suçlanarak süründürülmüş, Şi ve annesi babayı telin etmek zorunda bırakılmışlardı. Yıllar içinde özellikle reformlar döneminde geçmişte kenara atılmış isimlerin itibarları iade edilirken, çocukları da önemli konumlara gelmeye başladılar. Çin sisteminin yönetici kadrolarına bakıldığında hanedanların varlığı kendini hissettirirdi.

Şi işbaşına geçtikten sonra Deng döneminde belirlenmiş olan ana çerçeveyi değiştirmeye başladı. Çok daha ideolojik bir tavır alarak, yolsuzlukla mücadele gerekçesiyle kadrolarda müthiş tasfiyelere gitti. Kendisine rakip olabilecek sivrilmiş isimleri etkisizleştirir ya da hapse attırırken, kendi iktidarına tehdit oluşturabilecek yegâne güç Kızıl Ordu’da da ciddi bir temizliğe girişti. İktidara geldiği 2012 yılından itibaren de kendi kafasındaki planı sistematik bir şekilde uygulamaya başladı.

Şi’nin yaklaşımının ayırt edici vasfı ideolojiyi tıpkı Mao döneminde olduğu gibi siyaset üretiminin merkezine yerleştirmesiydi. Henüz iktidara tam hâkim değilken 2013 yılında yaptığı bir konuşmada ideolojik zayıflamanın Sovyetler Birliği’nin sonunu getirdiğini söyleyerek, bu alanda son derece dikkatli olunması gerektiğini savunmuştu.

Çin’in hiçbir zaman olmadığı kadar güçlü olduğuna inanan ve tarihin akışını bu güçle değiştirmeye niyetlenen Şi uluslararası ortamı “şiddetli ve karmaşık” diye değerlendirdi.

Bunların ötesinde bir yandan Parti’de merkezi otoriteyi daha güçlü kılarak, parti içinde rakiplerini eleyerek gücünü pekiştirirken diğer yandan da ekonomide giderek piyasaya daha az paye veren, özel sektörü dışlayan ve Çin’i bugünkü refahını sağlayan dünya ekonomisinden ayrıştırmaya öncelik vererek devlet müdahalelerini öne çıkaran bir çizgiye geldi.

Çin’i yakından takip eden ve bu ülkeyi içeriden tanıyan eski Avustralya Başbakanı Kevin Rudd’a göre siyasette Leninist, ekonomide Marxist olan Şi ideolojik saflık arayışında da ağır milliyetçi bir söylemle Maocu bir hegemonya kurmaya başlamıştı. Dün biten Çin Komünist Partisi 20 Kongresinde bu unsurların hepsi kendisini gösterdi. Son zamanlarda yaşanan aksiliklere (emlak piyasası krizi, 0 Covid politikası nedeniyle eve kapanmaların sıklaşması nedeniyle düşen büyüme hızı, banka krizi, ABD’nin Tayvan konusundaki meydan okumaları) rağmen Şi bu Kongre’de iktidarını dayatmayı becerdi. Kendisini üçüncü bir dönem seçtirdi. Mart ayında Devlet Başkanlığı da tescil edilecek. Herhangi bir zayıflık görüntüsü vermeden kendisine ileride de rakip olabilecek isimleri, başta Başbakan Li Keqiang olmak üzere devre dışı bıraktı. Yedi kişilik liderlik kadrosunu ve Politbüroyu tamamen kendisine bağlı, güçlerini Şi’ye borçlu isimlerle doldurdu.

Kırk yıldan beri ilk kez ekonomi Çin’in gelecek planlarının ve hedeflerinin birinci meselesi olmaktan çıktı, onun yerine ABD ile stratejik rekabet ve bu hedefe yönelik olarak bilim ve teknolojide ulusal kaynaklara güvenme düsturu ön plana çıktı. Ama belki her şeyden önemlisi daha önceleri ekonomik gelişmeye odaklanıldığı için dış ortam Çin’e zararı dokunmayacak diye değerlendirilirken Şi’nin Kongre’ye sunduğu raporda çok daha farklı ve çatışmayı dışlamayan bir ortam tasvir ediliyor.

Çin’in hiçbir zaman olmadığı kadar güçlü olduğuna inanan ve tarihin akışını bu güçle değiştirmeye niyetlenen Şi uluslararası ortamı “şiddetli ve karmaşık” diye değerlendirdi. Parti’nin barış zamanında çıkabilecek tehlikelere karşı ve gelecek fırtınaya karşı hazırlıklı olmasını isterken, “mücadele ruhu”na da inancını sürdürmesini de talep etti.

Kendisini hala sosyalist diye tanımlayan ve ilerlemeden yana bir parti/devlet olarak Çin’deki son Kongre sonucu ortaya çıkan tablonun 21. Yüzyıla hiç uymayan tarafı ise kadınların gerçekten de yok sayılmasıydı. Bir bakıma Şi yalnızca daha otoriter, kişiselleştirilmiş bir sistem kurmakla kalmıyor zaten ataerkil yaklaşımını asla terke etmemiş Çin’e bu özelliğin daha da ağır basacağı bir iktidar görüntüsü ve ideolojik söylem sunuyordu.

ABD Çin’in nasırına basmak için her fırsatı değerlendirir ve kendisini Asya’dan atmaya çalışan Çin’e karşı yeni bir ittifak ağı oluşturup, Tayvan konusunda “muğlaklık” politikasını terk ederken gelecek açısından tüm bunların ne anlama geldiğini ileriki yazılarda çözümlemeye çalışacağım.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI