Çarşamba, Nisan 24, 2024

Serkan Üstün yazdı | Sağ popülizmin durdurulamayan yükselişi ve sosyal demokrasinin iki seçeneği

Geçtiğimiz hafta sonu Almanya’da yapılan seçimlerin sonuçları Avrupa çapında büyük yankı oluşturmuş olmasına rağmen, anketlerde yayınlanan sonuçlarla önemli oranda örtüştüğü söylenebilir. Seçim sonuçlarına bakıldığında, pek çoklarının da üzerinde durduğu gibi, merkez siyasette bir erime ve sağ popülist siyaset için önemli bir sıçramadan söz etmek mümkün. 80’li yıllardan itibaren Avrupa’da kademeli bir gerilemeye maruz kalan Sosyal Demokrasi ve oy oranları dalgalı bir seyir izleyen Yeni Muhafazakar siyaset, son yıllarda Avrupa genelinde süreklileşmiş bir düşüşün parçası olarak anılıyor.

Şimdilik elimizdeki resmi olmayan verilere göre, CDU/CSU(Hristiyan Birlik) %33, SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi) %20.5, AfD (Almanya için Alternatif) %12.6, FDP (Hür Demokratlar) % 10.7 Sol Parti % 9.2, Yeşiller 8.9 oranlarında oy aldı. Bu aşamada Almanya’da CDU, Hür Demokratlar ve Yeşillerden oluşan bir Jameika (Yeşil, Sarı, Siyah) koalisyonu kurulması bekleniyor. Ayrıca, koalisyon pazarlıklarının sıkı olacağı ve sürecin zaman alacağı da konuşuluyor.

Bu sonuçlara bakıldığında, içinde yaşadığımız dönemin, 20. yüzyıldan günümüze miras kalan siyasal dengeleri bütünüyle altüst edeceği söyleyebilir. Burada en önemli göstergeler olarak, Fransa’da Le Pen ve Macron’un ikinci turda Cumhurbaşkanlığı için yarışmasını (Cumhuriyetçi ve Sosyalist partinin ilk ikiye kalamaması ve Mélenchon’un dikkat çeken yükselişini de eklemek gerekir) ve PASOK gibi Avrupa siyasetinin geleneksel sosyal demokrat partilerinden birinin neredeyse Yunanistan siyasetinden tamamen silinmesini örnek gösterebiliriz. Bu verilerden hareketle, Avrupa’nın geleneksel siyasal ayrımı olan Sosyal Demokrat – Muhafazakar ayrımının büyük oranda geride kalacağını öngörebiliriz. Bu noktada, İngiltere için ayrı bir parantez açmak gerekebilir. İngiltere, kuşkusuz bu geleneksel rekabetin en köklü ve sıkı hissedildiği yer. Anti-demokratik ve iki partiye dayanan sisteminden dolayı radikal, 3. parti olarak alternatif olma potansiyeli olan akımların bu merkez partiler içerisinde ifade bulduğu söylenebilir (Aynısı Amerika için de geçerli olmakla birlikte karşılaştırma yöntemleri açısından içerdiği güçlükler düşünüldüğünde, analizi Avrupa ile sınırlı tutmak daha sağlıklı olacaktır).

SAĞ POPÜLİZMİN YÜKSELİŞİ

Avrupa’da sağ popülizmin yükselişi üzerine çokça yazılıp çizildi. Göçmen düşmanlığı, artan ekonomik kriz ve sağ popülist partilerin özgün, radikal, belirli ölçülerde sistem dışı sayılabilecek ekonomik-sosyal-kültürel vaatleri kuşkusuz bu krizin yoğun şekilde hissedildiği ülkelerde alıcı buluyor. Kültürel kriz, mültecilerin sosyal dokuya hasar vermesi, güvenlik sorununun önlememesi gibi önemli sorunlar karşısında liberal çözümler öneren sağ ve sol merkez partilerinin yerine, radikal çözümler üreten, sistemin krizinin faturasını büyük ölçüde mültecilere çıkaran ve insanların bilinçaltında belki de toplumsal baskıdan dolayı söylemeye çekindiği şeyleri, siyasal arenada “cesurca” dile getiren yapılar, marjinallikten ciddi birer siyasi odak olmaya doğru giden bir yolculuğun parçası haline geldiler.

Buraya kadar olan bölümü özetleyecek olursak, merkez siyasetin erimeye başladığını, yalnızca bir kaç yıl öncesine kadar marjinal ve korkutucu gelen siyasi partilerin geniş çevrelerce taraftar bulduğunu ve sistemin krizlerine yönelik gerçek bir değişim vadettiğini söyleyebiliriz. Örneğin, Almanya’da radikal solun programında bile Euro bölgesinden çıkış yokken AfD’nin programında bunların vadedilmesi, ulusal sınırların korunması ve güçlendirilmesi isteği ve Avrupa Birliği karşıtlığı, bu siyasal akımın ana akım siyasetin en radikal unsuru olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, muhafazakarlığın, liberalizmin, sosyal demokrasinin ve sosyalizmin toplumdaki radikal değişimlere cevap veremediği bu olağanüstü süreçte en büyük başarıyı AfD’nin sağlamış olması da bu aşamada sürpriz olmaktan çıkıyor.

Sağ popülizmin diğer bir önemli özelliği, toplumsal bir kriz ortamında ürettiği (çoğu zaman gayr-ı ahlaki ve toplumun duyarlı kesimlerinin büyük rahatsızlık duyduğu) radikal önerilere verilen büyük tepkilerden beslenmesi. Sosyal medyada, yazılı-görsel basında, sokakta ve siyasi arenada, bu siyasal akımların adeta şeytanlaştırılması da bu tür partileri güçlendiren bir başka unsur olarak karşımıza çıkıyor.

Merkez politikaya olan ilginin azalmasının merkez partilerin büyük oranda benzer koşullarda benzer tavırları almasından da kaynaklandığını söyleyebiliriz. Örneğin, geleneksel bir muhafazakar partinin mülteci politikasında, eşcinsel evliliklerde ya da önemli sosyal konularda sağ bir tavır alması beklenirken, artık Avrupa’da bu muhafazakar kimlik, normal şartlarda sosyal demokratların programlarında olan pek çok aksiyonun ortaya çıkmasına engel olmuyor.

Sistemin ciddi krizlerinin getirilerinden birisi de kuşkusuz geçmişin günümüzden daha iyi olduğu algısının kolayca yaratılabilmesi. Bu anlamıyla, sağ popülist partilerin ortak özelliklerinden birisi, geçmişte var olduğuna inanılan “o güzel günleri” tekrar seçmene vaadetmek. AfD lideri Gauland, seçimlerden sonra yaptığı ilk açıklamada “Ülkemizi ve halkımızı geri alacağız” dedi. Bunu duyunca kuşkusuz pek çoklarının aklına Trump’ın meşhur, “Make America great again” sloganı geliyor. Bunun altında da seçmenin psikolojisi iyi çözümlemiş ve onların gururlarını okşayan başarılı bir politik strateji yattığını söyleyebiliriz.

SOSYAL DEMOKRASİNİN İKİ SEÇENEĞİ

Almanya seçimlerindeki tabloya baktığımızda, seçimin en büyük kaybedeninin sosyal demokratlar olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hıristiyan Demokratların dalgalı seyrine karşı, sosyal demokratların istikrarlı düşüşü, partinin geleneksel işçi kitlelerinde (özellikle genç orta yaştaki seçmen baz alındığında) geleceğe dair bir umut olmadığının en önemli göstergesi. Kuşkusuz SPD’nin en önemli handikaplarından birisi, geçtiğimiz dönemde koalisyon ortağı olması ve Almanya’nın tüm kritik siyasal süreçlerinde imzacı konumunda olmasıydı. Ancak yine de, bunun ikinci dünya savaşı sonrasının en düşük oyunu almasının altındaki geçerli sebep olarak anmak yararsız olacaktır.

Avrupa’da merkez siyasetlerin eridiğini söylemiştik. Artık Almanya seçimlerinden sonra berrak bir biçimde görülmüştür ki, bu erimenin başını tartışmasız bir biçimde sosyal demokrasi çekmektedir. Yunanistan’da yıllarca devleti yöneten, defalarca hükümet ortağı olmuş bir parti olan PASOK’un neredeyse siyasi arenadan silinmesi (yüzde 3 olan seçim barajını zar zor geçtiği hatırlanmalıdır) ve Fransa’nın en büyük tarihsel bloklarından olan Sosyalist Parti’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura bile kalamaması, bunun en büyük göstergesidir. Almanya’da da, ileriki seçim süreçlerinde benzer bir tablonun yaşanması sürpriz olmayacaktır.

Bu aşamada, Avrupa’da işçi sınıfına dayanan en köklü siyasal partilerden birisi olan ve Almanya’nın en eski siyasal partisi SPD’nin bu gidişatla ciddi düşüş trendine devam etmesinin olası olduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz, krizin boyutu Yunanistan’la bir olmadığı için düşüş trendinin bu kadar radikal bir seviyede seyretme olasılığı düşüktür. Ancak, yine de PASOK’un da Yunanistan siyasetinin en temel parçalarından birisi olduğu unutulmamalı. Seçmen, radikal dönüşümlere ihtiyaç duyduğu oranda, yeni alternatifler aramaktan çekinmeyecektir. Tam da burada, SPD seçmeninin oy hareketleri bize önemli bir veri sunuyor. CDU’ya bile oy kaptırma gibi bir tuhaflığı içinde barındıran bir tabloda SPD, barajı geçen partiler arasında, tüm partilere seçmen yollayan tek parti olarak karşımıza çıkıyor.

Bir önceki seçimde SPD’ye bu seçimde ise diğer partilere oy veren seçmenlerin dağılımı (Aktaran DW Türkçe)

Son olarak SPD’nin ve diğer Avrupa sosyal demokratlarının önünde bir başka seçenek daha bulunuyor. O da, İngiltere’de Labour Parti içerisinde parti içi iktidarı ele geçiren devrimci toplamın yaptığı gibi, toplumun radikal dönüşüm taleplerine yanıt vermek ve sosyal haklar vaadeden, sol ve radikal bir politikayı hayata geçirmek. Bunlar yapıldığında, İngiltere gibi geleneksel siyasal ayrımları olan ve sosyal demokrasinin yine yıllardır büyük bir düşüş trendine geçtiği bir ülkede, gençliğin dinamik unsurlarını sahaya çıkabildiğini, heyecanlandığını ve Corbyn gibi bir liderin arkasında seferber olduğunu söylemek mümkün. Böylece, Labour, (beklenildiği gibi) iktidarı alamasa da, sosyal demokrasinin Britanya’daki düşüş trendini yerle bir etti. Yine bu programla, işçi sınıfının geleneksel aygıtlarından beslenen bir sosyalist politikanın Britanya’da orta vadede iktidar olması hiç şaşırtıcı olmaz. Kuşkusuz Labour ve Britanya başka bir yazının konusu. Onların da önünde parti içi sağ kanatla mücadele ve Brexit gibi çok ciddi sınavlar bulunuyor ve Corbyn’in bu sınavlardan ne kadar başarıyla geçtiği, ne kadar başarısız olduğu konusunda ayrı tartışma başlıkları açılmalı. Ancak özetle, İngiltere’de işlerin sol siyaset açısından beklenenden iyi gittiğini ve son yıllarda sol açısından hayli stabil ve umutsuz olan tabloyu bir anda tersine çevirdiğini söyleyebiliriz.

Toparlayacak olursak, Avrupa sosyal demokratlarının önünde iki seçenek bulunuyor. Ya geleneksel tavrını ve merkez siyasetteki yerini koruyarak PASOK gibi dibi gördükleri bir durum, ya da siyasi yelpazenin soluna yerleşip toplumun radikal dönüşüm taleplerine kulak vererek Labour Party gibi düşüş trendinin önüne geçtikleri bir durum. SPD ve diğer partiler, kadro ve program anlamında bunu başarabilecek mi? Bunu da zaman gösterecek.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER