Cuma, Mart 29, 2024

Selahattin Demirtaş’a açık mektup

Daha çok konuşmalıyız. Daha özgür konuşmalıyız. En baştan başlamalıyız. Türkiye yargısı ve hukukunu gerçek ve adil yerine yerleştirmek zorundayız. Aksi halde yüz yıldır aynı şeyleri tekrar etmeye devam edeceğiz.

Orhan Gazi Ertekin

Osman Kavala’ya da yazdığım gibi hep yeni baştan başlamak yerine artık yeni bir yol bulmalıyız… Ve sanırım bu yolu öncelikle yargılananların sesine daha çok kulak kabartarak bulacağız… Açık mektubumun, şimdilik işte bu diyaloğun başlangıcı olmasını diliyor ve size özgür bir hayat diliyorum…

Sayın Demirtaş,

Yargıçlık görevimin 26. yılını henüz tamamladığım günlerde yazıyorum bu açık mektubu size. İHAM büyük dairesinin ihlal başvurunuz hakkında vermiş olduğu gerekçeli kararı-biraz gecikerek de olsa- henüz okuduğumdan mı yoksa sonuna yaklaşan 26 yıllık görevim ve demokrat bir yargıya yönelik örgütlü mücadelemin toplam muhasebesini bu vesileyle yapmak istediğimden dolayı mı yazıyorum bilmiyorum. Tam emin değilim. Belki her iki sebep de bu karara zorlamıştır beni. Ama sanırım daha önemli olanı şudur: çeyrek yüzyıl kürsüde kalan birisi olarak yargıyı, yargılananları ve yargılanma gerekçelerini; iddianame ve kararları gördükçe ancak kürsüden indiğimde akıl ve ferasetle karşılaşabileceğime dair bir “sağduyu”yu takip etmek istiyorum.

Kabul edeceğiniz gibi bunda ciddiyim. Nitekim Türkiye’de yazılan iddianame ve gerekçeli kararlardan neredeyse hiç biri tarihe geçmedi. Mahkemeler karşısında yapılan savunmalar ise edebi ve bilimsel metinler olarak her yerlerde capcanlı dolaşıyor. Bunca zaman kürsüde ömür geçirmiş bir yargıç için nasıl bir trajedidir bu sayın Demirtaş? Aklın, adaletin ve hakikatin kürsüsünden seslenme imtiyazıyla yüklü bir görev sahibinin tüm bunları bulunduğu kürsünün “aşağı”sında duran insanlarda aramaya çıkmış olması nasıl bir kaderdir biz Türkiye’nin yargıçları ve savcıları için? Bu da mı bir “Türkiye istisnası”dır?

Bu soruların cevapları da sorular kadar huzursuz edicidir kuşkusuz ve ben şimdi buradan ilerlemek istiyorum. Çünkü üzerine konuştuğumuz konu İHAM’ın hakkınızda verdiği ihlal kararını, sizin yargılanma sürecinizi ve benim çeyrek asırlık yargıçlık sürecimi de aşacak derinliktedir ve geldiğimiz aşamada Türkiye’nin iktidarı, siyaseti, toplumu ve yargısının adil bir dengeye oturması için bunları konuşmayı daha fazla ertelemememiz gerekiyor artık.

Peki nereden başlayacağım?

Türkiye’nin yargısının hakikat ve adalet iddiasıyla gerçekliği arasındaki mesafeye bakmak istiyorum kuşkusuz. Türk yargısının, hak ve adalet iddiasını bir milli övünç söylemine taşımasına da değinmek kaçınılmaz. Çünkü Türkiye’nin hakkınızda verilen ulusal mahkeme kararları ile Avrupanın Ulusüstü mahkemesi arasındaki karşılaşma oldukça tarihi bir meseleyi önümüze getirmiş durumdadır. Ülkemizin mahkeme kararlarının ulusüstü alanlardaki karşılığı nedir? İtibarı nedir? Yargı kararlarımızın başka ülkelerin yargı kararları karşısındaki durumu nedir? “Milli şeref”îmizde adil bir yargı da var mıdır? Olmuş mudur?

TÜRKİYE YARGISININ İTİBARİ

Sayın Demirtaş,

İHAM büyük dairesinin başvurunuzla vermiş olduğu oldukça uzun ve ayrıntılı gerekçeli kararını hatırlamak iyi bir başlangıç olacaktır öncelikle. Türkiye’nin ulusal yargı kararlarının İHAM’ın ulusüstü içtihatlarının ölçüsüne vurulmaya başlanmasından bu yana neredeyse 33 yıldan fazla zaman geçti. Fakat bu kapsam ve içerikte bir ihlal çerçevesi çizildiğine ilk kez rastlıyorum. Bu aslında yazılı şöyle bir levhanın- uluslarüstü bir mahkeme tarafından-Türkiye yargısının boynuna asılması demektir: “Türkiye yargısı kendi yasalarına karşı savaşmaktadır!”

Ulusal mahkeme kararlarının ulusüstü alanda değere vurulması kuşkusuz oldukça eskidir. Daha 18.yy’da Muyard de Vouglans, Beccaria’nın Suçlar ve Cezalar kitabı hakkındaki mektubunda şöyle söylemişti: “Fransız şerefine olarak denilebilir ki mahkeme kararları Fransayı medeni milletler arasında temayüz etmiş bir mevkie çıkartacak derecede bir ileri seviyesine ulaştırmıştır.” Vouglans’ın vurgusu yerindedir. Hatırlayacağınız gibi Fransa, 18.yy.’da itham sistemini uygulamaya başlayan ve bunda başarılı olan ilk ülkelerden birisiydi.  Fransız “milli şeref”inde, hukuk tarihçilerinin sıkça vurguladıkları gibi, mahkeme kararları ve yargı pratikleri vardır. Daha önemlisi, mahkemeler hukuka ve adalete karşı savaştıklarında  karşı koyan, yargıç ve savcıları açıkça “suçlayan” aydınları da olmuştur Fransızların. Tıpkı Dreyfus davasında Zola’nın yaptığı gibi. “Fransız şerefi” açısından bu çok daha büyük bir gurur vesilesidir kuşkusuz…

Bizde de bu tartışmaya ilişkin fikirler ileri sürenler vardır. Sayın Devlet Bahçeli yakın bir zamanda şöyle söylemişti: “Hukukun karşısında herkes bir ve eşittir. Adalet ise Türk devlet zincirinin tüm halkalarını birbirine eklemleyen, bunlara manevi harç katan bir değerdir. Tarihimizin tertemiz sayfalarına bakınız, adaletle hüküm görürsünüz. Türk milleti bir Rum mimar ile bir cihan padişahını aynı mahkemenin önünde eşitleyen, eşit gören bir kavrayış ve kaynaktan beslenmektedir. Geçmişimizin hiçbir döneminde, tıpkı bugünkü gibi, zulüm yoktur, zulme uğrayan görülmemiştir.”

Sayın Demirtaş, yaklaşık 26 yıldır yargıçlık görevini yürütüyorum. Aynı zamanda master ve doktora çalışmalarımda da Türkiye’nin yargılamalar tarihinin neredeyse bütün önemli davalarını inceledim. Sayın Bahçeli’nin o gurur duyduğu mahkeme kararlarının neredeyse hiç birini görebilmiş değilim. Ki master tezimde Alparslan Türkeş ve Hüseyin Nihal Atsız’ın da yargılananlar arasında olduğu “1944 Irkçılık-Turancılık Davası”nı incelemiştim. Yargının zulmünden bahsediyorlardı savunmalarında. O “zulmün” başlangıç tarihi sayılan 3 Mayısı da “Türkçülük günü” olarak kutlaya geldiler bugüne kadar. Kaldı ki “rum mimar” ile “cihan padişahı” arasındaki “eşitlik anlayışı” hikayesi sanırım Fatih Sultan Mehmet ile ilgili olandır ve benim bildiğim ve sıkı biçimde takip ettiğim tarihçilere göre 17. yüzyıldan itibaren uydurulmaya başlanmış ve her yüz yılda bir çeşitli değişikliklere uğramış bir efsaneden başka bir şey değildir. Hadi bunları geçelim.

Son yüz elli yıl içinde gurur ve övünç duyulacak mahkeme kararlarının hiç birinin siyasi yargılamalar içinde olmadığını tespit etmek için çok araştırma yapmam gerekmiyordu. Fakat başka gerekçelerle gene de araştırdım. Ama övünç duyulacak pek bir şey bulamadım. İncelediğim tüm siyasi yargılamalarda Hakimler ve savcılar, büyük oranda yasal yetkilerini ve kurumsal sınırlarını aşarak çalışmaktaydılar. Bu da onların birer hakim savcı ve adliye görevlisi olma vasfını yitirdiklerini gösteriyordu. Bu nedenle iddianameler hiç bir yasal ve teknik vasfı içermiyordu, gerekçeli kararlar da gerçekte ‘gerekçesiz’di. Türkiye yargı tarihinin bütün o lanetli yargılama örneklerini sayın Osman Kavala’ya yönelik açık mektubumda ayrıntıları ile anlatmıştım. Kaldı ki yaygın bilinen örnekler olduğu için burada tekrar etmeye gerek görmüyorum.

Tüm bunlar gözönüne alındığında Fransızların açtığı “yargılamalar ve şeref” bahsine Türk milli söyleminden dahil olmak hiç de akıllıca bir yol olarak görünmüyor. Bunca yıllık kürsü tecrübesi ve akademik araştırmadan sonra, Türkiye’nin şerefini yargısı ile ölçmemeyi teklif ediyorum tabii ki. Bu bizim için hiç iyi sonuç doğurmayacaktır çünkü. “Adalet ve milli şeref” bahsinde bir köşeye çekilip sessiz kalmak çok daha yerinde olacaktır. Eğer daha akıllıca ve etik bir bir öneriniz yoksa tabii ki…

Ben siyasetin ve yargının adalet ve hakkaniyet iddiası için daha doğru başka bir yolu seçebileceğimiz kanaatindeyim doğrusu. Gerçek bir hukuk için bütün o geçmişi; haksız, adaletsiz yargılamaları, “zulüm davaları”nı unutmak yerine daha çok hatırlamalıyız ve bütün o geçmişten övünç duymak yerine utanç duymalıyız… Unutmak yerine hatırlamak bugünün haksız-adaletsiz yargılamalarını daha zor uygulanır bir hale getirecek, siyasi yargılamaların faillerini ek hesaplaşmaya zorlayacaktır. Bütün o geçmiş davalardan övünç duymak yerine utanç duymak ise bizi, doğru-yanlış ile yüzleştirerek daha adil ve etik bir davranışa doğru yöneltecektir…

Gerçek bir adalet tartışması işte buradan çıkacaktır kanımca Selahattin bey…

Şimdi bu bahse gireceğim müsaadenizle.

YARGIMIZ VE “MİLLİ ÖVÜNÇ”

Sayın Demirtaş,

Sayın Bahçeli yalnız değildir ve yukarıdaki sözleri, gerçekte, Türkiye’nin hukuk ile olan tarihsel ilişkisini bir çırpıda özetlemektedir. Az yukarıda da söylediğim gibi Türkiye yargısı şu iki pratik üzerine yerleştirmiştir faaliyetlerini ve söylemlerini: Unutmak ve övünç… Türkiye yargısının iki can alıcı zihinsel refleksi…

Unutmak Türkiye yargısının en belirleyici özelliğidir kuşkusuz. Türkiye yargısı, bütün o adaletsiz yargılamalara rağmen her seferinde yeniden aynı yargılamaları devam ettirecek kadar hafızasızdır. Unutarak yaşamaktadır. İbreti yoktur. Dersi yoktur. Yargıç ve savcılar zaten geleneği olan, kendi özerk hukuki düşünce pratiklerine sahip bir topluluk da değildir. Her defasında hafıza yeniden kurulur ve geçmiş çabucak unutulur. Şu an yargıç ve savcılık statüsünde bulunan mensupların neredeyse yüzde sekseninin 0-5 yıl kıdemde olduğunu biliyor musunuz? Türkiye’de bir yargı olmadığını daha net biçimde ne anlatabilir ki Allah aşkına? Yargıçların dayanıklı bir “cemiyet” olamadığı daha açık nasıl ifade edilebilir? Yargıç kimliğini üretememiştir Türkiye. Yargıç ve savcılar halk karsısında geniş bir serbestiyete sahiplerken iktidar karşısında ise son derece kırılgandırlar. Bu durum onları halk yerine iktidar ile sürekli bir pazarlığa zorlar. Onların patolojik ve gerilimli ruh hallerinin en temel psikolojik zemini burasıdır. Halka “kısa kes” derken her türden iktidara “göreve talibim” diyerek atılmasının arkasında da bu gerilimli ruh hali vardır. Böylece halkın  yargıya yönelik tepkileri önemsizleşirken onlar iktidarın ruh haline sıkı sıkıya bağlanırlar ve bizzat hukuka karsı bir unsur haline gelirler.  Türkiye yargısı bir hukuk yargısı değil hukuka karsı bir yargı olmuştur. Türkiye yargısı işte bundan dolayı unutmak üzerine kurmuştur yaptıklarını ve söylemlerini. Türkiye yargısının ilkel zihinsel reflekslerinden ilki budur…

