Siyasette kültürel faktörlerin, kimliklerin, aidiyetlerin, belleklerin ne kadar önemli olduğu malum. Gene de hepsini aşacak ölçüde güçlü, önemli, etkili başka bir kavram var: sınıf. Ekonominin biçimlendirdiği sınıf ilişkilerinin sosyolojisini bilmeksizin bir siyasal partinin, genel olarak partilerin ve ülke siyaseti anlaşılamaz. Hiçbir parti sınıf gerçeğinden ve sınıfının tayin ettiği ilişkilerden muaf değildir. Sert sınıf partileri bugün eski gücünde değil. Gelişen teknoloji, toplumları yeniden biçimlendirirken sert sınıf partilerini aştı. Bugün de sosyalist ve komünist partiler var ama 1930’larda değiliz. Tüm partilerde merkeze kayma çabası mevcut. Toplumlar devam eden sömürü ilişkilerine, gelir dağılımındaki eşitsizliğe, eşitsiz kalkınma planlarına, usulsüzlüklere ve zulümlere rağmen katı ve keskin bir anti-kapitalizm pozisyonu almıyor. Daha ziyade merkezde konumlanarak kendi sınıflarına dönük hesaplaşmaları sürdürüyor politik partiler.
Türkiye de benzeri biz yapı içinde. Yine bir seçime gidiyoruz. Yerleşik koşulların hayli zorlanacağı 2023 seçimleri bize çok şey öğretecek. Ama benim başka bir görüşüm var. Seçimi partilerin toplumu kuşatma kapasitesinin kazanacağını varsayıyorum ya da tersinden söyleyeyim ve hangi parti daha geniş bir toplum kesimini kucaklarsa o kazanacak seçimi. Bu bakımdan da merkez partilerle bütüncül (catch-all) partiler konusunu ele almak istiyorum. Farklı yapılardır ve farkları oranında siyasal etkinlik sahibidirler. Türkiye’de daha da önem taşıyan bu olgu önümüzdeki seçimlerde de belirleyici olacak.Soyut bir kavramın büyük koalisyonlar oluşturma gücü her zaman yüksek olmaz. CHP o gücü tamamen kendi dışında kalan ve bir dönem tabanının şiddetle karşı çıktığı siyaset unsurlarını (İyiP ve diğer partiler, kısacası Millet İttifakı) bir araya getirerek elde etmeyi denedi ve şimdilik başarmış görünüyorII
Adını duyduğum zaman irkildiğim, demokrasi için kalkınmanın şart olduğunu bunun için de ‘örfî idare’lerin zaruretini savunan, bu görüşleriyle 1960’larda Doğan Avcıoğlu’ndan başlayarak Türkiye’deki siyaset biliminin de kurucularından kabul edilmesi gereken, Kemalist rejime getirdiği tanımla ayrıca el üstünde tutulan Maurice Duverger’e atıfta bulunmayacağım, bana her zaman haddinden fazla mekanik gelmiştir ama partilerin niteliklerine göre öbeklendikleri bir gerçek. Kapsamlı çözümlemelere gerek yok. İkiye ayıralım ve ideolojik ve pragmatist partiler diyelim. Özellikle ideolojik partiler de kendi içlerinde sert ideolojik ve daha yumuşak ideolojik partiler olarak ayrılıyor. Bir partinin ideolojik tutumu sertleştikçe marjinalleştiği yani toplumun daha dar bantlarından oya aldığı malum. Merkeze kaydıkça partilerin ‘kapsama alanı’ genişliyor, daha zengin bir sosyolojik tabana sahip oluyorlar.
Radikal parti marjinal parti değildir, öncelikle belirteyim. Marjinal parti görüşleriyle, daha dar kesimlerden oy alır, radikal parti ise daha geniş bir tabana oturur ama ‘merkez’e yakın durmaz. Tersine, yaygın kabullere şiddetle karşı çıkar. Diyelim bir komünist partisi geniş bir teveccüh gördüğünde önermeleriyle radikal ama güçlü bir kitle partisi olabilir.
Bunlar bilinen şeyler. Biz, kuramsal konuları Türkiye ölçeğinde ifade ettiği anlama göre önemseyen bir entelektüel yapıya sahibiz. Belirttiğimiz bir gerçek Türkiye’ye uyarlanmadıkça zihin dünyamızda yer bulmaz. Türkiye bağlamında bakarsak çok partili hayata dönülen (cahil toplum ve siyaset bilimcilerin söylediği gibi ‘geçilen’ değil) 1946 yılından bu yana hiç kitle partisine dönüşmüş radikal partimiz olmadı. Ama buraya değin kullanmadığım bir kavrama şimdi yaslanırsam ‘catch-all’ partilerimiz oldu. Yanlış bir tercüme biliyorum ama bunlara herkesçi partiler diyorum. Yerine oturtmakta güçlük çektiğimiz ve seçmenin ussallığı bağlamında da tam değerlendiremediğimiz partiler onlardır, başında da Demokrat Parti gelir. DP tam bir herkesçi partiydi. Uzun tek-parti yönetimi altında çeşitli nedenlerle bunalmış ve dönüşmek isteyen bir toplumda bir yandan küçük köylülüğün, bir yandan sıçramaya hazırlanan taşra burjuvazisinin, bir yandan yüksek burjuvaziyle hiçbir sorunu bulunmayan CHP’nin sadece küçük köylülükle barışmak için çıkarmak istediği Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ndan ürken büyük toprak mülkiyetinin partisi haline geldi. O tarihten başlayarak sağdaki diğer iki parti Adalet Partisi ve Anavatan Partisi daima bu türden partiler oldu. AP küçük köylülüğün ve sanayii burjuvazisine dönüşen kesimlerin, ANAP 1980’lerde kendisini daha fazla hissettiren her sınıftan şehirli kesimlerin ve Anadolu’da ortaya çıkan muhafazakâr sermayenin partisi niteliğini kazandı. Akparti, tartışmasız şekilde ANAP’ın uzantısıdır. Yakın Türkiye (bir hesaba göre 1950, bir başka hesaba göre 1980 sonrası) tarihinde sağ partiler taşranındır. Büyük kent çevrelerinde de merkezin değil çevrenin partileridir. Akparti ilk kez taşradaki sermayenin, daha önce Türk Siyasetinin Yapısal Analizi isimli kitabımın birinci cildinde geliştirdiğim kavramla söylersem merkezdeki çevrenin ve çevredeki merkezin partisi oldu. İkisi de ilginçti. Merkezdeki yani kentlerdeki çevre göçerlerin, bir manada artık büyük kente göçmüş ve orada yerleşmiş taşrayı temsil ediyordu. Çevredeki yani taşradaki merkez ise büyük kentler dışında kalan Anadolu kentlerindeki Müslüman burjuvaziydi. Akparti kuşku götürmez şekilde küreselleşmenin getirdiği bir partiydi. Zamanla da sınırlarını bu doğrultuda genişletti. Kritik parti her zaman CHP olmuştur. Bürokrasi ve asker elitlerin kurduğu bu parti zaman içinde toplumda, halkta bir karşılık bulmuş mudur sorusu ayrıca incelenmeye değer. Sonradan CHP’nin çok önemli bir adı olacak, Ortanın Solu hareketinin taşıyıcılarından Turan Güneş’in hem 1954’te DP milletvekili olmasından ama 1947 sonrasında DP ilçe başkanlığı yapmasından ve CHP’ye 1955’te intisap etmesinden hem eski tarihli yazılarından da anlaşılıyor ki, (Türk Demokrasisinin Analizi-Agora Kitaplığı, 2009 (ilk baskısı 1996)) 1950’ye hatta 1954’e kadar CHP, vakti zamanında TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın tabiriyle ‘zadegân’, ‘bey-paşa’ partisiydi. Bir anlamda Beamtenstaat (bürokratik devlet) partisiydi. 1957’de elitlerin öncülüğünde geçirdiği dönüşümün de onu ‘halk’ partisi yapmaya yetmediği açıktır. Ancak 1965’ten sonra 1980’e kadar CHP çalkantılarla kendisine geniş halk kesimlerinde, bilhassa işçiler arasında karşılık bulmuştur. Köylülükte karşılığı hiçbir vakit olmamıştır. İşçiler nezdinde kazandığı itibar da yaklaşan faşizm tehlikesine karşı çeşitli işçi sendikalarının ve devrimci hareket odaklarının CHP’yi blok halinde desteklemesi sonucudur. Kısacası, daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, CHP, 1973-1980 arasında sosyalist eğilimleri içinde barındıran bir parti sıfatıyla halktan karşılık bulmuştur.Türkiye’de önemli bir polarizasyon var. Öteden beri vurguladığım, Türkiye’de establishment’ın hayali olan iki büyük partili model zımnen oluşmuş gibi. Millet ve Cumhur İttifakı, bünyelerinde yer alan ve her iki taraf için de ayrı ayrı ters gelen unsurlara rağmen, iki büyük parti gibi algılanabilir
O dönemlerin ilginç bir CHP dokusu oluşturduğunu saptayalım. Sosyalist çevrelerden destek geldikçe bir dönemin kentli çevrelerinin AP’ye kaçtığını mesela İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in ‘oyumu AP’ye vereceğim’ diye yazdığı yazılara bakarak söyleyebiliyoruz. Yine de CHP işçilerden sosyalist gelişmeler adına oy alırken bugün olduğu gibi ‘beyaz Türkler’den yani kentli, Batıcı, iyi eğitimli, yüksek gelirli çevreden bazı sembolizmalar özellikle de Batıcılık bağlamında oy toplamıştır. Böylesi iki çevreden oy almak CHP’yi ‘catch-all’ parti yapmaya yetmediği gibi, Türkiye’de 1993 sonrasındaki dönüşümün muhafazakâr-İslamcı sağa doğru kayması bu partiyi bir kere daha sadece kentli çevrelerle, ‘beyazlarla’ özdeşleştirmiştir. 1993-2017 arasındaki CHP tamamen budur.
Halen de bu çevre CHP’den kopmamıştır. Hatta CHP’nin ağırlıklı olarak sahillerde ve büyük kentlerde destek bulduğunu düşününce geleneksel ‘tabanın’ neredeyse hiç değişmediği göze çarpıyor. Sadece desteğin içeriği biraz değişmiş durumda. Daha çok laiklik vurgulu ve ulusalcı bir anlayış bu kesimlerle bütünleşerek CHP’yi arkalıyor. (Son listelerin ardından bu kesim de belki CHP’den kopacak.) Yine de bir dönüşüm var. 2010’dan başlayarak önce partinin Alevi ve Güney Doğu Anadolulu bir çevreye açıldığını müşahede ettik. 2017 Ankara-İstanbul yürüyüşü ertesinde de CHP büyük ölçüde demokratikleşme bağlamında öne çıktı. Soyut bir kavramın büyük koalisyonlar oluşturma gücü her zaman yüksek olmaz. CHP o gücü tamamen kendi dışında kalan ve bir dönem tabanının şiddetle karşı çıktığı siyaset unsurlarını (İyiP ve diğer partiler, kısacası Millet İttifakı) bir araya getirerek elde etmeyi denedi ve şimdilik başarmış görünüyor. Tüm bunlar CHP’yi herkesçi bir parti yapmaya yetme, niye yetsin? Ama CHP’nin de eski, tanıdık, bildik bir parti olmadığı, bugün Beyaz Türklere rağmen, onların büyük desteğine rağmen kabuk değiştirdiği de başka bir gerçek.
Türkiye’de önemli bir polarizasyon var. Öteden beri vurguladığım, Türkiye’de establishment’ın hayali olan iki büyük partili model zımnen oluşmuş gibi. Millet ve Cumhur İttifakı, bünyelerinde yer alan ve her iki taraf için de ayrı ayrı ters gelen unsurlara rağmen, iki büyük parti gibi algılanabilir. İki partili modeli Türkiye’de daima sağ siyaset savundu. Nedeni basit: %70 sağ-%30, sol oy olduğuna inanılıyordu. 2023 seçimlerinin şaşırtıcılığı burada başlıyor. Şimdi Emek ve Özgürlük İttifakı dışarıda tutulursa kimin sağ kimin sol olduğunu anlamak çok güç. CHP’nin içinde ‘Beyaz Türk CHP’li’ optiğinden bakınca anlamaktan öte kabul etmesi çok zor isimler var. Hele CHP tabanına hakim olan ulusalcılık bazı isimleri hazmetmekte büsbütün güçlük çekebilir. Ama ne yapalım, gerçek daima somuttur ve bu sözü de gelmiş geçmiş en büyük politik taktisyenlerden hatta stratejlerden Lenin söylüyordu.Gül’ün CB dönemi tamamlanınca hatta henüz tamamlanmadan önce Erdoğan kararını vermiş, büyük sermayeyle ilişkisini kopararak taşra sermayesine yaslanmaya başlamıştı. O tarihten başlayarak AKP sadece Batıcı-laik kent odaklı sermayeyle zıtlaşmakla kalmadı kendi içinde de Anadolu Müslüman sermayesini büyük kentteki Müslüman sermayeye tercih etmeye başladı.III
Gelelim, herkesçi partiler konusunda yapılan büyük hatayı tartışalım ve ittifaklar meselesini o açıdan değerlendirelim. Bazı literatürde herkesçi partiler aynı zamanda merkez partisi olarak nitelendiriliyor. Hayır, yanlıştır. Neden yanlış olduğunu bu yazının asli konusu olarak izah edeyim.
Merkez partisi başka bir şeydir. Merkezde yer alan partiler esasen ekonomiyle ve onun tayin ettiği sınıf davranışlarıyla ilişkilidir. Burjuvazinin finans kapital kanadını diğer kanatlarla uzlaştırmak, birleştirmek hedefini gözeten partiler ancak merkez partisi olarak nitelendirilebilir ve o nitelikleriyle herkesçi partilerden farklıdırlar. Merkez parti, ekonomik/sınıfsal düşünen bir partidir. Merkez partinin ana özelliği kapitalist sistemin farklı ve çıkarları birbirine zıt unsurlarını birleştirme kaygısına sahip oluşudur. Merkez partisi popülist değildir, ideolojik tercihini geri plana itmez. Aksine eğer ekonomik saiklerle o niteliği kazanmışsa büsbütün öyledir.
Büyük kuramcısı Otto Kirchheimere göre herkesçi partiler ideolojik bakımdan çok esnektir. Asıl önemsedikleri kitlelerdir ve bu olguyu geleneksel 19. Yüzyıl partilerinin dayanağı olan sınıf temelinden daha fazla önemserler. Doğal olarak kitleye yöneldikleri oranda popülist politikaları yine sınıf temelli ideolojik tercihlerin önüne koyarlar. Partiler arasında kaymaları özellikle tahrik ederek birbirine geçişlerini temine çalışan partilerdir. Güdülen popülizme bağlı olarak ortak değerler büsbütün öne çıkarılmıştır ve içe dönük, dışa kapalı sınıf yapısından ziyade dışa açık partiler herkesçi partilerdir. Merkez partiler ise farklı siyasetler arasında etkileşim ve uzlaşım aramak zorunda değildir. Genel kabul gören kültürel ve sosyal unsurlarını vurgularlar. Oysa, herkesçi partilere göre merkez partiler ideolojik öncelikli partilerdir.
Türkiye 1982 Anayasasıyla siyasal alanı daraltınca ve 1983 sonrasında Soğuk Savaşın bitmesine yakın dönemi bizzat Başbakan Turgut Özal tarafından post-ideolojik dönem, iktidar partisini de ‘ideolojileri birleştiren’ parti olarak tanımlayınca kısa bir süre için herkesçi bir partiyle karşılaştı. Maksat neo-liberal ekonomik düzeni kuracak bir partinin oluşturulması ve farklı sermaye/çıkar gruplarının geçiş döneminde sorun yaratmasını engellemekti. Oysa ANAP daha çok bir merkez partisiydi. Değindiğim gibi kentli, metropol finans kapitaliyle taşradaki Müslüman sermayeyi uzlaştırma çabasındaydı. Belli bir süre için başardı da. Fakat işçi çevresinden gelen sert tepkiler ve SHP’nin yeniden ideolojik çekirdekli siyasetiyle merkezdeki uzlaşmaların çevreye doğru açılması neticesinde konumunu değiştirerek çok daha açık şekilde kapitalist ekonomiyi, temel iddialarından olan liberalizmi dışlayan bir tutum içinde yönetmeye çalıştı.
Yine de merkezdeki çevre-çevredeki merkez ayrımını hatırlamak gerekir. Sermaye olarak çevredeki merkezin desteğini yanında tutan Erdoğan merkezdeki çevrenin desteğini de almayı sürdürdü. Bugün ayyuka çıkmış rant ekonomisi kökenli tartışmaların büyük nedeni bilhassa bu ikili grubun Marks’ın ‘küçük burjuva radikalizmi’ dediği bir anlayışla güçlendirilmesi çabasıdır.3 Kasım 2002 seçimiyle iş başına gelen Akparti neresinden bakılırsa bakılsın post-modern dönemin sona erdiğini gösteren beklenmedik ölçüde ideolojik bir partiydi. Herkesçi parti olmadığı gibi merkez partisi olmasını sağlayacak siyasal koşullar da yoktu. Çevredeki merkezin ve merkezdeki çevrenin zaman içinde kristalize olmuş haliydi. Bürokratik ve militer elitlerinin hazırladığı 28 Şubat sonrası dönem ANAP’ın neo-liberal doktrinini AKP’nin ‘demokrasi’ olarak temellendirmesine olanak sağlamıştı. AKP’yi geniş çevrelere açan ana unsur demokrasi, demokratik haklardı. Özellikle AB doğrultusunda sürdürülen politika, partinin taşrayla metropol çevre arasındaki tek köprüsüydü. Metropoliten kesimin ‘çözüm süreci’nde bir kere daha AKP’den koptuğunu biliyoruz. Özellikle 2014 sonrasında AKP, Türkiye’nin 1946 sonrasında hiç görmediği ölçüde ideolojik hatta doktriner nitelikler kazanan bir partiye dönüşmesine yol açtı.
AKP iktidarında iki temel kırılmadan söz edilebilir. Birincisi ‘beyaz Türkler’ yani metropolitan burjuvaziyle ve onun laiklik üstünden gelişen muhafazakâr değerleriyle geriye dönüşsüz şekilde kopan ilişkileridir. Doğrudur, tartışma ve kopuş bir ‘söylem’ zıtlaşması ve kulturkampf olarak görünür ama su götürmez şekilde sınıfsal bir savaştır. Kentsel kamu alanında görülen taşralı değerler sadece kültür çatışmasına tekabül etmez. Taşranın aynı alanı ortaklaşmasına olanak veren ekonomik imkanlara eriştiğini kanıtlar. Neredeyse aristokratik nitelikler kazanmış metropol çevrelerinin göstereceği tepki de bu sosyo-ekonomik dönüşüme karşıdır. Laiklik vurgulu ve Kemalist bir tartışma yapanlar bu gerçeğin farkında olmamıştır. Oysa 1923’le birlikte başlayan büyük dönüşümün taşıyıcı sınıfları 1927’de Atatürk’ün İstanbul’a dönüşünden sonra büyük burjuvazidir. 1997 sonrasındaki büyük zıtlaşma büyük kentli burjuvaziyle göçerler ve Anadolu sermayesi arasındadır.İkinci büyük çelişki ve çekişme bizatihi AKP içindeki Müslüman Anadolu/taşra sermayesiyle Müslüman büyük/kentli sermaye arasındadır. Elimizde henüz yeteri kadar ampirik veri yok, fakat tıpkı Adalet Partisi’nin 1970’teki büyük kırılmasında olduğu gibi bu iki odağın (taşra-metropol) sermayesi arasındaki çatışma AKP’de de ciddi gerilimler yaratmıştır. Daha Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığı sırasında kendisini dışa vuran bu gerilim zamanla daha da köklenmiştir. 2007 yılında Erdoğan’ın Anadolu sermayesine yakınlığına mukabil Gül’ün taşra sermayesinin temsilcisi oluşu ve o kesimin parti içi siyasete ağırlığını koyması Erdoğan’ın adaylığını engelliyordu. Gül’ün CB dönemi tamamlanınca hatta henüz tamamlanmadan önce Erdoğan kararını vermiş, büyük sermayeyle ilişkisini kopararak taşra sermayesine yaslanmaya başlamıştı. O tarihten başlayarak AKP sadece Batıcı-laik kent odaklı sermayeyle zıtlaşmakla kalmadı kendi içinde de Anadolu Müslüman sermayesini büyük kentteki Müslüman sermayeye tercih etmeye başladı. Yine de merkezdeki çevre-çevredeki merkez ayrımını hatırlamak gerekir. Sermaye olarak çevredeki merkezin desteğini yanında tutan Erdoğan merkezdeki çevrenin desteğini de almayı sürdürdü. Bugün ayyuka çıkmış rant ekonomisi kökenli tartışmaların büyük nedeni bilhassa bu ikili grubun Marks’ın ‘küçük burjuva radikalizmi’ dediği bir anlayışla güçlendirilmesi çabasıdır.
CHP’nin seçim döneminde gerçekleştirdiği koalisyonu büyük sermaye şimdilik destekleyecektir, seçim sonrasında da destek verecektir ama orta vadede sağ bir partinin bahsi geçen merkez-taşra kapital uzlaşmasını gerçekleştirmesini hem bekleyecek hem isteyecektir.IV 2023 seçiminde ittifakların belirlediği siyasal alanda iki büyük kompozisyon var. AKP her zamankinden daha çok ideolojik ve tekil bir parti özelliği taşıyor. Zamanla kısmi herkesçi parti olmaktan uzaklaştı ve katı bir ideolojik/doktriner partiye dönüştü. Muhafazakârlığı artık sadece İslamcı değil. MHP ile koalisyonu sonrasında milliyetçi/ulusalcı bir damar geliştirdi. Şimdi Hüdapar sonrasında İslamcılığını daha da sekter bir pozisyona yerleştirdi. Kentli burjuvaziyle attığı köprüler hatırlanırsa AKP’nin taşra-büyük kent burjuvazisi arasındaki dengelerle ilerlemeye çalıştığı görülüyor. Kentli burjuvaziyle AKP’nin daha fazla uzlaşmasına olanak yok. Kulturkampf o olanağı çoktan ortadan kaldırdı. Buna karşılık Akparti Anadolu’da da taban kaybetti. Nedenini açıkladım. Bir noktayı daha ekleyeyim. Sürdürdüğü büyük sermaye odaklı yanlış ekonomik politikalarla ana dayanağı olan küçük ve orta ölçekli sanayiyi hem yok etti hem kaybetti. Daha yaygın ifadeyle orta sınıfın yaşadığı iktisadi kriz AKP’yi kentte de taşrada da eritti. (Bu arada kentli Batılı büyük sermayenin AKP dönemindeki kazancıyla ilgili ayrıntılı bir ekonometrik çalışmayı henüz okumadık.) Karşısında herkesçi olduğu sanılırsa da tam bir merkez koalisyonu var: Millet İttifakı. Altılı Masanın unsurları teker teker toplumun farklı sınıflarını ve tabakalarını temsil etse de özünde kentli burjuvazinin Müslüman burjuvaziyle ittifak arayışını yansıtıyor. Koalisyona ayrıca henüz siyasal pozisyonunu netleştirmemiş İyiP de katılıyor. İyiP mevcut halindedaha geleneksel milliyetçi kanatlara yaslanmış görünüyor. MHP’den gelen İyip elitinin/kurucularının finans kapitalle sorunu olduğunu söyleyecek değiliz. Hatta daha ılımlı bir parti olmayı tercih etseydi o çevrelerle ilişkisini daha verimli şekilde götürebilirdi. Kurulan bu çerçeveye Kılıçdaroğlu’nu destekleyen Özgürlük ve Emek Birliğinin katılması da ayrıca aynı maksada dönük anlayışını işaret etmesi bakımından önemlidir. Düşünün ki, düne kadar kentli burjuvazi ve ulusalcılar tarafından yerde gökte eleştirilen Davutoğlu, Babacan, Karamollaoğlu Millet ittifakı içinde CHP’yle omuz omuzadır ve aynı CHP 2018 seçimlerinde Abdullah Gül’ün yeniden CB seçilmesine çalışmıştır. O seçimin İyip eliyle engellenmesi üstünde ayrıca durulması gereken bir unsurdur.
Böylece merkezde bir uzlaşma politikası güdülecektir. Akpartinin savunduğu, güçlü olduğunu kabul etmek gereken ikili çevre dinamiğinin (taşradaki merkez-merkezdeki taşra) yerleşik yapısını sarsmak için gerçekleştirilen bu koalisyon ne kadar kalıcıdır, göreceğiz. Daha önce bir yazıda değindiğim gibi gelişecek bu koalisyonun oluşturacağı merkezdeki yapıyı sermaye muhtemelen Büyük Sağ Parti ile konsolide edecektir. CHP’nin seçim döneminde gerçekleştirdiği koalisyonu büyük sermaye şimdilik destekleyecektir, seçim sonrasında da destek verecektir ama orta vadede sağ bir partinin bahsi geçen merkez-taşra kapital uzlaşmasını gerçekleştirmesini hem bekleyecek hem isteyecektir.
Seçime herkesçi bir parti olmaksızın giriyoruz. Öyle olunca seçimi kim kazanacak sorusunun cevabı bellidir. Türkiye’de daima merkez parti seçim kazanır.