Diyalogların gücüne çok inanıyorum. Artık günümüzde iç sesimizle dahi bir diyalog halinde değiliz çünkü konuşmak ve konuşarak bir şeyleri ifade etmek için de kültürel bir alt yapının gerektiğinin farkındayız. Bu alt yapı da malesef birçoğumuzda artık yok denecek kadar az. Robotik bir şekilde sabah uyanıp, kendi dışımızda gelişen bir dünyaya ayak uydurma çabası ile bir şeyler yaşayıp tekrar aynı yatağa girip ertesi güne mental olarak hazırlanmaya çalışıyoruz. Fakat yazımın konusu bir “Modern Zamanlar” eleştirisi değil. Zaten bence “Şarlo”nun zirve eserinden sonra kimse de böyle bir eleştiri yapmaya kalkmamalı.

Milattan önce 469’da Atina’da doğan Sokrates’in* dünyaya bırakmış olduğu en büyük eser belki de Platon’du. Platon’un meşhur diyalogları bilindiği üzere kendi fikirlerini içermeden, okuyucusunu düşünmeye, mantık yürütmeye iten bir teknik olarak felsefe dünyasına boyut atlattı. O günden beridir bana kalırsa diyalog dediğimiz şey aslında ikili konuşmanın çok ötesinde beyin kasının en iyi idman şekli olarak süregelmiştir.

İkili diyalogların da ötesinde kişinin gün içerisinde kendi halinde yaşadığı diyalogların hem Atina hem de günümüz siyasetinde oldukça önemli bir yere sahip olması gerektiği, şüphesiz.

Platon veya topraklarımızda anılan ismi ile Eflatun’un Devlet isimli eserini oluşturan bölümlere baktığımızda “Doğruluk ve Eğrilik, Düzenli Toplumda İş Bölümü, Devlette Yönetenler ve Yönetilenler, Devlette Kadının Yeri, Devleti Filozoflar Yönetmeli, Dört Bozuk Devlet Düzeni, Demokrasi, Zorbanın Mutsuzluğu, Ölüler Ülkesine İniş: Er Efsanesi” başlıklarından oluştuğu görülmekte.**  Milattan önce yazılmış olan bu eserin belirli bir durumu sorgulamak, konu üzerinde mantık yolu ile istişare etmek gibi çok kıymetli bir yol izlediğini görüyoruz. Sadece Antik Yunan’da değil benzer şekilde Nizamülmülkün Siyasetname’si, İbn-i Rüşd’ün Siyasete Dair Temel Bilgiler gibi eserleri de konu ile ilgili tavsiyeleri ve teknikleri ile içselleştirilerek okunmaya değer eserlerdir. Bu değerli eserlerin siyasetin, siyasetçinin nasıl olması gerektiği ile ilgili “ideal durum” bilgileri verdiğini iletmeye ne kadar çalışsam da, eserlerin tarafınızdan okunması ne demek istediğimi anlatmama çok daha yardımcı olacaktır.

Bir düşünce ışınlanması ile M.Ö. 500’lerden M.S. 2024’e geldiğimizde ise durumun vehametini sanırım 2024 yerel seçim öncesi belirlenen adaylarda okuma imkanımız oluyor. Siyasetçide bulunması gereken adaletli olma, liderlik vasfı, yönetim becerisi gibi özellikler bir yana, kamuoyunun da dikkatini çekecek şekilde özellikle tepkilere yol açacak kişilerden seçilmesi önümüzdeki onyıllarda eminim akademik araştırmalara konu olacaktır.

Öyle ki, tartışılacak çok aday var: Zeydan Karalar, Özlem Çerçioğlu, Lütfü Savaş ve hatta hala düşünüp düşünüp bit türlü anlam veremediğim “Amirim” Erdal Beşikçioğlu. Değerli hocalarım, siyaset profesörleri, akademisyenler belli başlı adayların açıklandığı günden bu yana benzer tepkileri ile aday seçimlerinin yanlışlığını açıklamaya çalışsalar da ilgili partiden herhangi bir geri adımı geçtim, herhangi bir sorgulama, öz muhakeme kırıntısı dahi görmedik yazık ki. Siyasetin ne olması gerektiğinin anlatıldığı yüzyıllardır hiçbir kuramın, fikrin, doğrunun dikkate alınmadığını gördüğümüz üzere, artık siyasetin ne olmadığı üzerinden konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Çok yetenekli bir tiyatrocunun, çok sevilen bir dizideki başrolu vasıtasıyla Ankara ile özdeşleşmiş olması o kişinin Etimesgut gibi bir ilçenin adaylığını meşru kılamaz, kılmamalıdır. Siyaset bu değildir. Tartıştığım, farkındalık yaratmaya ve şimdinin tarafımca kaleme alınmış ilk akademik eseri sonranın umuyorum ki tarafımca kaleme alınmış ilk kitabı olacak eserimde de şiddetle anlatmaya çalıştığım “iktidar-muhalefet hataları aynılığı” ateşinin altına odun atarcasına 21 yıllık Ak Parti iktidarında şikayet ettiğimiz, kınadığımız, haksız bulduğumuz ne varsa ne yazık ki CHP özelinde Millet İttifakının tüm bileşenlerinde yeniden üretilmesin tarafsızca ele alınıp, meşrulaştırılmaması gerekmekte.

Yıllarca “Liyakat liyakat” denerek yapılan eleştiriler sonucunda Sayın Beşikçioğlu’nun aday olarak gösterilmesi bana bir millet ittifakı seçmeni olarak çok tutarsız, adaletsiz ve liyakatsız geliyor. Şu noktayı da belirtmek isterim ki, tartıştığım durum Sayın Beşikçioğlu’nun seçimi kazanıp kazanamaması değildir. Yıllarca Etimesgut’ta ikamet etmiş, ilgili ilçe sınırları içerisinde anne olmuş bir birey olarak hatta kazanacağını da düşünmekteyim. Ama bilinçli seçmenler olarak tartışmamız gereken, kazandıktan sonra ne olacağı noktası olmalı.

Yazımı kaleme alırken içimdeki susmayan sesin “Erdal Beşikçioğlu’na gelene kadar...” diyerek ısrarla beni huzursuz ettiğini de belirtmeden geçmek istemem.

Fakat;

Karalar, Seçer, Çerçioğlu, Savaş gibi isimleri tek bir yazıda, iki sayfaya sığdırmak benim kalemimin harcı değil. Bu isimlerden özellikle bazılarını tartışmak için 90’lı yıllar Türkiye siyasetinin çok iyi bilinmesi, Türkiye siyasetini yöneten diğer bileşenlerin çok iyi okunması ve kavşaklara çok da hızlı girilmemesi gerektiğini düşünmekteyim.

Ve başa dönersek, zaten CHP 81 il ve ilçe merkezlerinin tamamında önseçim yapmayarak demokrasinin temsilcisi olma özelliğini kaybetmeye çok büyük bir adımla daha yaklaşmıştır.

CHP artık: Bir büyük deve ve eğri boyun meselesi.

Editör: Buse Köseren