Gelelim Türkiye yargısının üzerinde durduğu ikinci önemli vasıf olan övünç  meselesine. Milli kimlik içinde genellikle geçiştirilerek işlenen adalet bahsi yargıçların tembihlendiği sınırlı bir kaç menkıbe ile yüklüdür. “Hz. Ömer adaleti”, veya “cihan padişahı” ile “rum mimar” arasındaki hukuki ilişki sıkça anlatılır. Fakat menkıbe niteliğini geçmez tüm bunlar. Hiç bir ciddi soyutlama yapılmadığı gibi somut ve yaşayan bir adalet takibi alanı da yoktur. Geçmişe dair gerçek ve dayanıklı bir hafızanız yoksa boşluklar menkıbelerle dolar. Bu kadar yaygın olarak kullanılan Padişah-rum mimar olayının bir efsane olduğu bile bilinmez. Türk milli kimliğinin en zayıf referanslarından birisinin adalet konusu olduğunu ortaya çıkarıyor aslında bu durum. Hafızanız yoksa içi boş, içeriksiz bir efsaneler yığınını övünç haline getirmek zorunda kalırsınız. Kendinize 15. yüzyıl “kahraman”larından bir efsane üretir, menkıbelerle yol alırsınız. Ama geçmişte ne yapılıyorsa aynen yapmaya devam edersiniz… İşte bundan dolayı Türkiye yargısı ve hukukçuları için övünç son derece tehlikeli bir rehavet, zihinleri gerçek ve somut adalet görevlerinden uzaklaştıran bir klişeler yığınına dönüşür…

Sanırım buraya kadar Türkiye yargısının zihinsel reflekslerine dikkat çekmiş durumdayım…

Hadi artık açıkça söyleyeyim: Türkiye yargısı ve hukukunun iki temel pratiğinden birisi olan unutmaktan uzak durmamız gerektiği gibi övünç duymaktan da vazgeçmeliyiz artık. Çünkü, bu söylemler adalet ve hakikati ayakta tutmuyor. Tam tersine tahrip ediyor. Gerçeklik ile yüzleşmemizi erteliyor. Türkiye yargı ve hukuk gerçekliğinin o sert, keskin ve huzursuz hallerine karşı bizi hayali bir dünyada teskin etmeye zorluyor ve gerçek ve somut bir adalet meselesini hayatımızın dışına atıyor.

Sayın Demirtaş,

Türkiye’nin gerçek hukuk ve adalet kurucu ilkeleri, hatırlamak ve utanç olmalıdır oysa… Ancak o halde adalet ve hakkaniyet vaadimizin ahlaki temellerini besleyebilir olacağız… Hatırlamak bütün o lanetli yargılamalar sürecinin tekrar etmemesi için en temel faaliyet olmalıdır. Hatırlamak bizi bütün o siyasi yargılamalardan uzak tutacak ve bunu ahlaki bir ilkeye dönüştürecek olan şeydir… Utanç ise yaptıklarımızla yüzleşme cesareti ile kendimizi dönüştürmemizi, yargının hakikat ve adalet iddiaları ile gerçekten buluşmasını sağlayacak olan bir başka şey…

Sayın Demirtaş,

Açık mektubuma başlarken kürsüdekilerin kürsü dışındakiler ile  gerçek bir diyaloğunun akıl ve feraset yaratabileceğini ima etmiştim. Değil mi? Adil bir yargılama da bu değil midir ki zaten? Türkiye yargısını bir sağır odadan kurtaracak ilk şeyin bu olduğu o kadar açık ki. Eğer duruşmada bile yargılayanlar ile yargılananlar arasındaki eşitlik riskini göze alacak yargılamalar yapamıyorsak sorunun sandığımızdan çok daha toplumsal ve siyasal olduğu gerçeği açık hale gelmiş demektir. Yargılananların adil bir yargı çağrısına ilelebet kayıtsız kalmak mümkün değil çünkü. Yargılananların sesini kısarsanız İHAM büyük dairesinin boynunuza astığı yaftayı taşımak zorunda kalırsınız. Yargılamaların yasal temellerinin aşıldığı size açıkça söylenir. Size yazıyor olmamın sebebi de esas olarak buydu değil mi? Evet. Daha çok konuşmalıyız. Daha özgür konuşmalıyız. En baştan başlamalıyız. Türkiye yargısı ve hukukunu gerçek ve adil yerine yerleştirmek zorundayız. Aksi halde yüz yıldır aynı şeyleri tekrar etmeye devam edeceğiz. Osman Kavala’ya da yazdığım gibi hep yeni baştan başlamak yerine artık yeni bir yol bulmalıyız…

Ve sanırım bu yolu öncelikle yargılananların sesine daha çok kulak kabartarak bulacağız…

Açık mektubumun, şimdilik işte bu diyaloğun başlangıcı olmasını diliyor ve size özgür bir hayat diliyorum…

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

2 Yorum

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI